Siyah Gözlere, 3. Bölüm: "Ölmeden Evvel Yapılacaklar Listesi"

 

bölüm uyarıları:

dayak, şiddet, huysuz ve narsist hala, görücü, intihar düşünceleri, ölüm, geç gelen bölüm, tembel bir yazar ve çok uzun bir bölüm...

iyi okumalar dertli insanlar,
(yazım yanlışı görürseniz o paragrafta belirtmeniz beni çok mutlu eder...)

SİYAH GÖZLERE

౨ৎ

"Hiç ayrılamam 
derken,
kavuşmak 
hayal oldu."

Şimdi Uzaklardasın, Zeki Müren



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: 
"ÖLMEDEN EVVEL YAPILACAKLAR LİSTESİ"

I. FASIL

"Şeftaliler"

"Tattığın mıdır nimet, yoksa tat alabilmek mi?"


"Ben bu hikâyeden çok sıkıldım." Nermin, el ele yürüdüğümüz kaldırımın ortasında aniden durduğunda hangi hikâyeden bahsettiğini anlayamamıştım. "Bana bir söz vereceksin ve biz de bu sözü tutacağız. Olacak ve bitecek. Anlaştık mı?"

Hiçbir derde ve tasaya sahip değildik. Bakkaldan beş tane limonlu şeker almış, mahallemizin daracık kaldırımlarında yürüyorduk. Nermin'in ayaklarında kırmızı rugan bir babet, göğsünde de Suzi Hanım'dan ödünç aldığı bir haç broşu takılıydı. Kiliseden henüz gelmişlerdi. Bir eliyle benim elimi tutarken, diğer eliyle de gözlerimi alan gümüşi Meryem Ana kolyesini parmaklarına doladı. O güne mahsus, sarı saçları kalçasına kadar örülmüştü.

"Ne sözü?" Dikkatim parlak, kırmızı pabuçlarındaydı. Daha biraz evvel bilmem kaçıncı kere anlattığım kâbusumu ayakkabılarının güzelliğinden unutmuş olmalıydım.

"Şu ölme bahsini diyorum Rehiye. Dilinden düşmez oldu ama! Ziyadesiyle sıkıldım artık. Diyorum ki sahiden haklıysan, sahiden de büyüdüğünde ölürsen..." diye başlamıştı sözlerine. "Mezarına asla gelmeyeceğim. Tamam mı?"

Söylediklerini yalınca, kem küm etmeden dile getirişine hayran kalmakla birlikte karşısında gözyaşlarına boğulacak kadar da savunmasız kaldım.

"Rehiye! Kötü bir şey demedim ki." Ağlamamdan hoşlanmadığından, suratımı kollarının arasında sakladı. Gözyaşları, onun nezdinde sergilenmesi münasip olan şeyler değildi. Mahremdi. Annesi onu böyle eğitmişti. "Mezarına gelirsem öldüğünü kabul etmiş olurum. Sana bile isteye veda etmiş sayarım kendimi. Sensiz hayatıma devam edemem ki... İhanet demek bu."

"İyi de..." diye sayıkladım kollarının karanlığında. "Ben ölmek istemiyorum ki, neden böyle bir şey dedin şimdi! Sanki keyfimden anlatıyorum-"

"Kim ölmek ister akıllım! Ben de o yüzden diyorum ya!" diye sarstı omuzlarımı. "Bir gün elbet öleceğiz. Oysa ben sana diyorum ki, ardında kalanlar seni ölü saymazsa ölmezsin. Çok basit değil mi? Ruhun yaşamayı sürdürür, ancak sen yalnızca görünür olmayı bırakırsın işte. Tıpkı babam gibi." Tüm dikkatimi ona yönlendirdim. Babasını ancak keyfi istediğinde dillendirirdi çünkü. "Babam için ağladığımı gördün mü hiç?" Hayır, manasında kafamı salladım. "Söz ver o vakit. Senden evvel ben ölürsem, sen de benim mezarıma gelmeyeceksin. Ben de seninkine gelmeyeceğim. Böylelikle küs gibi olacağız. Olur da biri bana seni sorarsa, 'Rehiye mi? Biz küstük. Görüşmüyoruz.' diyeceğim. Aynı şekilde sen de öyle söyleyeceksin. Ve böylelikle yaşamak, az da olsa bizim için kolaylaşacak. Anlaştık mı?"

Şayet o gün birisi bizi kenara çekip aramızda ölecek ilk kişinin Nermin olacağını ve benim sahiden de cenazesine gitmeyeceğimi söyleseydi, buna o bile inanmazdı.

1951'in son demlerinde, sessiz sedasız semalarımıza inen kış; bana da tıpkı diğer faniler gibi merhamet etmiş, yas tuttuğum günlerimin ve de dile dökemediğim dertlerimin üzerinden usulca yürüyüp geçmişti.

Hayatımda ilk kez kendimden başka birinin ölebilme ihtimaliyle tanışmıştım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Elimden geldiğince onu düşünmemeye, verdiğim söze ihanet etmemeye, sızısı dinmeyen ıstırabımın eteklerinde diz çökmemeye, kederime bir mana biçecek kuytu mağaralarıma pervasızca dalmamaya gayret ediyordum. Yalnızca düşünmeden yaşıyor ve nefes alıyordum.

Nermin'in yokluğu, düşünmenin bir ehemmiyetinin olmadığını öğretti bana. Öğrendim ki bu kısacık ömrümüzde bizi çepeçevre saracak olan bu hadiseler; biz onları düşünsek de, düşünmesek de yaşanıp gidecek. Ve biz, ellerimizde su dolu kovalarla ayakta dikilip öylece kâinatın yanışını seyredeceğiz.

Fakat şöyle der Runa Duna; Tanrı, öğrenesin diye yenileceğini sandığın savaşa tutsak eder seni.

Yaşamım boyu başıma gelebilecek hiçbir şeyin sevdiğim birinin kaybını aşabilmemden daha güç, daha zahmetli olamayacağını sanırdım.

Çünkü benim için, bitmek bilmeyen yaşamlarımın pekâlâ son buluşu, kendi canımı değil; sevdiklerimin ardımda usulca nöbet tutan nefeslerini yitirmemle hakikate bürünebilirdi. O vakit bir ölü sayabilir, yasını tutabilirdim kendimin.

Ancak bir insan hayatın yalnız tatlı anlarıyla meşgul ederse kendini, koskoca bir sepet şeftaliyi art arda yemiş gibi fena olur. Kalbine, tıpkı karnına da oturduğu gibi bir hazımsızlık çöker. Sebepsiz bir miskinlik ve de buhran dolu bir ağırlık, tozlu mu tozlu bir sis bulutu gibi siner ciğerlerimize. Bu sebeptendir ki Allah, yaşamın içine bizim pek sevimsiz bulduğumuz o acı meyve tohumlarını ilave etmiştir.

Bu tohumlar, ölümün ta kendisidir.

Kayıplardır. Hüzünlerdir. Bir başınalıktır. Arzu ettiğimizin bir türlü gerçekleşemediği, insanı çileden çıkaran, irili ufaklı türlü musibetlerdir.

Onları yaratır ki; o şeftalilerin güzelliğinden, hayatın damaklarımızda bıraktığı o sulu lezzetten mest olup kaybetmeyelim kendimizi. Onları yaratır ki; unutmayalım. Hatırlayalım. Ancak, hayatın olmayan manasını değil. Bir anlam, bir gaye yaratma kuvvetini biz fanilerin ellerine emanet ettiği şu acayip yaşamın yalnızca bir mühletten, biteceği günü sayan bir kum saatinden ibaret olduğunu hatırlayalım.

Hüzünler gibi, saadet de geçicidir bittabi. Bahtiyarlık, bir hâldir. Bir rüya, gelip geçen kısa bir an, geçerken uğrayan hülyalı bir esintidir. Tanrıların lügatinde gülmek, unutmak demektir. Unutmakla lanetlenmiş bizlerin neyi unuttuğunu, yaratıcısından daha iyi kim bilebilir?

Güleriz. Kahkahalar atar, karışırız tatlı hayata. Seviniriz. Çünkü öylesine gülmeli bir hâl ile meşgulken neye kederlendiğimizi unutur, ölümsüz hissederiz kendimizi. Uyuşuruz. Ve zevk alırız hakikati unutmaktan. Bu hâlin ebediyen süreceğini sanır, saadet haricinde bir şey hissedebilme yetisini elimizin tersiyle iteriz.

Acı bu sebepten vardır hayatımızda; sanırız ki bizi tatlıdan mahrum bırakır, o ektiği acı meyvelere layık görür bizi, cezalandırır yaratıcı.

Hâlbuki yanılırız. Şeftalilerin fazlasının da bize zarar olduğunu, kendi rızamızla elimizden bırakmadan bilemeyiz. O hazımsızlığı, karın ağrısını tatmadan terbiye olamayız.

Bilemeyiz. O acı tohumların, o şekersiz, ağzımızı lezzetten mahrum bırakan diğer meyvelerin, esasında bedenimize iyi gelen; tabiatımıza, ruhumuza ve hayattaki mevcudiyetimize güç katan, fayda veren, sıhhatimizi besleyen, aklımıza bambaşka olgunluklar katan meyveler olduğunu bilemeyiz.

Fark edemez, yanılırız. Allah bizi tatlıdan mahrum bıraktı sanır, haddini bilmez bir öfke ile isyan ederiz ona. Ağzımızı yaktı, bir kere daha vermedi o şeftaliyi diye yırtarız kendimizi. Sonra merhamet edip verdi mi de, yine akıllanmaz, ona kavuştuğumuz ilk an gider yine ilk tatlıyı kemiririz.

Çünkü insan, saklanır hatırlamaktan. Hakikati bilmeyi, bir öcü beller kendine.

Bilemeyiz, yanılırız. Allah'ın o lezzetli, sevimli dakikaları acımıza karşılık yarattığını bilemeyiz. Gider, yine ilk ödülümüzü yeriz. Onu hak etmek için cenge bile gitmeyiz.

Acıdan korktuğumuz gibi, imtihana tabi tutulmaktan da korkarız.

İnsanız. Ölmekten değil, en çok yaşamaktan kaçarız.

Şöyle der Runa Duna; Tanrı, geçmeyecek kötü bir günü hiç yaratmamayı yeğler.

Bu sebeptendir ki asıl ıstırap denen meret, hayatın kendisinde değil cehennemin zindanlarındadır. Mutlak olan o ki, lezzeti olan o güzel meyveler yaşamın kendisi değildir. Onlar, yaşamdaki acıların telafisidir.

Onları ilk değil, en son yemek gerekir. Çünkü yaratıcı, ağzımızdaki o acı tat dinsin diye yaratmıştır o güzel meyveleri.

Avucumuzdaki şeftaliyi alıp bizi bir çocuk gibi cezalandırmak için değil.



II. FASIL

"Yaşayarak İntihar Etmek"

Yaralar Kabuk Tutmadan Evvel

1,5 Ay Sonra

Ankara, Kasım 1951 




"Rehiye?"

Bir kasım akşamıydı. Eniştem ve halam, sofranın iki ucunda karşılıklı otururken; Nazar ve Gülizar, Fahriye ablam ve benim karşıma kurulmuştu. Elim çenemde, tabakları seyretmekten başka bir tek konuşulanları dinliyordum. Zihnim ya bomboştu, ya da düşünecek yeni bir şeye yer kalmayacak kadar dolup taşmıştı.

Eniştem onu muhatap alan bir yanıt vermediğimden, "Ah Gülru, ah..." diye çemkirdi hâlime. Elindeki çatalla beni gösterdi. "En başından alıştırmayacaktın bu kızı o kâfirlere. Yahu o insanlar bizim insanımız mı be kadın! Dini bizim dinimiz değil, âdeti bizim âdetimiz değil! Neymiş efendim, cenaze için İzmir'e gidecekmiş. Yok ya! Müslüman bir kızın kâfirin cenazesinde ne işi olurmuş! Hadi ufaktılar, kız da sabiydi diye göz yumdum. Gitse orada ne iş görecekti bu kız? Ne malum bunun da kalbine küfür bulaştırmadıkları? Al işte. Babası ne ki, kızı ne olsun! Belki hasta yatağında ölse Rabbim şehit sayacaktı. Kâfirlerin kanında var isyan etmek. O ne yaptı? Gitti kendini astı. Olacak şey mi ulan..."

Nazar gülerken kaşığındaki pilav taneleri tabağına geri döküldü. "Buna mı kâfirlik bulaşacak baba... Gitsin anca Hristiyan arkadaşına cüz okusun o saftirik. Her gece başım şişiyor, üst kattan işitiyorum kekeme sesini, bir de okuyabilse."

Kızının lafının üstüne, "Ay aman Rahmi! Bilmediğim bir şey deyiver de ses etmeyeyim." dedi halam. Elini havaya savurduktan sonra indirdi ve alnının köşesini ovuşturdu. "Hanımefendi de sözümüzü pek dinler ya! Garip garip hâller, içine gömülmeler! Kendince çemkiriyor da, kime çemkiriyor? Allah şahidim üç tane doğurdum, dört tanesi de karnımda öldü bir kere ses ettim mi? Kalktım işime gücüme devam ettim. Hadi yas tutuyor, iki gözyaşı döküyor diye bugün bir ricada da bulunmadım. Üstelik mektebe de gittiği yok bir aydır. Milletin kızı evde kalınca anacığına yardım eder, benim emzirdiğim bana surat asıyor. Ne bir çay istedim, ne bir kahve. Ama bak, misafirlerimin yanında da aynı bu beş karış surat. Bir de ne yapsa beğenirsin? Hanımlar içeride sohbet ediyor, bu ayaklanmasın mı ben halıları yıkayacağım diye. Aldı hepsinin ayaklarından misafirlik halıyı, kışın ortasında, kapının önünde foşur foşur yıkadı. Kadıncağızlar evlerine dönemedi yahu, güzelim pabuçları sırılsıklam oldu. Onca su ziyan oldu! Ah orada çimdirecektim etlerini de, dua et Müyesser Hanım mani oldu."

"Ay yuh..." dedi Nazar koca lokmasını güç bela yutarken. "Başka gün yıka desen yıkamaz bu da. Misafirler var diye-"

"Geçen yaz da o yıkamamış mıydı halıları?" diye sordu Gülizar.

"Müyesser mi?" diye girdi eniştem araya. Ağzında ekmeğin köşesini gevelerken kızlarının fısıltılarını işitmemişti bile. "O hangisinin hanımıydı?"

Hakkımda söylenenlere verebileceğim makul bir cevabım yoktuBedenimin dışında, kendimi seyrediyor gibiydim. Gözlerimi en son ne vakit kırpmıştım?

"Ayol şu Çiçekçi Sadriler yok mu, onun kız kardeşi işte." Tahammülsüz sesi bir anda ısındı. "Söylemeyim söylemeyim dedim de, hadi söyleyeyim moral olsun. Pek bir beğenmiş seni. Dedi ki, bir görüştürsek mi benim yeğenle. Aslında Gülizar'ı sormuştu da, hep geçiştirdim. Ne ısrar etti, ah Gülru senden bir kız almadan gözüm kapalı gidecek, diye diye dizlerini dövdü kadıncağız. Ben de dedim, yok olmaz Gülizar daha hazır değil evliliğe, diye. Çocuğun kızımızda gönlü varmış zaar, ama düşününce ben de bir yakıştırdım Rehiye'yle Bilal'i. Çocuk da babası gibi çiçekçi zaten. Üst katta boş bir daireleri var, daha ne? Anası ufakken vefat etmiş. Senin gibi öksüz de, anlaşırsınız. Gül gibi çocuk. İşi gücü yerinde, eli yüzü düzgün. Bir hanımım olsun, dünyaları ayaklarına sereyim diyor. Hala sözü dinle sen. Evlilik çok başka çok... Ne Nermin diye sızlanırsın, ne de başka bir şeye. İki günde yüzünde güller açar. Hem eşine bakarken bir işle de meşgul olmuş olursun, kafan dolarsa keder namına hiçbir şeycik kalmaz. Bebeğin de oldu mu-"

"Bilal ha..." dedi eniştem, pek düşünceli. "Nereliymiş çocuk? Ankaralı mı?"

"Yok hayatım, İzmirliler onlar. Orada da amcaoğullarının çiçekçileri var. Yazları orada kalıp kışın buraya dönerlermiş."

İzmir mi? İzmir'de kalırlarmış?

"Yaşı yok muydu onun?"

"Otuz vardır." dedi halam. "Aman! Herkesin otuzu farklı hayatım. Kimisi bir baltaya sap olamaz, kimisi de... Neyse ne! Kısmet kısmettir işte. Rehiye'nin kısmeti de dibimizdeymiş demek bunca zaman-"

"İyice saçmaladınız siz." Fahriye ablam uzanıp salatanın suyuna ekmek bandı. "Rehiye daha on yedi yaşında, tahsilini bile tamamlamadı ki. Bilal Abi ise... Benden bile on yaş büyük. Zaten abi diyorum dikkat ederseniz. Bırakın kız kederini yaşasın dilediği gibi. Halı yıkamanın ne zararı var size, hatta işinize bile gelir-"

"Sen karışma." diye çemkirdi öteden halam. "Benim muhatabım Rehiye."

Fahriye ablamın gördüğü muamele Nazar'ın pek hoşuna gitmişti. "Ona kısmet bulamadınız ya, ondan kuduruyor o. Ne yazık... Ay sen mektepte de böyle yapıyor musun acaba? Evli ahbapların da var. Gidip diyor musun, ay senin kocan benden bile büyük-"

"Ne diyorsun sen geri zekâlı-"

"Fahriye!" dedi eniştem. "Edebini takın."

Fahriye ablam ekmeğini ağzına götürecekken yan gözlerle babasını süzdü. "Siz bu kızı başınızdan savmak için evereceksiniz, ben de gevşek ağızlı kardeşime had bildirdiğim için edepsiz olacağım öyle mi?" diye diklendi enişteme. "Bu kız halı yıkıyorsa, her gün yerleri bacaları siliyorsa keyfinden mi siliyor? En yakını vefat etti. Kapınızın önünde büyüdü o kâfir dediğiniz kız. Utanmadan cennetlik mi cehennemlik mi onu tartışıyorsunuz arkadaşının yanında! Bir kere de insanların acılarına gösteriş yapmadan saygı-"

Halam bu lafların karşısında içlerine kalem çektiği çakır gözlerini yumdu, her an düşüp bayılacakmış gibi, "Ah Fahriye... Ah." diye sızlanıp kızını susturdu. "Şu çenenden nedir benim çektiğim? Allah'ım kimi kınadım da başıma bu huysuz kızı verdin? Neyin imtihanı bu? Başım götürmüyor Rahmi, bir şey söyle şuna da-"

"Pardon?" dedi o da. "Ben huysuz falan değilim. Ben senin kızınım. İstediğin gibi biri olmadım, istediğin cevapları vermedim diye habire fenalaşıyor pozu kesip kabahatini bana yükleyemezsin-"

"Fahriye!"

"Ne baba, ne! Yalan mı da bağırıyorsun!" diye gürledi onunla aynı tonda. "Bir tek ben mi görüyorum tüm bunları! İşine gelmeyenleri dile getirdiğimde beni susturmak için hasta pozu kesiyor. Sadece bana değil ki, hepinize yapıyor bunu! Hele Rehiye'ye-"

Eniştem sol elini masaya vurduğunda kulaklarımızı kanatacak bir yankı, tüm yemek salonunu kuşatmıştı. "Kes!" Savurduğu elinin hiddetiyle yanı başında duran su dolu sürahi yere düştü, daha sabah süpürge ettiğim kırmızı kilimin üzerinde bin bir parçaya ayrıldı. "Had bilmez terbiyesiz. Bir kere de kaçırma şu sofranın huzurunu. Defol git odana!"

Fahriye ablam oldu olası eserekli bir kız olmuştur.

Büyük büyük laflar etmekten, hayasızlık pahasına anne ve babasına kendi hakikatini dile getirmekten geri duran bir tabiatı yoktur. Benim aksime annesini ve babasını pekiyi tanır. Onların apaçık ve gizli yanlarını, boş bir kâğıda eksiksiz sıralayacak kadar ezbere bilir. Bu sebepten evdeki en öfkeli kişi, eniştemden sonra bizzat kendisidir. İçinde, sebebi saklı olmayan ama tam manasıyla da varlığının nedenini kestiremediğimiz bir alev mütemadiyen kendini harlar durur. Onu alakadar etmeyen meselelere karşı daima kayıtsız kalmayı tercih eden, haksızlığa dahi yalnızca sarf edeceği gücü varsa başkaldıran tembel ve sivri dilli kuzenim; babasına karşı çıkma cüreti gösterdi mi o alevlerin katlanarak sofrayı kuşatacağını, kopacak küçük bir kıyametin müsebbibi olacağını biliriz.

Çünkü hep böyledir. Babaların hakkından, büyük kızları gelir.

Burnumuza dumanlar dolduran o münakaşanın ortasında, Fahriye ablam haklı olarak masadan kalkıp gitmeyi düşündü. Ne var ki benim tamamen kendi menfaatim adına sarf ettiğim sözcüklerim onu hışımla iskemlesine geri çiviledi.

Gözlerimi kırpmadan halamı seyrediyordum. "Olur hala." dedim. Yüzüme ve mimiklerime alışık olmadığım bir kıpırtı dolmuştu.

"Of Rehiye. Mıy mıy mıy. Ne olur?" Kastımı idrak edince halamın feri kaçan gözleri birden kendine geldi. "Ha... Bilal'le mi?" dedi capcanlı bir sesle

Kafamı varla yok arası salladım. "Evet." dedim. "Cidden İzmirliler mi?"

Erişebilecekmiş gibi elini, koluma uzattı. Kendince beni sıvazladı. Sualimi işitmemişti. "Vallahi pek bir sevindim Rehiye. Sen halanı dinlesen, üzüntünden tasandan eser kalmayacak ki! Ben seni düşündüğüm için diyorum kızım. Evlilikten ala derman mı olur? Tarık'la adın çıkacak diye ne korkuyordum. Yamacından da ayrılmıyorsun ki... Gör Fahriye, gör."

Arzu ettiğim yanıtı alamasam da ses etmedim. Kaşık kaşık pilavı yutmadan mideme indirdim. Benim suskunluğumu seyreden herkes, en çok da Fahriye ablam, kendi içlerinde bambaşka sessizliklere gömüldüler. Düş kırıklığına uğrayan gözlerinin, bitkin gölgemde gezdiğini hissedebiliyordum. Nazar arada bir babasına bir şeyler ısmarlasa da, her muhabbetin sonu ve kaçamak gözlerin bakışı benim bahsimde son buluyordu. Böyle bir adım atacağımı kimse kestirememişti.

Ellerim çenemde, sahiden hiçbir şeyle alakadar olmadan mevcudiyeti bulanık bir boşluğun içinde karanlığın uzandığı karadelikleri sayıyordum. En yakın dostumun sebebini bahşetmediği ani pes edişi, zayıf bedenimi aylar sürecek bir miskinliğe terk etmişti. Ve ben, ona yeniden yakın olabilmekten gayrı hiçbir şeyin düşünü kuramaz olmuştum.

Gözlerimi açtığım her sabah, onları geri yumduğum her gece bir insanın niçin intihar etmek isteyebileceğini düşünüyordum.

Elimi pek çok kere kesmiştim. Su içerken pek çok kere boğulmuş hatta tükürüğümden katılıp ciğerlerimi parçaladığım olmuştu. Çok ufakken havale geçirmiş, ölümün eşiğinden geri dönmüştüm. Yorganımı çekip yattığımda sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmiyordum. Mektepten bir başıma eve dönerken, caddedeki süratli bir otomobilin altında ezilip ezilmeyeceğimi bilmiyordum. Ama ne hikmetse, gördüğüm kâbuslarda ölümün birbirinden farklı pek çok biçimini tatmış, görmüş ve hissetmiştim.

Nermin henüz tecrübe etmişti. Lâkin ben tavanda sallanırken nefesimin kesilmesinin ne demek olduğunu, on dört yaşımdayken de biliyordum. Kudretli bir gücün pençelerinde ezilip parçalanmanın, bir uzvumu kesmenin, boğulmanın, yok olmanın, gözlerimin karanlığında kaybolmanın ne hissettirdiğini biliyordum.

Ama bir türlü insanın niçin bu acıları bile isteye sırtlandığını, niçin kendini öldürmeye bu denli heves ettiği anlayamıyordum. Bir insan, muhtemel ki çok acılar çeken bir insan, niçin daha çok acı çekmek ve peşinden de iyileşmek değil, yok olmak ister?

Neden gitmeden evvel söylemedin bana Nermin? Yaşamak isteyenlerin niçin kendilerini yok etmeye bu denli meylettiğini bana neden hiç söylemedin?

Sofradan henüz def edilen gergin hadiseyle birlikte Fahriye ablamı müthiş derecede incitmiş olmalıyım. Çabasına, uğruma yediği onca hakarete ve estirdiği fırtınalara rağmen teslim olmuş, hiç istemeyeceğim bir teklife iyi hissetmek ve Nermin'in bedenine daha yakın olabilmek gayesiyle ansızın rıza göstermiştim. İskemlesini devirip gitti. Ahşap döşemeleri eze eze sokağa attı kendini. Kimse nereye gittiğini sormadı. Kimse gitme kızım demedi. Bu hır gür hiç yaşanmamış, sivri dilli kızları evde hiç var olmamış gibi kısa süren huzurlu dakikalarını afiyet içinde yemeklerini yemeğe devam ederek geçirdiler.

Ne yazıktır ki pek sevdiğim kuzenim dahi, benim artık dirayetle savunduğu o kız olmadığımı fark edemedi. Hakkımda söylediklerinde payı varsa bile, eski ben onları terk edeli çok olmuştu. Yaşıyor, nefes alıyor, arada bir hayatlarında görünüp kayboluyordum. Ama nereye kayboluyordum? Elimde ne bir pusula var, ne bir harita, ne de bana nerede ne yapıyor olduğumu fısıldayan ilahi bir güç. Yanlarındayım, ama yolumu bulamıyorum. Masada oturuyorum, görüyorum. Fakat niçin kendi gövdeme geri dönemiyorum?

Bir şey olmalı, diyorum kendime. Uyuyup uyanmalıyım. Nefesim tükenmeli ve ciğerlerime geri dolmalı. Ölüp geri dirilmeliyim. Uzaklara koşup evimin yolunu yeni baştan keşfetmeliyim. Ve bir şey olmalı beni geçmişe götürecek. Ne yapıp ne edip eski günlerime dönmeliyim. O günlerin her bir salisesinde tüm meşguliyetlerimi terk etmeli, gözlerimi kırpmadan Nermin'in yanı başında bitmeliyim. Kemikten ellerini tutmalı, sönmüş göğsüne sarılmalı ve hiçbir yere gitmeyeceğine dair ona antlar içirmeliyim.

Ve onu geri getiremeyeceksem de, kendime yeni iyi günler inşa etmeliyim.

Bambaşka olmalı bu günler. Daha evvel hiç tecrübe etmemiş olmalıyım. Biri olmalı ve beni dinlemeli, bense sabahlara kadar konuşmalıyım. Bu köşkten uzakta. Bu köşkün içinde yeşermemeli o yeni iyi günler. Mümkünse bu evden bir tek kendimi götürmeliyim. Bu Rehiye'nin defterini dürmeli ve onu Nermin'in öldüğü geceye emanet etmeliyim.

İyisi mi, ben derdimi de, kendimi de terk etmeliyim. Burada dursam kime anlatabilirim ki derdimi? Kâğıda yazsam, derdime tutsak olacağım. Suzi Hanım'a gitsem, benden dertli. Üsküdarlı'ya desem, bir ton nasihat verecek. Kuzenlerime dert yanmışlığım yok. Halam desem ya oflayacak, ya kendi tecrübesiyle kıyas edecek ya da savacak beni başından. Kalfalara anlatsam çaresizler, bir tek başımı okşayabilirler. Mektep arkadaşlarım dünyanın kederinden bihaberler. Öğretmenlerim ilk fırsatta halamla irtibat kurar, o ise derdimi önüme gelene anlattığım için etlerimi çimdirir durur.

Velhasıl, derdimi derdimin sahibinden gayrı dinleyecek kimsem yok. Benim yeni bir güne ihtiyacım var. Yeni bir bana, başka bir ben olma cesaretine ihtiyacım var. Yoksa hiçbir şey, bana Nermin'i unutturamayacak.

O alelade akşam sofrasında, Metin Kenter'i hâlâ sevdiğimi bile bile, niçin böyle bir görüşmeye rızam olduğunu dile getirdiğimi düşünüyorum ve aklıma yalnız bu sebepler geliyor. Zannederim içten içe ölüyordum ve canımı yakmadan, tam manasıyla kendimi yok etmeden, intihar etmenin bir yolunu aramaktaydım. Beni ney mutlu ediyorsa, ondan kaçtığım; ney mutsuz ediyorsa, beni mutlu edeni geri aradığım bir döngünün içinde volta atıyordum.

Bir noktada, bunu hiç istemeyen bir yanımın olduğunu bilsem bile, hayatımda bana yol gösterebilecek tek kadını dinlemenin bende yaşamaya değer bir farklılık yaratabileceğini düşünmüştüm. İplerimi saldım ve bu dünyaya gelme sebebimin, iyi bir eş ile iyi bir anne olmaktan geçtiğine inandırdım kendimi.

Bilal denenen kişiyi – abi mi, adam mı, yoksa müstakbel eşim mi demek doğru olur- diğerleri kadar iyi tanımıyordum. İzmirli oluşu onun hakkında iyi bir izlenim edinmem için kâfiydi. Onu yalnızca biri dükkânda, ötekisi ise pazarda olmak üzere iki kere görmüş, bahsini ise köşkteki gün merasimlerinde işitmiştim. Elime bir kalem tutuştursalar suratını çizemezdim, ya da erkeklerle dolu bir odaya kapatılsam hangisinin Bilal olduğunu seçemezdim. Ama kendimi öldürmektense, yüzünü bilmediğim bu adamla evlenmeyi kendime bir ölüm belleyebilirdim.

O saatten sonra tahsil görsem, okusam, çalışsam yahut kendi kendime şarkı söylesem ne fayda ederdi? On sekiz yaşımda öleceğim diye tutturmuşum. Latifelerin de latifesi bu! Besbelli yaşıyorum işte. Kâbusların en büyüğü bulmuş beni. Dostum ölmüş. Yaş günüm geliyor ve ölüm, ensemi dahi ürpertmiyor şimdi. Böyle giderse kaderimin Ankara'da yazıldığına ikna olacağım. Elimi neye atsam kuruyor zaten, neyi düşlesem avuçlarımda kalıyor. Kaderime boyun eğmeli ve bir çare üretmeliyim.

Derken Bilal ile evlenme fikrini kendime alıştırmaya çabaladığım sırada Nazar daha evvel bahsini etmediği bir arzusunu dile getirdi. İnsanların ne yaşarlarsa yaşasınlar, dönüp dolaşıp arzularının eteğinde gözyaşı döktüğünü söylerler. Bana da ne olduysa, birdenbire tüm kasvetli düşüncelerimin içerisinden sıyrılıp yaşadığımın farkına varabildim.

"Ay baba..." dedi şerbetini içerken. "Nasıl da unuttum... Mektepte haber ettiler, İstanbul seyahati olacakmış. Velililerinizden derhâl izin alın diye tutturdular. Ha, dilediğimiz biri de refakat edebiliyormuş veli olarak. Ben de Gülizar'ı alayım dedim-"

"İstanbul seyahati? Kasım ayında?"

"Yok..." dedi Nazar, ablası Gülizar'a baktı. Gülizar kaşlarını çatmış lokmalarını boğazına diziyordu. Mevzu bahis her ney ise, ona hiç çıtlatılmamış gibiydi. "Aralık'ta. Yılbaşına kadar orada konaklayacağız... Lâkin merak etme. Yılbaşı kutlamaya gitmiyoruz. Yılbaşına kadar diyorum sadece. Değil mi Gülizar?"

Gözlerimi hızla kaldırıp, "Sahi mi?" diye sordum. Hâlbuki birkaç dakika evvel Bilal denen beyle evlenirsem, belki İzmir'e gelin giderim ve her gün Nermin'in kabrini ziyaret ederim diye düşlüyordum. "Mektep mi götürecek bizi!" Hışımla enişteme döndüm. Mektebe uzun zamandır gitmediğimden tüm havadislerden mahrum kalmış olmalıydım. "Enişte... Lütfen."

Eniştem bir kızına, bir bana, bir de karşısındaki hanımına baktı. "Yahu hangi mektep karakışta bir dolu kızı İstanbul'a götürür... Olmaz öyle iş, vardır bir bit yeniği. Donarsınız be kızım-"

"Baba! Bir tek sen düşünüyorsun değil mi böyle şeyleri? Tabii ki de hesaba katmışlardır. En nihayetinde kalmalı olacak. Yoksa niye tüm mektebe duyursunlar-"

"Kalmalı mı?"

"Kalmalı mı!" dedim. Uzun zaman sonra kalbimde ilk kez bir şeyin heyecanını misafir etmiştim. Mideme dolan üç beş pilav tanesi de neredeyse mutluluktan dışıma taşacaktı. "İstanbul'da mı kalacağız yani! Aralık'ta? Yaş günümde Aralık'ta benim..."

"Of bir dursana sen, her şeye atlama. Evet babacığım, kalmalı." dedi Nazar. Yardımını ister gibi Gülizar'a ve annesine baktı. Onlarsa en az benim kadar şaşkınlardı. "Pera... Palas'ta kalacakmışız-"

"Pera Palas'ta mı!"

"Pera Palas'ta mı?" dedi eniştem. Huzursuzluğunu kirli bir öksürükle def etti. "Y-yahu güzel kızım. Sizin mektebiniz kendi boyasını, badanasını bizden talep ettiği paralarla karşılayan bir mektep. Hangi gelirle sizi yılbaşına kadar te Pera Palas'ta konaklatacak. Ülkemize misafir gelen gâvurlar kalır orada güzel yavrum."

"Baba..." dedi Nazar, bıkkınlıktan âdeta babasını tehdit ediyordu. "Benim sana yalan borcum mu var da teftiş ediyorsun her lafımı? Anne bir şey desene sen de!"

Aslında eniştemin kuruntusunu yersiz buluyor değildim. Varlıklı bir lisede okumuyorduk ve keskin soğuğun hat safhaya çıktığı Aralık ayında bizleri yılbaşına dek Pera Palas'ta konaklatacak kadar keselerinin bol olduğunu düşünmüyordum. Lâkin sorgulamak hatırıma bile gelmemişti. Kalbim pırpır ediyor, söz hakkı bana gelecek diye dudaklarım kıvrılıyor ve ne olursa olsun güzel bir şeylerin beni bulabileceği inancına dört elle sarılmak istiyordum. Metin Kenter'le evlenebileceğim, ona kavuşabileceğim ihtimaller beni sarsın ve yeniden eski yaşamıma döneyim istiyordum. Yeniden iyi hissedebilmek için Nermin'in toprağa karışmış bedenine muhtaç kalmayayım istiyordum.

Bir vakitler öleceğimi hissettiğim on sekizinci yaşım, geçmiş yaşamlarımın yuvası İstanbul, karlı bir Aralık ayı, yılbaşı, neon ışıklı Beyoğlu geceleri ve ulaşılamaz Pera Palas oteli. Bu ihtimale nasıl tutunmazdım?

Eniştem kızının teklifine elbette ki ikna olmuş değildi. Ertesi gün onu mektebe bıraktığında kapıdaki bekçiye bu tatili sual edeceğini söyledi, ama Nazar öyle köpürdü ki; hem babasının ona inanmamasının, hem de bir bekçiyi kendinden güvenilir bellemesinin hıncını tıpkı ablası gibi sofradan kalkarak ödetti.

Halam bir yana, eniştem ofisine, kızlar odalarına çekildi. Bense Belkıs Abla'yla birlikte sofrayı toplayıp kap kacak yıkadım. O kış, kardeş olan kalfalarımız Firuze ve Türkan abla, eniştemden aldıkları müsaadeyle erkek kardeşlerinin düğünü için köye dönmüştü. Evin tüm ayak işi Belkıs Abla ile omuzlarımıza yığılsa da, ben köşkteki bu boşluktan yana bencil bir mutluluk yaşıyordum. Nermin'in acısından sıyırabildiğim ender bir mutluluktu bu. Gülümsüyor ya da eski benliğime dönüyor değildim. Odada bir başına kalabilmenin saadetiydi hissettiğim.

Firuze Abla gittiğinden beri cam kenarındaki karyolasında uyuyordum. Geceleri sokağa çıkamadığımdan, canım ne vakit istese pencereyi aralıyor ve Üsküdarlı'nın tam karşımdaki dairesini süzüyordum. Benim ayaklandığım saatlerde tüm mahalleli uykuya daldığından, ya sokak kedilerini ya da Üsküdarlı'yı gözetleyerek içimdeki sessizliği dolduruyordum. İşten geç geliyor, sabahları ise neredeyse hiç uyumadan işine geri gidiyordu. Mektebe gitme ricasını her seferinde suskunlukla karşıladığımdan zannederim aramız bir dargın, bir barışıktı. Köşke bakan tek penceresi, askılığın arkasında kaldığından içeride ne yaptığını seçemiyordum. Diğer iki penceresini de kalın bir güneşlikle kapatmıştı. Pencereden bakma gibi bir huyu yoktu, evi çok alçaktı.

Fakat bir gece, şu evlilik bahsinin açıldığı günün evvelinde, ben penceredeyken Üsküdarlı'yla rast geldik.

Yarı uyuklar vaziyette sokağı süpüren temiz esintiyi soluyordum. Kollarımı pencere pervazına, başımı da kavuşturduğum kollarıma yaslamıştım. Hafif fırtınalı bir gündü. Gece ne yağmur, ne de kar yağmıştı.

Gözlerimi araladım. Ne pencereyi tıklatışına, ne de içeriye kuru yapraklar dolduran dengesiz havaya uyandım. Bir ürperti, bana uyanmam gerektiği sinyalini vermişti. Göz göze gelir gelmez yataktaki gevşek duruşumu düzelttim. Sırıtmaya meyilli, muzip bir ifadeyle tıpkı benim gibi pervaza yaslanmıştı.

Bir elini kaldırıp, "Korkma, korkma." diye kendini biraz geri çekti. Bir üst kata, sonra da komşuların pencerelerine baktı. "İçeriye niye girmiyorsun, üşürsün burada."

Uyku sersemiydim. Ona, sırtıma serdiğimi anımsadığım ama yatağa geri düşen yünlü şalımı gösterdim.

"Gerçi, doğru. Nasıl unuturum?" dedi. Sesi, ardındaki sokakta yürüyen esinti kadar alçak ve dingindi. Kollarını yeniden pervazda kavuşturup çenesini yumruk yaptığı eline yasladı. "Rehiye soğuğu çok sever."

İki aydır olduğu gibi sesimi çıkartmadım, ama evet dercesine yerimde kıpırdandım.

"Nasılsın bakayım?" dedi. "Daha mı iyisin, yoksa daha mı kötüsün? Ona göre küseceğim."

Suratımı odamın kuytularına saklayıp boynumu büktüm. İnsanlar bir şeyler demeye muhtaç olduğu ama dillendiğinde de kendi hakikatiyle yüzleşmek mecburiyetinde kalacağı yüreksiz hâlleriyle nasıl baş ederdi?

"Konuşmuyoruz gene anlaşılan..." Ağlamaklı gözlerle ona bakıp nazlanmaması gerektiğini ima ettim. "He, iyi bari. Demek herkesle konuşmuyorsun. Bana mahsus değil."

Onu onaylarcasına başımı kollarıma, kollarımı ise pervaza geri yasladım. Birkaç saniye, aramızda iki karış öylece birbirimize baktık. Gözümde biriken yaşı yakalamak ve yok etmek ister gibi konuşmayı sürdürdü.

"Dert değil." dedi tane tane. Sesi giderek alçaldı, dostane bir fısıltıya dönüştü. "Sana konuşmayı da ben öğretmiştim. Gene baştan başlarız."

O gülünce ben de tebessüm eder oldum. Yanaklarım ne zamandır gerilmediyse, yüzüm gıcır gıcır olmuştu.

"A de bakayım-"

Kolumla, kolunu dürttüm. "Üsküdarlı..." diye fısıldadım gitmesi için.

"Gene mi ilk kelimen ben oldum?"

"Latife etme..." dedim üzüntülü bir sesle. "Gülecek bir seyircin yok artık."

"Olsun, buna da şükür." dedi. "Ee? Daha mı iyisin, daha mı kötü?"

Sualini çok tartmadım. "Kötü olmaktan daha iyi, daha iyi olmaktansa bir karış uzağım."

"Bak bak..." dedi etkilenmiş gibi. Pervazdaki kolumu kaba bir kuvvetle sıvazlayıp elini tekrar çenesine dayadı. "İyisin iyi, yok bir şeyin."

Ona ani bir içgüdüyle, "Evet yok bir şeyim, mesela Nermin'im yok." demek istedim. Hayatımı idame ettirecek şeyleri dile getirmek zahmetsizdi, mesele ne vakit derdime geldiğinde onu içimden çıkaramıyordum işte. Hiçbir şey söylemedim. Gözyaşlarımı karanlıkta saklamak, odaya çekilip kendi sessizliğime geri gömülmek istedim.

"Mecmualarını aldın mı Belkıs Abla'dan?"

Gözlerimi kırpmadan ona baktım. Hayır.

"Kenter mecmuası İstanbul kartpostalı hediye ediyordu geçen sayıda. Her baskıda farklı kartpostal var. Koleksiyonuna katarsın diye on iki tane aldım, Beyoğlu olanların hepsi sende-"

Suratımı kollarıma gömünce Metin Kenter'in bahsinden kaçındığımı nihayet idrak edebildi.

Bu kez de, "Yarın götüreyim mi mektebe seni?" dedi, kendi açtığı bahsi aramızdan savmak için. "Değişiklik olur hem. Kızlarla laflarsın, iyi gelir. Ne vakittir gitmiyorsun. Şerif Amca iyi bir hekimdir, ama ona daha fazla sahte rapor yazdırabileceğimi sanmıyorum Rehiye. Derslerin için olmasa bile hayatınla yüzleşmek için gitmelisin. Sık dişini, bu sene tahsilini tamamlayacaksın zaten. Bitecek gidecek. Okumak istemezsen de... Başka bir uğraş buluruz sana-"

Kafamı kaldırdım. "Mektebe gitmek için Nermin'in evinin önünden geçmem gerek." dedim. "Kapıdan adım attığım gibi... Tam karşımda. Sokağın sonunda. İçinde ise o yok." Yanı başımdaki gövdesinin ardında kalan dar sokağa dalıp gittim. Titrek lambanın aydınlattığı karanlıkta hiçbir şey yoktu. "Yaptıkların için çok teşekkür ederim. Ama bu benim kazanabileceğim bir savaş değil. Yüreklendirme beni. Ben kaybedeli epey oldu."

Üsküdarlı'yla birbirimize pek benzemeyiz.

Onun bir hayat felsefesi vardır bir kere. İlmek ilmek kendini işlemiş, eğitmiş, yaşamın türlü eziyetlerine karşı kendine çelikten bir zırh işlemiştir. Ağladığını görmek zordur. Belki erkek olduğundan, belki de direkt böyle birisi olduğundandır. Hiç bilemem. Lâkin ben erkek değilim. Onun kadar atılgan olsam dahi, hür değilim. Omuzları tozlanmış alışkanlıklarıma sıkı sıkıya sarılmadan yeni bir güne uyanamam. Alıp başımı gidemem onun gibi. Zırhımı, kılıcımı kuşanıp en ufak bir keder batağında yardımıma yetişen uğraşlarımın takıntım hâline gelmesiyle mücadele edemem.

Tıpkı Nermin'in de söylediği gibi. Hayatın bana öğreteceklerini öğrenmeden, şuradan şuraya gidemem.

Üsküdarlı, elini dikenlerime batırmadan bir müddet şefkatini bana böyle akşamlarda, bir pencere pervazında gösterdi. Reddedeceğimi bilse de mektebe gitme meselesini, gerekirse gözlerimi kapatmak suretiyle, ekseriyetle tazeledi. Beni anlayan, bana kızmayan tek kişi olduğunu bildiğimden her seferinde nazlanıp reddettim. Ta ki o akşam yemeğinin peşinden, bir kova dolusu çöp atmaya çıktığım geceye dek.

Büyük çöp konteynırları sokağın bitiminde, caddeninse hemen ağzındaydı. Hava alma ihtiyacı duyduğumda Nerminlerin evinin önünden geçemediğim için, çıkmazdaki hurdalıktan dolanıyor ve caddenin başına, evlerin arka arazisinden uzanıyordum. O kadar da geç bir vakit değildi, ama kızlar dâhil herkes yataklarına yatmıştı. Çöplerimi attım, ay ışığının altında salına salına şarkılar mırıldanıp hurdalık araziyi bata çıka yürüdüm.

Çitlere tırmanmak üzere çıkmaza yaklaştığımda Üsküdarlı, hararetle pencereme tıklatıyordu. Evdekilerden birinin onu duyabileceği, ne malum komşuların dahi ayaklanabileceği bir gürültüyle dinlene dinlene soluyor, kendi etrafında yarım tur dönüp tekrar pencereme dadanıyordu. Köşke yaklaşan ayak seslerim, ezdiğim kuru çalıları gıcırdattı. Başını benden yana çevirdi. Ağaçların arasındaki cılız siluetimi seçince, "Rehiye!" dedi. Hınç dolu, kavgaya davetkâr bir tavrı vardı. Tek eliyle çitlerin üstünden atlayıp koşar adımlarla yanıma geldi.

Suratlarımızı güçbela görebiliyorduk. En yakınımızdaki sokak lambası onun evinin köşesindeydi ve dakika başı sönüyordu. Ay bile yalnız bastığımız çalıları aydınlatırken koygun gölgelerin kucağında kaybolmuştuk. Beni kolumdan yakaladığı gibi hurdalıktaki dut ağaçlarından birinin altına sürükledi. Onun evinin tam arkasındaydık. Karanlıkta biri bizi fark etse dahi kim olduğumuzu ancak Üsküdarlı'nın alçaltmadığı kaba sesinden ve de kolalı beyaz gömleğinden ayırt edebilirdi. Ceketini soymuş, ev hâliyle çıkagelmişti.

"Hayırdır? Fahriye ablamın dedikleri doğru mu?"

"Ne dedi ki-"

"Rehiye." Sesini dizginlese de hâlâ nefes nefeseydi. "Doğru mu, değil mi?"

"Neyden bahsettiğini anlamadım ki söyleyeyim. Açıkça de işte-"

"Seni görücüye çıkarıyormuş yengem. Kabul etmişsin sen de."

Neyi ima ettiğini anlayınca, "He... Doğru, evet." dedim hemen.

"Rehiye..." Tepemde dikilen boynunu bana doğru alçalttı. "O herife ben bile abi diyorum. Metin Kenter gelse emin ol o da abi derdi. Nasıl rıza gösterebilirsin böyle bir şeye? Yaşın kaç başın kaç senin, daha tahsilin bitmedi. Neymiş, evlilik iyi gelecekmiş sana! Halanın aklıyla hayatını mı karartmak istiyorsun sen-"

Onu bu denli hiddetlendiren kabahatimi anlamamakta hayli ısrarcıydım. Biraz düşündükten sonra, "İyi hissetmemi istemiyor musun?" diye sordum.

Bunu söylememle gülmeye, elleriyle yüzünü sıvazlamaya başladı. "Her kötü hissettiğinde evlenecek misin?"

"Bu öyle bir mevzu değil." dedim. "Sadece görüşme olacak zaten. Hem halamla eniştemin arasında bile on yaş var. Benden ufak olup evlenenler de var. Senin ya da bir başkasının ona abi demesi-"

"Sen kendi kaderini onlarınkiyle bir mi tutuyorsun?" diye diklendi üstüme. "İyi hissetmek istiyorsan git odana, sana aldığım ama bir köşeye fırlattığın mecmualara sarılarak Parisli aşkını düşle. Daha dün Metin Kenter diye ölüp bitmiyor muydun sen!"

Kim bilir. Belki de kabahatimin pekâlâ farkındaydım. "Evet." dedim. Dişlerimi birbirine geçirmiş, gözümün ucunda titreyen tek damla yaşla gölgelerin arasındaki gözlerini arıyordum. "Ama o, arkadaşım ölmeden önceydi. Nermin de Metin Kenter için ölüp bitiyordu. Bak? Sahiden öldü. Şimdi hazır o da ortada yokken, avunmak için Metin Bey'le evlilik düşleri kurmaya devam mı edeyim yani? Sırf kendimi daha iyi hissetmek için! Asıl doğru olan bu! Bilal Ab- Bilal, İzmirliymiş. Cenazeye gidemedim ama belki beni İzmir'e götürmesini sağlayabilirim! Hem de her gün, istediğim kadar Nermin'in yanı başında olabilirim. Sense bana bağırıyorsun, hâlbuki gurur duymalısın. Görmüyor musun? Savaşıyorum. Öylece oturmadan, ağlamadan, sızlanmadan önüme bakıp yaşamaya çalışıyorum. Bir yol arıyorum. Neden böyle yapıyorsun?"

Yüzüme bakmıyordu. Sinirden boşalan elleri belinde, bir bacağını sallayarak diliyle dişlerini kaşıyordu. Bu tartışılamaz tavrı sebebiyle onu ardımda bırakıp köşke geri dönmenin ikimizin dostluğu adına verilebilecek en barışçıl karar olduğuna hükmettim. Oysa attığım ilk adımda, yeni bir münakaşaya davet edercesine beni tekrar lafa tuttu:

"Sen evlenme hayali kurmadan yaşayamıyor musun?"

Sırtım ona dönük, olduğum yerde kalakaldım. Çalıları ezerek etrafımdan yürüdü, acele etmeden önüme geçti.

"Başına her bela geldiğinde kendini kurtarmak için acaba şimdi kiminle evlensem de beni alıp götürse diye mi düşünüyorsun?" dedi. "Nermin'i de bu yüzden seviyordun ya sen. Günün birinde seni de alırlar, bağırlarına basarlar da kızları bellerler sandın. Ne var ki yanıldın. Meral Hanım kendi kızını bile hasta etmeyi başaran bir kadındı çünkü. Bir anne olamadı senin için. Halanın aynısıydı. Tabii, Suzi Hanım başka. Onu ben de tenzih ederim de tenzih etsem neye yarar? Dizlerinin dibindeki mürebbiye bile onların derdinden memleketine dönemeyen bir kadındı. Kendini kurtaramayan, seni mi alıp uzaklara götürecek? Metin Kenter desen kendinden başkasını düşünmeyen züppe herifin teki. Halan seni enayi gibi çalıştırıyor, evinin kalfasından ayırmıyor sonra oğulları tüm gün kıçını devirip yatan anneler seni beğeniyor diye, sen de tamam olur evlenelim ben zaten çok üzgünüm bana da bir değişiklik olur mu diyorsun? Evlilik de hep kolaylığıyla bilinen, hanımları saadete boğan bir müessesedir ya zaten. Sen var ya, harbi enayisin Rehiye. Yaş aldıkça olgunlaşırsın sanırdım, hâlbuki her gün daha da geriye sarıyorsun kendini. Bu kafayla değil Metin Kenter, Bilal Abi bile kurtaramaz seni. Nermin için İzmirli biriyle evleneceksin, öyle-"

"Sen olsan yapmaz mıydın!"

"Yapmazdım!"

"Neden ama!"

"Çünkü Nermin öldü!" Başımı uzaklara çevirdim. Ellerimle önce yüzümü sonra da kulaklarımı kapadım. Fakat Üsküdarlı ellerimi kulaklarımdan çekti. Bileklerimden tuttu ve aylar sonra beni ağlamak mecburiyetinde bıraktı. "Seni incitmemek için cımbızla kelime seçiyorum ama yok, anlamıyorsun. Madem ağlayacaksın, ben ağlatayım. Nermin, öldü Rehiye. Örtmeden saklamadan söylüyorum, öldü. Öksürüp durduğundan ya da, bitap düştüğünden ölmedi. Kendi rızasıyla, kendi canını aldı. Acı çek diye mi söylüyorum? Ağlamanı, zırlamanı görmekten keyif aldığım için mi kıstırıyorum seni? Hayır. Kıza saygı duy, silkelen de kendine gel diye söylüyorum. Bu kız senin üzüleceğini; annesinin, dadısının mahvolacağını bile bile öldürdü kendini. Bu sona kendi razı geldi. Sense gidenin peşini kovalıyorsun!"

Bileklerimi ellerinden çekip yeninden yüzümü kapattım. Dut ağacının altına sığınırken gölgede hıçkıra hıçkıra ağladım.

"Neymiş efendim, seni İzmir'e götürecekmiş... He götürecekmiş de değil ki, götürebilirmiş!" Ya sen İzmir'de ne yapacaksın, bir baksana suratıma? Ziyaret dediğin bir kere olur, iki kere olur. Hadi bilemedin her hafta olur. Maksadın ziyaretse Suzi Hanım yengemle görüşmek istediğinde neden reddettin o vakit Rehiye! Cenazeye götürmek istedi bu insanlar seni, ama sen gitmedin." Üsküdarlı peşimden ayrılmıyordu. Bense ondan kaçamıyordum. "Gitmek istiyorsan söyleseydin. Niye söylemedin? Ne zaman istedin de götürmedim seni ben! Tamam, özlüyorsun anlıyorum. Ama o kızı gömdüler Rehiye. Hediye paketine sarıp salona sermediler, her arzu ettiğinde mezarını açıp... Ne yapacaksın, toprakla mı konuşacaksın? Git günlük yaz, mektup yaz, bir şey yap dök içini. Söyle ben götüreyim seni. Kaç yaşında adamla bunun için evlenilir mi!"

Artık öfkesini kusmuştur, bir daha da bu meseleyi ulaşılamaz raflara kaldırmıştır diyordum ki Üsküdarlı'yı bambaşka bir hâl aldı. Aradığı bir şey varmış da bulamıyormuş gibi sabırsızca sayıklayıp duruyordu. En nihayetinde, ona sırtımı dönmüş hıçkırırken beni kendine çevirdi.

"Ya ben... Ben senden ne kadar umutluydum Rehiye! Kendine nasıl layık görebilirsin böyle bir sonu!" Gözlerinde ve yüzünde tek bir damla yaş yoktu. Ama kırılan sesinin altında, sanki sırılsıklam kalmıştım. Beni omuzlarımdan sarsıyor, yaşlarıma yaş katıyordu. "Ben dayımı biliyorum. Yengemi biliyorum, kuzenlerimi biliyorum, ailemin insanını biliyorum. Onlar sana kendi çirkinliklerini bulaştırmasınlar diye etrafında pervane oldum. Seni okutmadı ya bu insanlar! Aklının ermediğine inandırdılar seni. Okutsunlar diye saman altından su yürüttüm. Sen dinle diye almadığım plak kalmadı. Sen şarkı söyle diye uzatmadığım yol kalmadı. Metin Kenter'le evlenmeyi kendine gaye edindiğinde bile sustum. Hadi dedim daha genç, âşık. Ama bu adam da okumuş, görmüş. Belki bu kıza el uzatır, belki benim onda gördüğümü görür de heba olmasına müsaade etmez. Okutur, parlatır, başında bekler. Bilal mi? Bu mu yani seçtiğin hayat? Sen bu musun? Bu kadar mısın? Hayatının ilk mağlubiyetinde kendini kazık kadar bir adama teslim et diye mi siper oldum ben sana? Kendi kuzenlerimi sevmediğim kadar sevdim. Kendi elimden tutmadığım kadar senin elinden tuttum. Yerden kalkamadığımda bile ilk senin düşüp düşmediğine baktım. Senin biri olduğunu, bir şeyleri başardığını, kendini buradan kurtardığını görmeden nasıl bırakırsın benim elimi?" Gücümün kalmadığını anlayınca beni bıraktı. "Sen sandığından daha fazlasıydın Rehiye."

Bu söylediği gariptir ki bana çok dokundu. Hoşuma gitmedi, bilakis hiddetlendim içten içe. Kambur dut ağacın gölgesi ikimizi de avucunun içine almış, çepeçevre sarmıştı. O da, ben de sessiz kaldık. Yaşlarımın ve ardı arkası kesilmeyen iniltilerimin dinmesini bekledik. Kendi etrafında tur atıp yüzünü sıvazlarken ben bir yolunu bulup sesimi ve metanetimi koruyabildim. Yanından sıvışıp gidebilirdim yine, fakat hazır yanında dikilmişken bu kez dile geldim.

"Sen de diğerleri gibisin."

Üsküdarlı yüzünü bana çevirdi. Ay ışığı, çatık kaşlarının ve kaskatı kesilmiş çenesinin bir kısmını aydınlatırken gözlerini yakaladım.

"Boyuna bir şeylere sürüklüyorsun beni. Ona kızıyorsun, ama aynı halam gibi davranıyorsun. O beni bir yere sürüklüyor, sense tam aksi yöne. Neden benim bu kadar olabileceğimi kabul edemiyorsun? Ne görüyorsun ki bende? Neyim ben? O anlattığın filmlerdeki gibi birdenbire şöhret olacak, dünyaları sallayacak bir kız mı sanıyorsun beni? Beni teşvik ettiğin en büyük şey hep şarkı söylemekti. O hâlde şarkı söylemeyi seviyorum diye mi ömrüm boyunca evlenmemeliyim? Ben bir tek söylemeyi seviyorum. Gerisi yok ki bende. Demek sadece temizlik yaparken söylemem için yaratılmış sesim. Belki de çocuklarıma ninni okumam için, belki de radyon bozulduğunda sana. Aktris de olamam, mektepteki piyesten bile kovuldum ben. İmtihanlarımda da muvaffak olamıyorum. Çalışıp kendimi kurtaramam Fahriye ablam gibi. İyi olduğum tek, gerçek bir meziyet var; o da evde olmak. Bir evi çekip çevirmek. Ve sen de huzuru onda bulduğum için beni azarlıyorsun. Madem ben sandığımdan daha fazlasıyım, o hâlde senin bende gördüğünü neden ben kendimde göremiyorum?"

Sustu. Yenilmedi ama başını belli belirsiz iki yana sallayıp yüzünü şapkasının altında sakladı. Bir süre bana sahiden bir yanıt vermesini bekledim. Ona, cevabı verilesi bir soru sorduğuma çok emindim. Bir çocuk gibi beni kenara çekip azarlamasını hak etmiyordum. Bilakis, tıpkı onun bana öğütlediği gibi ayakta kalmanın, yoluma bakmanın bir çaresini kovalıyordum. Hakkımı arıyordum. Geri geri yürüdü, benden uzaklaştı ve çitlere doğru yol aldı. Ben de köşke dönmek için kollarımı bağdaştırmış, peşinden gidiyordum. Ardında dikildiğime emin olduğu bir an, atladığı çitlerin ötesinden bana baktı.

"Aynaya bakmazsan, kendini göremezsin Rehiye." dedi. "Sense başkalarının aynasında arıyorsun kendini."


𖣂


Üsküdarlı'yla her yıl; her ayın, her haftasında, her günün her sabah ve akşamında muhakkak münakaşa eder, birbirimize küserdik. Anladım ki daha evvel hiç gerçek bir münakaşa etmemişiz. Zira o gece, ömrümde ilk kez nazlanmaksızın ona küsmüş, yükselen sesinin hatırımda kalan yankısından tir tir titrer olmuştum.

Görücü mevzusuna onun sandığı gibi bir alaka beslemiyordum. Bir gayem vardı ve evlenme ihtimalimin beni bu gayeye, eski huzurlu günlerime süratle kavuşturacağına inanmıştım. Ne var ki sofrada konuşulanları beni kendine dert edinmişken öğrenmesi, Üsküdarlı'nın mevzuyu içinden çıkılamaz bir vicdan meselesi hâline getirmesine zemin hazırlamıştı.

O sanıyordu ki, ben kendimden yaşça büyük bir adamın hanımı olmak için yanıp tutuşuyorum! Sanıyordu ki evde çitilediğim gömleklerin, entarilerin katbekatını çitilemek için gün sayıyorum! Sanıyor ki ben farkında değilim bastırdığım arzularımın. Sanıyor ki ben yaşadığım haksızlıklara değil boyun eğmek, neye uğradığımı dahi anlayamayan bir ahmağım. Hâlbuki beylerin karşımıza geçip biz hanımlara sen sandığından fazlasısın deyip gönlümüzü okşaması ne de kolaydır. Ama nedir ki bizde fazla gördükleri? Bende benim göremediğim bir tılsım varsa, dünya üzerindeki hangi bey benim uçmama izin verir? Kadınların bir başına kaldıklarını görmeyedursunlar. Hem yolumuzu açan olmanın gururunu tatmak isterler, hem de utanmadan avuçlarının içinde hapis olmamız için o koca seslerini arşa çıkarırlar.

Halam o akşamın ardından Müyesser Hanım'a evlenmek istediğim haberini tez bir vakitte uçurmuş. Bu kadar istekli oluşuna şaştım kaldım. Bir ihtimal yine bize misafir olduklarında bu konunun bahsi aralanır, hatta Üsküdarlı'nın tüm endişelerine rağmen bu görücü mevzusu da her zamanki gibi beni konu alan tüm meselelerin takılıp kaldığı görülmez boşluklardan birine takılır ve başımızdan savılır sanmıştım. Ancak halam ertesi gün odama gelip, "Ay Rehiye... Vallahi kedi olalı bir fare tuttun! Konuştum az evvel Müyesser'le. Ne mutlu oldu bir bilsen. Bilal de çok mesut olmuş. Dedi ki Cumartesi, caddenin karşısındaki Akçalar Çay Bahçesi'nde buluşsunlar, biz el sürmeden bir kendilerini tanısınlar. Ama... Rehiye mektebe gittiğini söylemesin." deyince, halamın benim için bir şeylere heves ettiğini görmem Üsküdarlı'yı haklı çıkaran bir vaziyette bu meselenin hız almasına rıza göstermeme sebep oldu.

Hayatımda ilk kez bir şey başardığımı ve bu başarıdan yana en çok halamın memnun olduğunu görmüştüm. Gözlerindeki saadeti ta yüreğimde hissediyordum. Çeyizimi düzmek, beni bir sonraki yuvama teslim etmek hususunda ne denli heves ettiğini, herkeslere mürüvvetimden bahsettiğini görebiliyordum.

Bu, benim imkânsızlıklarla kuşanmış sefil yaşamımda başarabileceklerimin en yüksek mertebesiydi. Ben, halamın ilk gelini olacaktım. Artık aklımda yoksa bile evlenecek olmanın telaşını halamın gülen gözleri uğruna doyasıya sahiplenmiştim.

Yaşamıma baktım. Arkadaşlarımın birbirine benzemeyen nice hayalleri vardı. Kimisi Fahriye ablam gibi yüksekokullarda tahsil görmek istiyordu. Kimisi hemşire olmak, öğretmen olmak yahut dünyaları gezmek istiyordu. Ben neyi istediğim konusunda kuvvetli bir kararsızlığın tesirindeydim. Rüzgâr nereye eserse orada mutlu olacağıma emindim ama ne hikmetse evden ayrılmaktan da, ebediyen dört duvar arasında yaşamaktan da aynı derecede korkuyor, aynı derecede mesut oluyordum. Nermin'den sonra giderek ufalan hayallerimin arasında kaybolmuştum. Günlerimin birbirinden farkı yoktu. Ankara'da yapabileceğim yahut yapmaya değer gördüğüm hiçbir şey yoktu. Bir ihtimal tahsilimi sürdürsem, işte ben bunu pekiyi icra ederim, dediğim bir alan da yoktu. Haklı olarak Üsküdarlı'yı anlayamıyordum. Kendimi keşfetmemiştim ve onun bende ne gördüğünü bir türlü idrak edemiyordum.

Bende üzerine düşüp işlemem gereken bir cevher varsa bile onu ne var edecek kadar yürekliydim, ne de onunla kabul görecek kadar erkektim.

Yapabileceklerimin bir hududu vardı. Gidebileceğim yerlerin, uzanabileceğim uzakların ve hayal edebileceğim düşlerin başlayan ve biten belirgin sınırları olduğu gibi hesabını da vermem icap eden büyüklerim vardı. Onun gibi iki pedal çevirip dilediğim yere gidemezdim. Onun gibi her darlanışımda kimseciklere hesap vermeden gecenin bir yarısı kendimi caddelere atamazdım. O, dilediğinde beni kenara çekip azarlayabilirdi ama ben onun evinin eşiğine adımımı atsam kollarıma çimdikler yerdim. O, eniştesini sevmiyorsa ondan uzaklara gidebilirdi. Ama ben halamdan öteye gidemezdim.

Ona muhtaçtım. Onsuz yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Ve onsuzluğu öğrenmeyi, hiç olmazsa birazcık tatmayı ne denli istediğimi kendime itiraf edemiyordum.

Hâliyle evlilik fikri, halamdan gördüğüm ilgi de dâhil olunca bana pek cazibeli gelmişti. Kendimden yıldığım ve en az çabayla nefes alacağım yenik yaşamımı sürdürerek Nermin'in yanına gitmek istiyordum. Ne halamdan uzak olacaktım, ne de halama büsbütün yakın olacaktım. Bir şey yapmak istediğimde halama değil, beyime haber etmem gerecekti. Hakkımdaki hükümler onun değil, beyimin buyruklarından geçecekti. Benimse bunun karşılığında yalnızca ona iyi bakmam, beslemem, hayatını çekip çevirmem gerecekti. Ve bu benim en iyi yapabildiğim meziyetimdi. Dilersem beni gezdirebilirdi. Dilersem beni uzaklara götürüp Ankara'dan kurtarabilirdi.

Tüm bunların uğruna, günler sonra dışarıya çıkmak pahasına Bilal'le görüşme teklifini seve seve kabul ettim.

Halam, ben yola çıkmadan evvel benimle gelmek istedi. Odamda giyiniyordum. Halamın seçtiği çiçekli, çamur rengi bir gömlek ve bileklerimin üstünde biten dökümsüz, bol bir etek giydim. Bunlar halamın gençliğinden kalma giysilerimdi. Birden:

"Bir patavatsızlık etmeyesin şimdi. Ya çocuk senden kaçarsa Rehiye?" dedi halam.

Uykusuzluğun gafletiyle belki de hayatımda ilk kez hiç düşünmeden halama karşı şu cümleyi kurdum: "Neden hakkımda böyle düşünüyorsun hala?"

Halam o sırada giydiklerimi süzüyordu. Dikkati bir şeye takıldığından beni duymadı, ya da iyi ihtimalle duymazlıktan geldi. "Giymesen mi şu eteği? Boyun da bana çekmemiş ki. Kısaydın, daha da kısaldın. Yaşın çıkacak ortaya. Çıkart şunu hemen." Sualimi yanıtsız bıraktı.

Cumartesi günü, mahallemizin az uzağındaki çay bahçesinde Bilal'le buluştuk. Üsküdarlı'ya elbette ki söylemedim çünkü günün sonunda nasıl büyük bir hata ettiğimle alakalı destansı bir tirat dinlemek istemiyordum. Sandığımın ve tembih edildiğimin aksine Bilal de kimsenin umduğu gibi biri çıkmadı. Elinde bir buket beyaz laleyle beni bekliyordu. Beni görünce ayaklandı. Selamlaştık, oturduk.

"İzmirliymişsiniz." dedim. Çantama sarılmış, masanın altında bacaklarımı sallıyordum. "Arkadaşım da İzmirliydi."

"Öyle mi? Hemşeri çıktık desene."

"Her yerini iyi bilir misiniz?"

"Herhalde." dedi Bilal kibar bir tebessümle. "İzmir güzeldir. Senin arkadaşın neresinde oturuyor?"

"Bilmiyorum ki." diye hayıflandım. "Ama Ortodoks Mezarlığı'na gömdüler."

Bilal bana öyle bir bakış attı ki, zannederim yanlış masaya oturduğunu düşündü. Gözlerindeki hayreti seçer seçmez bu meseleyi başka görüşmelere yahut daha ileriki dakikalara taşımakta karar kıldım. Ona, onu sordum.

"İşte ben de ne yapayım, sabah akşam dal buduyorum." dedi çayını yudumlarken. "Halam büyüttü beni de senin gibi. Annem olmayınca pek bir üzerime titredi. Beğendiği kimi görse bana yakıştırıyor anlayacağın. Lâkin yakıştırdıkları hep benden ufak maalesef."

"Niçin maalesef dediniz?"

"E çünkü maalesef." İkinci yudumunu alırken güldü. Önleri biraz biraz açılmış, sarıya yakın kumral saçları özenle taranmıştı. Ela gözlü, temiz yüzlü, mütebessim, düşük omuzlu bir adamdı. Çok yaşlı değildi, ama genç olmadığı yüzündeki ve ellerindeki ince kırışıklıklardan belliydi. Her an şaka yapabilecekmiş, ya da her hâlden anlarmış gibi ılımlı bir hissiyatı vardı. "İnsan dengini ister değil mi? Gençse, genç olanı. Benim gibiyse, benim gibi olanı. Yani kaç sene evlenememişim, bir baltaya sap olamamışım. Şimdi senin gibi bir kız benimle evlense kendine ne büyük fenalık eder."

Kendi hakkında böyle konuşmasına şaşırdım. Sürekli bir şeyleri niçin kendini kötümseyerek dile getirdiğini sormak ve cehaletimi cömertçe sergilemek de istemiyordum. Ne de olsa onu gizli ve açık yönleriyle tanımıyor, bilmiyordum. Hava biraz kararınca, Bilal'le alakalı elde tutulur fikirlere ve hislere sahip oldum. İnsanların maksatlarını anlamakta ne Üsküdarlı kadar, ne de Nazar kadar becerikli olmuşumdur. Fakat onda sahiden de içimi huzursuz etmeyen bir şeyler vardı. Ona bir his beslemek için çok erken olduğunu biliyordum. Ama aklı başında olan bir yanım, bana yanılmadığımı ve bu görüşmenin hakkımda hayırlı olabileceğini söylüyordu.

Evlerimiz çok uzak olmadığından Bilal beni sokağıma kadar bıraktı. Bir otomobili yoktu, bu sebepten yürüyerek bana eşlik etti. Bizim mahalleye yaklaştığımızda her yerden Üsküdarlı çıkabileceği için, ona teşekkür ederek veda ettim. İkisinin de başlarına bir iş açmasını istemiyordum. Beni kırmadan yolu geri yürü ve beni elimde lalelerimle yalnız bıraktı.

Bir baktım, Nermin'in evinin önüne bırakmış beni. Farkında bile değildim. Nerede olduğumu idrak edince canım sanki bedenimden çekildi. Elimde buketim, oyun eden çocukların arasında kalakaldım. Hatırımda çığlık çığlıya dizlerini döven Meral Hanım'ın feryatları yankılandı. İçimden yalvardım Bilal'e. Gelip beni alsın, gözlerimi kapatsın ve beni oradan uzaklaştırsın diye. Ancak ne vakit aralanan kapıdan Suzi Hanım'ı gördüm, o vakit gözlerimi kaplayan puslu dalgınlık saçlarımı okşayan esintiye karıştı.

Bakışlarımız birbirine kenetlendi. Tek bir saniye. İçeriye girme cesaretini bana o tek bir saniye, tek bir mahzun bakış bahşetti.

Kendimi ansızın içeride buldum. Suzi Hanım beni salona davet eder etmez birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir şeyin iki parçası gibi katıla katıla ağladık. O geceki perişan vaziyetini, kısılmış sesini, yolunmuş saçlarını ve çaresizliğini unutamıyordum. Ama belki onunla yeni hatıralar edinirsem, kötü olanları ardımda bırakmak daha da kolaylaşabilirdi.

"Bu koliler nedir Suzi Hanım? Yoksa-"

"Evet, Rehiyeciğim." İpek gibi elleriyle yanaklarımı okşadı. "İzmir'e dönüyoruz. Daha doğrusu Meral Hanım dönüyor. Ben Fransa'ya dönüyorum."

Bu haber, her bir köşesinde çocukluğumun koşturduğu antika salonun en orta yerinde beni kıskıvrak yakalamıştı. Kendimi görebiliyordum. Piyano taburesinde sıkış tepiş Nermin'le oturan, yarım yamalak öğrendiği tuşlara basıp bir melodi uyduran kendimi görebiliyordum. Birileri kapıyı çalıyordu. Köşke dönme vaktimin geldiğini, eniştemin burada olduğumu bilmemesi gerektiğini söylüyordu. Bense Nermin'in bembeyaz, hayat dolu yanaklarından öpüyor; Suzi Hanım'a sarılıyor, bana ikram ettiği şekerleri ceplerime doluşturup ertesi gün de geleceğime yeminler ediyordum.

"Rehiyeciğim?"

Kendimin yanımdan geçiyorum şimdi. Kapıya gidip ebediyen bu evden çıkmama olsa olsa on beş adım var. Hangi adımında o çocuğu kenara çekersem ve ona pek yakında evleneceğimi, Nermin'in artık hayatta olmadığını ve bu evde sevdiğim herkesin dünyanın bir ucuna dağılacağını söylesem. Hangi adımda geri döner ve kök salar bu eve? Kaçıncı adımımda arkama dönsem, kurtarabilirim Nermin'i yine?

"Rehiyeciğim. Yapma böyle." Suzi Hanım iki yanağımı da kavradığında gözlerimi biraz olsun kırpabildim. "Dilediğin zaman oraya da gelebilirsin yavrum. Biliyorsun. Nermin'in cenazesi de İzmir'de. Meral Hanım'ı burada tutacak hiçbir kuvvet kalmadı çocuğum."

"Beni de alın." dedim. "Lütfen. Ben de geleyim. Ben de İzmir'e gideyim."

Suzi Hanım'ın dudaklarında hazin bir tebessüm belirdi. "Meral Hanım'la mı yaşayacaksın?"

Ellerini tuttum. "Siz de gelin." dedim. "Gitmeyin Fransa'ya. Siz, ben, Meral Hanım. Üçümüz İzmir'de yaşayalım. Gidelim buradan."

Bu yanıtsızlığın ne manaya geldiğini biliyordum. Üsküdarlı haklıydı. Herkesin bir hayatı vardı ve kimse, hele ki kızlarını en acı biçimde yitirmiş hiç kimse, beni sahiplenmek mecburiyetinde değildi.

Haddimi bilir bilmez, "Ben... İyisi mi gideyim." dedim. "Belki daha sonra-"

"Yarın yola çıkıyoruz güzel kızım."

Köşke dönsem nafile, orada kalsam nafile. Zaafıma yenik düşüp bu eve geri girdiğim için, ya da belki de daha evvel girmediğim için kendime türlü belalar okudum durdum. Suzi Hanım, beni öylece ayakta bırakıp gitti. Evin içinde bir yerlere kayboldu. Bir süre, uzunca bir süre hiç gelmeyince ben de ayakaltında kendi kendime dolaştım. Gözlerimi kırpamıyor, dudaklarımı kapatamıyordum. Parmaklarının değdiği piyano tuşlarına dokundum. İzleri hâlâ orada mıydı? Uzaklara yürüdüm. Misafir banyosunun önüne geldiğimde derin bir nefes alıp kapıyı araladım.

Aynı o günkü gibiydi.

Küvetin perdeleri duvardaki kancaya sıkıştırılmıştı. Ardıma dönüp Suzi Hanım'ın gelip gelmediğine baktım. Her seferinde bir kum saatini dolduracak kadar uzun adımlarla içeriye girdim. Gözlerimi yumdum ve hakikate bakmadan, küvetin perdesini sonuna kadar çektim. Gözlerimi araladım. Klozete oturdum.

Sadece bekledim.

Konuşmadan, ağlamadan, sızlanmadan, yalnızca orada durmak ve varlığının sıcaklığını eski günlerdeki gibi hissetmeyi bekledim. Yaşamam için, bir hata yapmamam için bana bir işaret göndermesini bekledim. Lâkin Nermin, o perdenin ardından hiç çıkmadı.

"Rehiye? Rehiyeciğim gittin mi yoksa?"

Suzi Hanım'ın sesi salonda yankılandığında banyodan çoktan çıkmıştım. İçeriye girdiğimde kolunun altında bir koli vardı. Ne ufak, ne de çok büyük. Taşınılası bir koliydi. Beni görünce:

"Heh!" diye serdi inci dişlerini. "Bunu sana ayırmıştım, kalanını anca toparlayabildim."

"Bu nedir Suzi Hanım?"

Söylemekte biraz temkinli yaklaştı. "Nermin'in eşyaları." dedi koliyi kollarıma tutuşturarak. "Pek sevgili enişten seni İzmir'e de, Fransa'ya yollamaz diye düşünüyorum. Belki Nermin'in hususi eşyaları sende kalırsa hem yalnız hissetmezsin, hem de güvende olurlar."

O koliyi, içinde Nermin yatıyormuşçasına kucakladım. Bilal'in aldığı laleleri kolinin üstüne koyarken, "Teşekkür ederim Suzi Hanım." diyerek yaşaran gözlerimi ondan kaçırdım. "Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım."

Birbirimize yeniden sarıldık. Bu kez üstünkörü sarıldığımızdan, Suzi Hanım kolinin üzerindeki çiçeklerimi ancak görebilmişti. "Aa... Bu çiçekler ne böyle Rehiyeciğim?" diye sordu.

Bense bir buketime, bir de ona baktım. "Suzi Hanım. Buyurun sizin olsun." dedim hatırıma taze düşmüş bir fikirmişçesine. "Ben şimdi bu çiçeklerle eve dönemem. Siz benden daha iyi bakarsınız onlara."

Suzi Hanım ikiletmeden buketimi aldı. Çiçeklere olan zaafını biliyordum. Salonun sokağa bakan pencere köşesi, âdeta ufak bir sera gibiydi. Bana belki bu buketin sahibini sorar ve ben de bu fırsattan istifade görücü meselesi hususunda ona dert yanarım diye düşlüyordum ki, "Sana da Tarık mı aldı yoksa bunları?" diye acayip bir soru sordu.

Diyeceğim bu olmasa bile kurnazlık edip, "Size de mi alırdı?" diye sordum.

Her nedense Üsküdarlı'nın Suzi Hanım'a daha evvel çiçek almış olması fikri beni hem kıskandırmış, hem de hoşuma gitmişti. Ne de olsa ikimiz de onun elinde büyümüştük. Suzi Hanım beni mektep imtihanlarıma yetiştirirken, Üsküdarlı'ya ise haftanın iki günü safi canı istediği için Fransızca öğretirdi. Bittabi Fransızca muallimine çiçek almasından daha kabul edilebilir bir şey yoktu.

"Ah Tarıkçık..." dedi elindeki lalelerin yapraklarını okşarken. "Bana değil, Nermin'e alırdı aynılarından."

Kaşlarımın hat safhada çatıldığını hissettim. "Öyle mi?"

Suzi Hanım, diyeceği her neyse bir anne gibi içli içli soluyup hatıralara daldı. "Nermin'in pek bir gönlü vardı Tarık'ta. İkiniz buraya geldiniz mi havalara uçardı. Tarık da nezaketinden Nermin'e hep bunlardan alırdı hastalığından beri. Bak, oradaki vazonun-"

Kalbimin kökünde, varla yok arası bir şeylerin ansızın çürüdüğünü hissettim.

"N-Nermin... Tarık'a mı âşıktı?"

"Sen bilmiyor muydun Rehiyeciğim? Dostsunuz siz diye paylaştım ben."

Başımı çaresizce iki yana salladım. Suzi Hanım böyle bir lakırdı ettiğini bin pişman olmuştu. Sadece, "Bilmiyordum." diyebildim. İçime tarifsiz bir ağırlık çökmüştü. "Suzi Hanım." dedim. "Sizi incitirsem çok üzülürüm. Ama ben... Burayla yüzleşmeyi pek kaldıramadım. Gideceğinizi biliyorum, ama sonra gelsem? Akşam ya da sabah erkenden? Ben-"

"Rehiyeciğim... Kabahat bende, daha evvelinde haber etmeliydim sana. Lâkin Meral Hanım öyle perişandı ki, seni incitmesinden korktum. Ne vakit istersen gel yavrum. Hatta ne diyeceğim." Karşı duvardaki şifonyerin ilk çekmecesinden bir kâğıt ve kalem çıkarttı. Bir şeyler karaladıktan sonra kolimin içine attı. "Altta olan İzmir'deki adresimiz. Üstteki ise benim Fransa'daki adresim. Kız kardeşimin çiftliği. Mektup yazmak istersen oraya gönder, er ya da geç haberim olur. Birbirimizden de kopmamış oluruz."

Ona bir kere daha sarıldım. Mektup yazacağıma, onunla bir gün yeniden karşılaşacağıma ant içtim. Ayaklanıp onunla vedalaşırken aklımda hâlâ daha aynı şey vardı.

Kapıdan çıkmadan evvel kalbimi ovdum, "Suzi Hanım." diye seslendim son basamakta. "Kabalık etmezsem, sizden son bir şey rica edebilir miyim?"

"Bittabi güzel kızım."

"Lalelerimi geri alabilir miyim?"


𖣂


Köşke girmeme on, on beş adım kala kapının önünde rast geldik. İkindi güneşi dağların ardında saklanmıştı, bilhassa ona görünmek maksadıyla topuklarımı asfalta vura vura yürüyordum. Gözlerini tam benden çekiyordu ki, dört kolla sarıldığım çiçeklerime ve kolime dikkat kesildi. Bisikletini kenara çekme bahanesiyle bana yanaştı, "Ne o?" dedi.

"Koli." dedim. "Suzi Hanım verdi. Nermin'in eşyaları."

Tek kaşını kaldırıp indirdi. "Ötekini soruyorum." dedi. "Kimden o?"

"Çiçek."

"Görebiliyorum. Kimden diye sordum."

"Niçin sordun ki?"

"Kışın pek çiçek olmaz." Kafasıyla hurdalığı gösterdi. "Çok istiyorsan ot toplayayım ben sana. Kim verdiyse ziyan etmiş. Kuruyup gidecek."

"Dert değil." dedim. "Kazayla bana gelmiş zaten."

"Kim yollamış ki?"

Omuzlarımı silktim. "Bilmiyorum." dedim. "Nermin'e, şapkalı postacı bir çocuk göndermiş. Maalesef ki bana denk geldi. Çünkü artık Nermin diye biri yok! Öldü!"

Kendi laflarını anımsayınca kıstığı şımarık gözleri aralandı. "Ne diyorsun sen Rehiye?" dediğinde dayanamayıp çiçeğimi ona fırlattım.

"Asıl sen ne diyorsun!" Sesimi zapt eder etmez etrafıma bakındım, Üsküdarlı göğsüne çarpan buketi yakaladı. "Neden bana söylemediniz böyle bir şeyi?"

"Neyi kimle söylemedik Rehiye?"

"Nermin'le sevgili olduğunuzu!"

"Ne?" dedi çatallaşan sesiyle. Gözlerini belertip yutkundu. "İyi misin sen-"

"Alt tarafı görücüye çıkacağım diye bile azarladın beni." dedim. "Seni incittiğimi düşünmeme sebep oldun. Hâlbuki bana emek ver, benim elimden tut, bana bir şeyler öğret diyen de ben değildim sana. Hayatım boyunca hep sen bana bulaştın. Hep sen gelip benim elimden tuttun. Anlamıyorum ki... Ben sana nankörlük etmedim. Sadece bir görücü kabul ettim. Ama sen? Hakikati benden gizleme cüretini de hesaba katmalı. Yanı başımda, en yakın arkadaşımla-"

Üsküdarlı öznesi olduğu bu manzaranın bir seyircisi var mı diye iki yanına baktı. Köşkün az uzağında, daracık sokağın göbeğinde münakaşa ediyorduk. Birileri bizi muhakkak izliyor olmalıydı. Geçenki gibi hurdalıktaki ağaç altlarına tüneyip saklanamazdık. Hava aydınlıktı. Bu yüzden bisikletini evinin önüne bıraktı, elimdeki koliyi kapısının önüne koyup yanıma geldi. Kolumu çok hırpalamadan tuttu ve beni sokağın ağzına, caddeye doğru sürükledi.

"Öyle bir şey yok, tamam mı? Kim dedi sana bunu?"

"Suzi Hanım." dedim duyduklarımdan emin bir sesle. "Nermin'e hastalandığından beri hep bu çiçeklerden alırmışsın. Sende gönlü varmış çünkü. Bana söylemeye değer bile görmediği bir aşk olsa gerek. Nasıl da aptalım... Bunu nasıl fark edemem! Bense onu sabahları nezaketinden gezdiriyorsun sanırdım. Bunu bana nasıl söylemezsin!"

"Arkadaşının benden hoşlandığını sana nasıl söyleyebilirdim Rehiye?" dedi. "Bu hoş bir şey mi sence?"

Cadde ağzına çıktığımızda yol ikiye ayrıldı. Sol tarafta Bilallerin çiçekçi dükkânını görünce, Üsküdarlı'yı kolundan tutup sağdaki kaldırımdan yürüttüm. "O da söylemedi ki!" dedim. "Sen de söylemedin. Böyle mi öğrenecektim âşık olduğunuzu! En yakın arkadaşım ve en iyi arkadaşım-"

"Rehiye! Aşk falan yok, saçmalama!" Sinirden ne elleri, ne de kolları duruyordu. Kendini bu denli müdafaa etmeye çalışmasını o sırada garipsememiştim. Olağan hâlinde Üsküdarlı böylesi basit bir yanlış anlaşılmayı oturduğu yerden, kılını kıpırdatmadan izah eder ve kimin ne düşündüğünü umursamazdı. "Benim kötü bir maksadım yoktu, yemin ederim. Sana nasıl yardımcı oluyorsam, ona da olmak istedim. İkiniz de aynısınız benim için. Senin halan, onun da annesi. Kız hastaydı Rehiye. Ben de seni mektebe bıraktığım zaman vaktim kalırsa mahallede ona tur attırıyordum. Hava alsın, annesinin himayesinden biraz kurtulsun istedim. Sen olsan, sana da aynısını yapardım. Sen olsan, sen de benim yaptığımı yapardın. Bir başkası olsa, başkasına da aynısını yapardım. Ama ben ona hep mesafeli yaklaşma gayretindeydim. Dostluğumuza güvendiğim için benden hoşlanacağını kestiremedim-"

"Tabii ki senden hoşlanacak! Senden başka hangi erkeği görüyor ki bu mahallede-"

"Bana mektup yazmış." dedi izah ettikleri kâfi gelmemişçesine. "Benden hoşlanmanı beklemiyorum, sadece sevgimden haberdar ol ve ölmeden evvel birini sevebilmeme müsaade et, demiş. Ne yapsaydım Rehiye?"

Nermin'e duyduğum sevginin hatırına sessiz kaldım.

"Benim de hödüklüğüm tabii. Düşünemedim. Mektubu alır almaz kızın yüzüne gidip dedim ki, Nermin ben senden hoşlanamam. Aramızda böyle bir münasebet olamaz. Fakat sıkı dostlar olabiliriz ki öyleyiz de zaten. Çok alındı. Suzi Hanım günlerce kınadı beni. Ben de kızı daha beter ederim korkusuyla af diledim."

Kollarımı birbirine kavuşturmuş cadden geçen otomobillere bakıyordum. Birlikte bir binanın kaldırım kenarındaki demirlerine yaslandık. "O ne dedi?"

Suratına fırlattığım çiçeklerin yapraklarını yanağıma dokundurup geri çekti. "Lalelerimi tazelersen barışırız, dedi."

Ne derse desin ikna olamıyordum. "O vakit neden Nermin'e güvenmememi tembihledin sen? Kenterlerin geldiği gün sırf bunun için azarlamıştın beni-"

"Nermin'e güvenmemeni tembihlemedim ben Rehiye." diye üste çıktı. "Nermin'in bana olan hislerini bildiğim için balo hayalini ona hediye etmemeni tembihledim. Ama görünen o ki-"

"O vakit neden Nermin, Metin Kenter'den değil benden hoşlanıyor demedin! Mektubu takas edip Nermin'in adına gönderdiğimi biliyorsun!"

"Nermin sana bunu anlatmadıysa, ya da ne bileyim ima ettiyse de sen anlamadıysan, benim anlatmaya haddim yok ki. Mahremiyet denen bir şey var neticede. İçinde ben olayım ya da olmayayım." Çok sonra ikimiz de birbirimize itiraz etmeksizin sustuk. Bir ara başını bana çevirdiğini hissettim. "Neden ağlıyorsun?"

Ağlıyor muydum? "Bana da çiçek alabilirdin." diye bir bahane uydurdum. "Ben de senin dostunum. Hasta olmadığım ve senden hoşlanmadığım için bana hurdalıktaki otları layık göremezsin."

Üsküdarlı gevşek bir duruşla elindeki çiçekleri sallayıp hırpaladı. Sesi ciddileşmişti. "O yüzden mi bir çiçekçiyle evleniyorsun?"

Yaşlar gözlerime dolarken solumuzda kalan çiçekçi dükkânına baktım. Bilal yoktu ama içinden bir adam çıkıp kepenklerini indirdi. Böylece türlü kılıflara sardığım esas niyetimi ilk kez Üsküdarlı'yla paylaşmış bulundum.

"Nermin gibi intihar edecek cesaretim olmadığı için bir çiçekçiyle evleniyorum."

Aniden dudaklarımdan dökülen bu hakikat, Üsküdarlı'yı günler boyu peşime düşürdü.

Bir hata yaptığıma her şeyden çok emindi. Bu kararları verenin ben olmadığıma inanıyor, kendimi bana geri getirecek tüm çareleri kovalıyordu. Lâkin ben ne dilimin, ne de yüreğimin söylediklerine kulak kabartabiliyordum. Bu süre zarfında Bilal'le üç kere daha buluştum. Bu buluşmalar mektebe gitmemek ya da köşkte kalmamak için başvurduğum birer kaçış yoluydu. Buluşmaların hiçbirinde evlenme arifesindeki bir çift gibi değildik. Karşımda yeni, bilmediğim biri vardı ve ben onu merak ediyordum. Ona bir duygu beslemiyordum. Yalnızca konuşmasına müsaade ediyor, onu anlamaya ve tanımaya çalışıyor, onu sevip sevemeyeceğimi aklımda tartıyordum. Aramızdaki samimiyetin hududu parktan rastgele birini çevirip ona, "Birlikte her Cuma buluşup sohbet edelim desem gelir misiniz yanıma?" demekten öteye katiyen geçemiyordu.

Bilal'i tanımak bana hayatımın yepyeni, bilmediğim bir sayfasını araladığım hissini verirdi. Ondan hoşlandığımdan değil, tanımadığım bir insanı hayatıma dâhil etmenin heyecanından bu buluşmalara seve seve giderdim. Kâinatta benden başkaları da varmış; kalbi ve aklı olan, hayalleri ve müşkülleri olan bambaşka insan varmış, dedirtirdi bana. Kimileri bu hissi tatmak için kitap okur yahut paraları varsa sinemaya giderler. Benim gibi evlilik vaadine sığınmak tercihleri değildir.

Gel zaman git zaman buluşmalarımız sıklaştı. İlk günler evliliğe ve aşka dair bir şey konuşmazken, zannederim onunla üçten fazla kere buluşan ilk hanım oluşumdan, Bilal her davetine teşrif etmemi kendi hayrına yordu.

"Anne olmak ister miydin?" diye sordu bir keresinde bana. Artık yalnız çay içmiyor, yanında tatlı da ısmarlayabiliyordum. Her şeyi Bilal karşılıyordu. "Ben bunu kimi zaman düşünürüm. Babam var hamdolsun, ama nasıl bir baba olurdum acaba diye? Ne de olsa ikimizin de bir kanadı kırık. Anne olmak üzer miydi seni?"

Yudumladığım şekerli açık çayımı tabağının tam ortasına yerleştirdim. "Çok isterdim." dedim. "Aslında çocukluğumdan beri kurduğum bir hayaldir bu. Üsküdarlı- ay, yani Tarık, eniştemin yeğeni olur, birlikte büyüdük, bana hep şey der... Beni ne vakit sokakta görse elimde mütemadiyen keçeden bir bebek olurmuş. Beslemeye çalıştığımda hep kirletirmişim, kimi zamansa yere oturur ayaklarımda sallarmışım. Çocukken bile bir anne olduğumu söyler bana."

Aynı anda güldük. Lâkin benim gülüşüm çok sürmeden dudaklarımda yarım kaldı. Parçalarını birleştiremediğim bir hayalin silueti sanki iki göğsümün arasından geçip gitmişti. Ürperdim.

"Hayalin anne olmak demek."

Ellerim havada, "Yok, yok! Yani... Kısmen." dedim yanlış bir lakırdı etmişim gibi. "Anne olmak değil de. Bir... Yuva yaratmak. Bir yuvayı yaratma haddine sahip olmak isterdim. Sözümün tesirinin olmasını."

"Bir yuvan yok mu zaten?"

"Var tabii." dedim. "Ama..." Bu hakikati kabullenemiyordum. İtirafı bana bir günah gibi hissettiriyordu. "Kimse içine düştüğü yuvayı seçemez ya... Ben çocuklarımın, görse seçmek isteyecekleri bir yuva kurmak isterdim. Çok büyük hayalleri olan biri değilimdir. Nasıl denir..." Düşününce hayalime en iyi emsal Üsküdarlı'nın evi olabilirmiş gibi geldi. "Derme çatma, tek gözlü bir evde de mutlu olabilirim. Bozuk bir radyonun sesi de beni mutlu edebilir. Eğer içinde sevdiklerim varsa tabii. Eşim ve çocuklarım mesela. Yanık bir kahveyi de içebilirim. Bayat bir ekmeği de ağzımda kemirebilirim. Patlıcan bile yiyebilirim. Rutubetli bir evi de süsleyebilirim. Taze çiçeklerdense benim için yolunmuş kuru bir otla da mutlu olabilirim."

Bilal'in, hayalimin bir parçası olmadığının farkına varmak güç değildi.

Tüylerimi ürperten o siluetin karanlığı bu kez kalbimin üstüne çökmüştü. Bu hissi daha evvel de tatmıştım. Nermin'in çiçeklerini kimin aldığını öğrendiğimde tıpkı buna benzer küskün, çaresiz bir his yüreğime saplanmıştı. İstikbalimde tasavvur ettiğim o evi düşlediğimde, çocuklarımın babasını Bilal olarak hayal edemiyordum. Amma velâkin hayallerimin peşinden gidersem de, yaşadığım hayatın sürüp gitmesinden pek korkuyordum. İçimde gözlerimi yumdum. Düşlerimdeki eşimin güzel yüzüne bakmadan zihnimdeki imgeleri bir kenara süpürdüm. Sadece karşımda oturan beye, tek mevcut şansıma baktım.

Kendimi için, kendim feda etmeliydim.

Halam ve Müyesser Hanım, beni istemek üzere ailecek sözleştiklerini gene bir akşam sofrasında ev ahalisine duyurdu. Fahriye ablam bu kayıtsızlığıma karşı sofradan kalkıp gitti, benimle hiç konuşmadı. Gülizar'a, halama ve enişteme hava hoştu. Ama garip bir şekilde Nazar bu habere kardeşi kadar sevinmemiş gibiydi.

Ertesi sabah Nazar'la beraber hazırlanıp eniştemin bizi mektebe bırakması için kapıda bekledim. Nihayet mektebe gitme şevkimin kendiliğinden geldiğini görüp sevinir sandım ama eniştem, "Kızım senin bu saatten sonra mekteple ne işin olur? Tahsilini bitirene kadar oho... Çocuğun bile olur. Boş boş işler." diye söylendi. Hem utancımdan, hem de yanıtını bulamadığımdan enişteme boyun eğerek söylenmesine müsaade ettim. Suzi Hanımlar çoktan memleketlerine dönmüştü ve her günümün, her saatinin aynı geçmesinden bunalmıştım. Mektebin önünde indik, çantalarımızı omuzlandık ve sevgili kuzenimle mektep binasına doğru uzun zaman sonra yeniden birlikte yürüdük.

Nazar, o gün ilk kez bana ismimle seslendi. Normalde beni birine anlatıyorsa ismimi kullanır, benimle konuşurken herhangi bir eşyaymışım gibi kaba ve kimliksiz hitaplarda bulunurdu.

"Rehiye." dedi katı bir sesle. Yüzü dümdüz yolu seyrediyordu. "Sahiden evlenecek misin?"

Bana bir şey sormasına alışık değildim. Sütkardeş olmamıza rağmen yan yanayken tek parça durabilmemiz bile bir mucizeydi.

"Neden öyle sordun?" dedim garipseyen, yorgun bir sesle.

"Hiç." dedi kestirip atarak. Bir şey ilave etmesini bekledim. Mektep basamaklarına yaklaşmıştık ve birazdan sınıfa girdiğimizde, muhtemelen akşama dek hiç konuşmayacaktık. Derken beni şaşırttı. Binanın içine girmeden evvel biraz yerinde oyalanarak, "Bence şimdi evlenmemelisin." dedi nasihat verircesine.

"Niye ki?" diye sordum. "Yaşım geçiyor."

Paltosunun köşeli vatkalarını kaldırıp indirdi. "Ne bileyim ben." dedi. "Böyle evleneceğini tahmin etmemiştim."

Yüzüne aynı ukala ifadeyi takınarak içeri girdi, akşama kadar hiç konuşmadık. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir şekilde evleneceğim bahsi kimileri tarafından yalanlanarak, kimileri tarafından da ispatlanarak tüm mektebe yayılmıştı. Öte yandan gelmeyeli ne de çok şey değişmişti. Yedi Kocalı Hürmüz piyesi neredeyse sergilenecek kıvamdaydı ve benden alınan Hürmüz rolü Suzan'a gitmişti. Hiç üzülmedim, bilakis benden daha iyi taşıdığına kendi gözlerimle ikna oldum.

Mektepteki günlerimizin çoğu gösteri salonundaki koltuklarda geçiyordu. Mühim bir dersimiz ve imtihanımız yoksa sınıfça salona iniyor ve piyes provalarını seyrediyorduk. Kimse yanıma oturmuyordu.

Sanki evlenmişim ve iki ayda, bir sınıf dolusu çocuk doğurmuşum ve bu çocukları doğurmak beni aşağı bir varlık hâline getirmiş gibi herkese farklı bir Rehiye gibi görünüyordum. Kimseyle gülmüyor, sek sek oynamıyor, ip atlamıyor, mektep çıkışları birbirimizde buluşmuyor ve tasvip edilmeyecek yüksek kahkahalarımızla bayiden aldığımız yeni mecmua sayılarını okumuyorduk. Birkaç ay evveline kadar yapabildiğim her şey, âdeta ellerimden sökülüp alınmıştı. Belki de kederim beni sakinleştirdiğinden, onlara her zamankinden ağır görünüyordum. Bir kadın gibi. Oysa yalnızca salondaki kırmızı koltuklarda oturuyor, tüm repliklerini ezbere bildiğim provayı seyrediyor ve Hürmüz'ün kocalarını sayıyordum.

Bir gün Nazar, alışık olmadığım bir cömertlikle beni ahbaplarının arasına kabul etti. Evden getirdikleri sefer taslarını dizmiş, birleştirdikleri sıranın üzerindeki sofra bezinde kendilerince bir kış pikniği tertip etmişlerdi. Ben aç değildim, ya da beni bizzat Nazar da davet etmiş değildi. En sıkı arkadaşı Rukiye –kendisi de en az Nazar'ın şahsiyetinde fena bir kızdır- beni yanlarına çağırdı.

İcazet beklercesine Nazar'ın gözlerine baktım. Hislerini örten sakin bir ifade takındığından bunun evet demek olduğuna hükmettim. Sınıfın en ücra köşesinde birleştirdikleri sıralardan birine sokuldum.

"Rehiye?" dedi kızlar fısır fısır. "Havadisler doğru mu? Evleniyor musun sahiden? Çeyiz düzmekten mektebe gelemediğini söylediler-"

"Aşığın olduğunu bilmiyorduk bile, bunca vakit nasıl sakladın Allah aşkına!"

"Nasıl bir çocuk? Yakışıklı mı bari?"

"Karşı lisedekilerden mi? Yoksa bilmediğimiz biri mi?"

"Ay yoksa o İstanbullu çocuk mu?" Kızların hepsi aynı anda inlerken, gülmekten birbirlerini ittiler.

Nazar'la göz göze geldik. Muhtemelen arkadaşlarına tüm bunları ileten kendisiydi ama hiçbir şekilde Bilal'den bahsetmemiş olmalıydı. Ne ben ona kızdım, ne de o benim ardımdan kuyumu kazdı. "Doğru duymuşsunuz." diyerek meraklarını giderdim. "Ama hemen evlenmiyorum. Sadece aile arasında bir nişan olacak. Mektep bittikten sonra nasipse düğün."

"Ee? Nasıl biri?"

Nazar'a baktım. Gözlerimiz birbirine değince benden kaçtı.

"İyi biri." dedim.

"Başka?" dediler ısrarla. "Başka nasıl biri? Ay, anlatsana!"

Düşündüm ama bulamadım. "Sakin biri. İzmirli. İyi bir insan işte." Etrafımıza zamanla daha fazla kız doluştu, kendimi baskı altında hissettim. Saflığımdan ağzımdan istemeyeceğim bir şey çıktı: "Bilmiyorum ki... O kadar iyi tanımıyorum. Sadece beş kere görüştük."

Kızlar alay ediyorum sandıklarından tüm sınıflardan işitilebilecek kuvvetli bir kahkaha patlatıverdiler. Nazar ise şüphe uyandırıcı bir sessizlikle başını sefer tasına indirmiş, geçen gece benim pişirdiğim böreği ağzında geveliyordu.

"Haspam. İnsan beş kere görüştüğü biriyle nasıl evlenir..."

"Ne var ki bunda? Babamla annem hiç görüşmeden evlenmişler, sonra da ben doğmuşum."

"Ne var ki bunda diyor... Hay Allah'ım! Baban sabırlı bir şahsiyet olsaymış bugün aramızda bile olmayacakmışsın Gülnihal." dedi Rukiye. Hep bir ağızdan kös kös gülüp birbirlerinin sırtlarına vurdular. "Rehiye de bu gidişle evlendiği gece şey olacak desenize."

"Ney?" dedim kaşlarımı çatarak.

Bu sualim Nazar hariç herkesin birbirine bakmasına sebebiyet verdi. Bense gözlerini sefer tasındaki böreklerden ayırmayan kuzenime bakıyor, peşinden de ahbaplarının suratından ettikleri latifeyi çözmeye çalışıyordum. İçlerinde karşımda oturan, eliyle karnını işaret etti. İçinde koca bir şey varmışçasına hayali göbeğini ovaladı. "Gebe kalacaksın işte." dedi alayla.

"Ha..." desem de, bu bahiste gülmeli ne olduğunu anlayamadım. "Ama Allah Gülnihal'i nasip etti diye ben niye gebe kalıyorum. Onu anlamadım."

"Nasıl?" dediler kahkahalarını alçaltırken. "Nasıl yani?"

Nazar'a baktım. Dikkati bende değildi, lâkin kulaklarının hiçbir lafı kaçırmaksızın bizi işittiğini biliyordum.

"Bazı hanımlar gebe kalamıyor ya hani Allah nasip etmediği için." dedim izah etmeye çalışırken. "Demek ki Gülnihal'in annesine hemen nasip olmuş. Bana da nasip olacak mı, olmayacak mı nereden bilebiliriz. Onun annesi gibi evlendiğim gece nasıl birden gebe kalabilirim? Belki de gündüz evleneceğim, halamla daha kararlaştırmadık-"

Hayatım boyu kimsenin bana bu kadar güldüğünü hatırlamıyorum. Nerede latife yaptığımı anlamamıştım. Bana izah etmesi için Nazar'a baktım. Ama o gözlerini dahi kırpmaksızın bir noktaya dikilmiş sabırla soluyordu. Kahkahaların arasında mahsur kalmıştık.

"Sen ciddi değilsin değil mi?" dedi Rukiye. "Annen... Sana hiç anlatmadı mı? Ya da bir ablan?" Rukiye bir annemin de, kuzenlerimden başka ablalarımın da olmadığını her hafta evimize davet edildiğinden bizzat biliyordu.

"Ya da abin?" Kızlar daha da kahkaha attılar.

Garipsedim. "Annem yok ki-"

"E halan ne güne duruyor?" dedi bir başkası da kıkırdarken. "Nazar. Bu kız nasıl evlenecek? Annen sana anlattıklarını Rehiye'ye hiç mi anlatmadı? Yazık garibim, leylekler getirecek sanıyor-"

"Ay düşünsenize..." dedi Rukiye, bir eliyle yanındaki arkadaşını hırpalarken. "Rehiye'yi tez vakitte evlendiriyorlar, ertesi günde de mektep var. Leyla Hoca'nın dersi, katiyen katlanamaz geç kalmaya. Bizimki de zannediyor ki mışıl mışıl uyuyacak düğün gecesi. Ama kocası ona-"

Nazar, sofrasındaki her şeyi rüzgârıyla devirerek paldır küldür aramızdan ayrıldı. Kızlarla birbirimize baktık. Hâliyle peşinden gitmek de bana düştü. Yere düşürdüğü börekleri tasına geri koyup ardından koştum.

"Nazar!" diye seslendim koridorda. Seslenişlerimin hiçbirine durmadı ama ne vakit koridorun sonunda koluna uzanma cesareti gösterdim, o vakit ateşle bana püskürdü.

"Ne var ne! Allah'ın cezası!"

"Neden gittin öyle ne oldu?" diye sordum. "Merak edecekler seni-"

Önce nefes aldı, sonra da diyeceklerini dizginlemeye çalıştı. Gözleri yaşlı olmasa bir kabahat işledim sanacaktım.

"Sen nasıl bir ahmaksın söylesene?" dedi beklemediğim bir anda. "Ben hayatımda senin kadar aptalını görmedim. Hiçbir şey bildiğin yok ki. Hangi cesaretle evleneceksin! Evcilik mi bu! Ahmak! Kafasız, akılsız-"

Yersiz hakaretlerine aldanmadım. Çünkü bu tavrının onun tabii hâli olmadığını biliyordum. Bir sıkıntı olmalıydı. Ben sustukça daha da köpürmesine sevk veren bir sıkıntı.

Onun aksine gayet sakin ve her an uykuya dalabilircesine hissizdim. Sınıfa geri dönüp onu kendi içindeki münakaşasıyla baş başa bırakmakta karar kıldım. Üstelemeden yürüyüp uzaklaştım. Fakat koridorun ortasında durup ona döndüm. Bana cevabını veremeyeceği bir sual ettim:

"Ahmak olmam seni niye ağlatıyor?"

İsteme merasimime kadar, Nazar'la buna benzeyen bir sürü garip gün geçirdik.

Bu günleri geçmiş günlerimizden ayıran en bariz farklar, muhakkak Nazar'ın alışagelmedik derecede durağan ve düşünceli hâlleriydi. Sofrada enişteme bir şeyler ısmarladığı sohbet faslını kısa tutuyor, kendi mürüvveti hakkında daha az hayaller kuruyor, eskisi gibi laflarımı bölmüyor ve bizzat benimle kurduğu göz temaslarından itinayla kaçınıyordu. Evdeki herkesten bu muameleyi görmeye alışıktım, lâkin Nazar'ın kendini benden sakınışı bile benim adıma bir alaka gösteriş biçimiydi. Ve ikimiz de buna aşina değildik.

Geleceğime dair nasıl bir hatanın uçurumunda yürüyorsam, huysuz kuzenim bile beni oradan çekip kurtarma gayretine kapılmıştı.

Bana kendi lisanında dil döküyordu. Ama bilmiyordu ki, ben umutsuz bir vakaydım artık. Geri dönmem mümkün değildi. Bir dedikleri öteki kulağımdan çıkıyordu. Ve bu sözde hatanın, sevgisini ve ilgisini bir türlü kazanamadığım halamı neşelendirdiğini gördükçe bir şeyler başardığımı sanıyordum. Tüm kaderim onun tasarladığı gibi olsun da, yüzünü güldürmekte payım olsun istiyordum.

Hayatımın o faslını, birbirinden farklı iki gece değiştirdi.

Biliyorum ki o günler diğer günlerimden azıcık dahi olsa farklı geçmeseydi, ben sonsuza dek ömrümün geri kalanını bu köşkte geçirecektim.

Zira sabrı tükenmek üzere olan yalnızca ben değildim. Benim gözlerimin aralanabilmesi için, birinin daha isyan bayrağını kaldırması gerekiyordu. Ve biz, bunun için geç bile kalmıştık.

Ağzımı bıçak açmadığı, ıstıraplı günlerimin herhangi bir tanesindeydim. Her şey tüm diğer günlerde olduğu gibi başlamıştı. Serin bir seher vakti, hiç zahmet çekmeksizin soğuk yorganımın altından kalktım. Sabah ezanı okunmuş, karanlık sema biraz biraz aydınlanmıştı. Sesleri her daim bana çocukluğumu anımsatan o görünmez guguk kuşları, çıkmazın ardındaki hurdalık araziden bana bir şeyler fısıldıyordu. Onları göremedim. Bir fırsatım olsa, bana ne dediklerini bilmeyi ne de çok isterdim.

Üniformamı giydim, siyah çoraplarımı dizlerime dek çektim, saçlarımı ördüm ve kâküllerimi taradım. Eniştem bizi mektebe götürdü. Nazar'la tek kelime konuşmadık. Tüm gün derslerde uyukladım ve günün sonunda köşke dönüp Belkıs Abla'ya yardım ettim. Gece saat üçü gösterdiğinde biri camımı tıklattı. Hem uykum ağır olmadığından, hem de camın altındaki karyolada uyuduğumdan sese çabucak uyandım. Üsküdarlı olduğunu biliyordum. Bir başkası mahallenin ortasında, gecenin bu saatinde camımı tıklatmayacağı gibi camın altında uyuduğumu biliyor da olamazdı.

"Ne oldu?" dedim pencereyi yukarıya sürerken. "Mektebe mi geç kaldım?"

Bana uykuda olmadığımı hatırlatacak dümdüz bir sesle, "Seni İstanbul'a götürmemi ister misin?" diye sordu.

Neyden bahsettiğini idrak edemediğim için heyecanlanamadım. Bu anın, eski hatıralarımızın bir tekrarı olduğu sanrısına kapılmıştım. "Küçük İstanbul'a mı-"

"İster misin? İstemez misin?" Yüzüme bakmadan kolundaki saati kolaçan etti. "Fazla vaktimiz yok. Eğer şimdi hazırlanırsan, sabah ezanından önce dönebiliriz. Kimsenin ruhu duymaz. Hadi çabuk giyin."

Tam ardında onu bekleyen bisikletine atlayacaktı ki, "Mümkün değil." dedim esneyerek. Suratıma bakakaldı, gözlerimi ovaladım. "Artık sözlü sayılırım. Yakışık almaz. Halam zaten seninle vakit geçirmemi tasvip etmiyor, biliyorsun. Gecenin üçünde Küçük İstanbul'a mı gidilir? Yakında beni isteyecekler, halam çeyizimi tamamladı bile. Onu hayal kırıklığına uğratamam. Çok üzgünüm."

Söylediklerimde hakkım olduğunu biliyordum. Asılan karanlık suratından okunuyordu bu. Baş ve işaret parmağıyla bıyıklarını taradı. Bisikletinden uzaklaştı, kıpırtısız adımlarla yanıma geldi. Hiç olmadığı kadar kararlı görünüyordu.

"Beni bir daha hiç göremeyeceğini bilseydin, son bir kere benimle vakit geçirmek istemez miydin?" diye sordu. "Ben de Temmuz'da askere gidiyorum. İki yıl boyunca belki de hiç görüşemeyeceğiz. Belki beni Kore'ye yardıma gönderecekler. Dilini, yolunu bilmediğim bir ülkede kalacağım. Döndüğümde çoktan evlenmiş olacaksın ve biz son bir kere vedalaşamamış olacağız. Belki de öleceğim. Belki de naaşımı bulamayacaklar, bir mezarım bile olamayacak Nermin gibi. Dilediğin zaman beni görmeye gelemeyeceksin. Ve hep o gece keşke seni dinleseydim, keşke son bir defa vedalaşsaydık diye dizlerini döveceksin. Bense hiç geri dönemeyeceğim. Senin yerinde ben olsaydım şimdi, sana bir günümü ayırmamam seni üzmez miydi hiç? Çiçek almadığım için bile gönül koyduğunu hesaba katarsak tabii-"

"Hayır, hayır, sen de ölme." Ellerine uzandım. Ne yazık ki bu hususta da Üsküdarlı haklıydı. Eğer bunu bana o deseydi, eğer müstakbel eşini bana tercih etseydi onu ellerimde boğmak isterdim. "Sabah ezanı okunmadan döneceğiz ama."

"Söz." dedi aynı ciddiyetle. "Ben okuyacağım ezanı hatta."

"Deme öyle..." dedim. "Eniştem sonra sana hep kâfir diyor."

Bacaklarıma kat kat çorap geçirdim, paltomun düğmelerini patlatacak kadar sıkı giyinip odamdan fırladım. Dış kapı kilitliydi, misafir salonunun camından evin arka arazisine atladım. Oradan da hurdalığa yürüdüm. Ağaçların arasında buluştuk ve bisiklete bindik.

Ellerimi ısınmak için son kez ceplerine soktum. Başımı son kez sırtına yasladım. Ve bir kocam olmadan evvel, beni dünyanın tüm kocalarından uzaklara götürmesini diledim.

Küçük İstanbul, Üsküdarlı'nın Ankara'daki göllere ve dere yataklarına verdiği uydurma bir addı.

Merkeze yakın yaşadığımızdan Mogan ve Eymir Göllerine her dilediğimizde gidemezdik. Bisikletle en az iki saatimizi hatta çakıllı ve topraklı yollar sebebiyle bazen yarım günümüzü bile alırdı. Gölün temiz kıyısında oturur, Üsküdarlı'nın yüzme hevesinin tükenmesini beklerdim. Bana Mogan Gölü'nün, Salacak'taki kumsala ne kadar benzediği anlatıp dururdu. Ben hem yüzmeyi bilmediğimden, hem de açık esvaplarla yüzmekten çekindiğimden taşların üzerine serdiğim bezde oturup soyduğu eşyaları muhafaza etme vazifesini üstlenirdim. Ama o gece ne yüzebileceğimiz kadar sıcaktı, ne de Mogan Gölü'ne gidebilecek vakte sahiptik. Bizi evimizin çok da uzağında olmayan en küçük İstanbul'a, Bent Deresi'ne götürdü.

Bent Deresi, iki yanı çalılarla ve gecekondu evlerle kaplı daracık bir akarsu yatağıydı. Ortasından tahtadan bir köprü geçerdi ve kıyılarındaki otlara oturduğunuzda, Ankara Kalesi'nin siluetini seyretmek iki çocuk için Ankara'da yapılabilecek en büyülü şey gibi gelirdi.

Hava benim dahi katlanılamayacağım kadar soğuktu. Bu yüzden derenin kıyısına değil, biraz tepesine oturarak suyun serinliğinden uzaklaştık. Onunla geçirebileceğim son özgür günüme gelişigüzel hazırlanmıştı. Sepetine apar topar katlanmış bir bez, yanına da bir radyo koymuştu.

"Radyoyu boşuna getirmişsin." dedim kırışık bezi bir ağacın altına sererken. "Bu saatte neşriyat olmaz ki."

"Doğru..." dedi. "Neyse ki bir tane daha radyom var. Gece gündüz yayında."

"Öyle mi?" dedim boş bulunup. "Nerede? Sepette mi?"

"Yok." dedi. "İzmir'de."

Normalde olsa koluna bir fiske indirir, latifesine eşlik ederdim. Ama bu hakikat benim bile canımı sıkmıştı. "Hiç de gülmedim." dedim. "Hem ne yapacağız böyle? Boşuna geldik. Halam çok kızacak. Hava da soğuk. Ben bile üşüdüm. Köşk de uzakta kaldı. Dönmesi zahmetli olacak-"

"Yapacak bir şey yok, geldik artık." Yorgun bir dede gibi dizlerini kırıp beze oturdu. Arkasındaki ağaca yaslandı ve bacaklarını şöyle bir uzattı. Ben de yanına, az uzağına oturdum. "Farz et ki bugün son gecemiz işte. Kıymetini bil de pişman olma."

Kasti olmasa da bu söylediği beni güldürdü. "Farz et ki mi?" dedim. "Zaten öyle."

"Ama ben o manada kastetmedim." dedi. Soğuktan yahut yorgunluktan kaskatı kesilmiş bedeni gevşeyince lafa daldı. "Hayatımızdaki son gecemiz olduğunu farz edelim diyorum. Diyelim birkaç saat sonra ikimiz de öleceğiz. Nedeni, nasılı, aması yok. Öleceğiz ve bir daha yaşayamayacağız. Düşünsene. Bize haber bile etmemişler ne vakit öleceğimizi. Birden diyorlar ki, son saatleriniz. Yapabildiklerinizi yapın. Gidebildiğiniz yere gidin. Yiyebildiğinizi yiyin. Vaktiniz dolduktan sonra dünyadan yana hiçbir şey isteyemezsiniz. Biz de çaresizlikten buraya gelmişiz. Son anda haber ettiler çünkü. Ankara'da gidilebilecek daha iyi bir uzak yok. Harbi diyorum. Bakma öyle alık alık. Bir düşün. Son günün bu. Ne yapmak isterdin?"

Dizlerime sarılıp içime oturan bu dermansız suale bir yanıt aradım. Kalenin tepesindeki dolunay bize hınzırca gülüyordu. "Bir şey diyeyim mi?" dedim ona dönmeden. "Nermin gitmeden evvel bunu sık sık düşünürdüm ben." Acaba doğru bir karar mı diye gölgeli suratını süzdüm. Amma velâkin kâbuslarımın bahsini bir erkeğe anlatmak nafile bir uğraşmış gibi geldi. "Çocukluğumdan beri on sekizime bastığımda öleceğime dair içimde kuvvetli bir his vardı. Nermin biliyordu bunu, ufaklığımızdan beri. Hatta son görüşmemizde bana şey teklif etmişti. Ölmeden evvel yapılacaklar listesi. Birlikte dolduracaktık. Lâkin nasip olmadı."

Üsküdarlı, anlattıklarımı kale aldığını hissettirmek için uzattığı dizlerini karnına çekerek biraz bana sokuldu. Yan gözlerle beni izledi.

"Hayatı avuçlarımızın içerisinde tutmak ne kadar zormuş." dedim iç geçirerek. "Yumurtanın sarısını, akından ayırmak gibi. Kolay bir yolu var. Ama çok hassas. Çok kaygan. Onun avuçlarında yaşamak da aynı güçlükte. Daha dün öleceğim diye ağlıyordum. O kadar... O kadar emindim ki öleceğime. Yaş günüme basar basmaz bir felaket olacak ve öleceğim. Kesin bu benim kaderim, diyordum. Oysa tüm bunları sızlandığım kişi öldü benden evvel. Bense yarınlar varmışçasına evleniyorum."

Ne demek isteyeceğini biliyordum. Ama demedi. Ağzında biriken tüm baklaları susturup, "Boş ver de sualimi yanıtla." dedi. "Hatta ne diyeceğim bak, gözlerini kapa benim gibi. Böylesi daha tesirli oluyor." Gözlerimi yumduğumda gördüğüm son şey dolunayı kuşatan sis bulutlarıydı. "Sabah ezanı okunduğunda bir daha hayatlarımıza geri dönemeyeceğiz. İki saatin var. Son anlarında ne yapmak isterdin?"

Yapabileceklerim, ardı arkası kesilmeyen bir süratle peşi sıra zihnime doluştular. Bir baktım, birbirlerini çelmeliyorlar öne geçmek için. Biri ötekini iteliyor, öteki diğerini eziyor. Hiçbiri geçemiyor öne.

"İki saat mi?" dedim. "İnsan bir ömürde yapamadıklarını sadece iki saatte nasıl yapar ki?"

"Ne bileyim ben Rehiye, Allah Allah..." diye homurdandı. "Bir şey soruyorum cevapla işte."

Ömrümün son iki saati. Şayet hiçbir şeye elim uzanmadıysa, son iki saatte neyi doldururdum yamalı ceplerime? "Çok özendiğim bir his var aslında. Ölmeden evvel tatmak istediğim bir his." dedim. "Poşet taşıma hissi."

Yerinden kıpırdayınca gözlerimi araladım. "Poşet taşıma hissi mi-"

"Cevapla dedin cevaplıyorum, bölme."

"İyi bölmüyorum." dedi iki elini havaya kaldırıp. "Yani garip. Halan da pek sever ya sana poşet taşıtmayı. Haddinden fazla tatmış olman gerek-"

"Pazar poşetlerini kastetmedim." dedim. "İçi bana ait şeylerle dolu bir sürü poşetten bahsediyorum." Yüzümü bir kez daha aya çevirdim. Sanki tüm arzularım, payıma düşen tüm hazineler o puslu bulutların ardında saklıymış gibi gözlerimi ayırmadan semayı seyrettim. "Ölmeden evvel bunu tatmak isterdim. Bir mağazaya girip hiç düşünmeden, bana yakışıp yakışmadığına bakmadan dilediğimi satın alabilmek isterdim. Aldıklarımın ağırlığının kollarımı ağartmasını isterdim. Yalnız bu değil ama. Onları giyecek bir yerim de olsun isterdim. Ne bileyim... Bir yerlere gideyim mesela, hep bize gelmesinler. Düşününce aklıma gelmiyor şimdi fakat aşağı yukarı böyle bir şey dilediğim. İnsan bir gün içinde süslenip nerelere gider? Başka... Hah. Gerçi bunu yaptım sayılır. Firuze Abla memlekete döndü diye odada bir başımayım şimdi. Üsküdarlı, bir bilsen öyle şanslısın ki. İnsanın bir başınalığa ne çok ihtiyacı varmış biliyor musun? Birilerinin seyrettiği bizle, tek başımıza kaldığımız biz çok çok farklı kimselermiş. Bunu anladım. O yüzden ya kendime ait bir odam yahut bir evim olsun isterdim. Kurallarını benim koyduğum bir ev. Aynı saatte, aynı vazifeyi üstlenmek yerine affedersin ama kıçımı devirip yatabileceğim bir ev." Güldü. "Düşünsene? Benim evim. Dilediğim vakit seni içeri sokabilirim, kimsecikler bir şey demez. Art niyetli düşünmez. Dilediğimiz vakit radyo dinleyebiliriz. Dilediğimiz vakit uyuyup, dilediğimizde de kalkabiliriz. Ama sen, son iki saatinde neler yapmak isterdin, diye sordun. Bunlar ömürlük şeyler. Bunlar için vakit kalmadı. Allah sadece iki saat vermiş. İşte o zaman da, bu güzel derenin kenarında uyuyup ölümü beklemek ve Nermin'e kavuşmak isterdim. İki saatte yapabileceğim en iyi şey, birazdan öleceğim fikrine kendimi hazır etmek olurdu."

Aynı anda göz göze geldik. Üsküdarlı, manalı bakışlarını yüzüne düşen gölgeye bulaştırmaksızın bir müddet bana dikti.

Çok sonra, "Sana o iki saati ben verdim." dedi. "Hayatın sana verdiği bir ömür Rehiye. İstediğin her şeyi hâlâ yapabilirsin."

Söylediklerindeki manayı idrak edince tebessümüm karanlığa karıştı. Onun aksine, bakışlarımı ben gölgeye çektim bu sefer. Gene bir şeyleri içerlemiş, gözlerimin dolmasına sebebiyet vermiştim. Hayatımın istikameti hususunda bu denli kararlı ve inatçıyken, beni durmadan ağlatan neydi?

"Dünyadaki hangi insanın her istediği gerçekleşmiş de benimkiler gerçekleşecek?" diye mırıldandım. "Hepimiz arzuladığımız hayatları mı yaşıyoruz? Anla işte. Sen belki çok istediğin bir hayatı yaşıyor olabilirsin, ama benim kaderimde istemediğim bir hayatı yaşamak varmış. Bazı şeyler hayal olarak kalmalı demek ki-"

"Ha istemediğini kabul ediyorsun yani?"

"Hayır, onu lafın gelişi söyledim." dedim. "Belki de isteyeceğim? Belki de istemediğimi sandıklarım günün birinde beni mutlu edeceği için benim kaderimdir Tarık?"

"Çok fena yanılıyorsun yalnız sen." dedi peşi sıra. "Kadere boyun eğmemek de kaderdendir."

Bunu düşünürken sessizliğimi ve kararımı korudum. "Ben kaderimi kabul edeli çok oldu." dedim. "Tercihlerimden de, yaşayacağımı bildiğim hayatımdan da memnunum. Seçimlerime saygı duymak neden bu kadar zor? Sadece bir eşim olacak, tek farklı yanı bu. Aynı hayat devam edecek. Uzakta bile olmayacağım, çok yakınınızdayım. Kararımdan geri dönersem başıma yok yere macera alırım."

Üsküdarlı benimle birkaç dakika konuşmadı. Söyleyecekleri mi bitmişti, yoksa artık gitmek mi istiyordu bilmiyorum. Ama sonra şöyle bir şey dedi:

"Hayallerin çok küçükmüş."

Gardımı alırcasına ona döndüm. "Küçük mü?" dedim. "Bir erkek için demesi ne kolay. Gerçekleştiremediğime bakılırsa benim için hayli büyükler."

"Bu hayatta en korktuğum şeylerden biriydi senin o evdekilere evirilmen." Yüzünü benden sakındı, kollarıyla sardığı dizlerinden birini bozuk bir ritimde sallıyordu. "Aynı halan gibi düşünüyorsun. Aynı halan gibi davranıyorsun. Aman ne gerek var, yerimde oturayım, macera almayayım, yok bu benim kaderim... Yapmayı sevdiğin şeyleri bile şimdiden terk etmişsin. Şarkı bile söylemiyorsun ki-"

"Yakışık almaz ki." dedim. "Sesimi herkes mi duysun?"

Hışımla kafasını bana çevirdiğinde çenesi tıpkı çocukluğundaki gibi kabarmıştı. "Evet duysun." dedi beni küçümsercesine. "Ses bu. Duyulmak için var. Ne o? Senin nezdinde şarkı söylemek de mi hayasızlık oldu? Sözlü kadınlar, pardon ya kusura bakma, sözlü kız çocukları söyleyemez mi şarkı falan? Müstakbel kocaları çok mu hiddetlenir başkaları-"

"Ben çocuk değilim Üsküdarlı."

"İstediğin kadar heyheylen, öylesin." dedi. "Konu komşu on üçünde, on beşinde evlenmiş olabilir. Kocalarını görmeden, ana baba zoruyla görücü usulü evlenmiş olabilirler. Ama bu, bunu olağan kılmaz. Sonra yaşlandığın zaman yok kaderdi, boyun eğmek mecburiyetindeydim diyerek sana sunulmayan fırsatlara ağlayamazsın."

Ne desem de ona kendimi anlatamıyordum. Pes ettim. "Ne yapmamı bekliyorsun ki?" dedim kendimi yırtarcasına. "Anlamıyorum. Nazar da aynı şeyi deyip duruyor. Ona göre evlenmemeliymişim. Sana göre de evlenmemeliyim. Halama göreyse fırsat ayağıma geldi, kaçırmamalıyım. Ben hayatımda ilk kez kendime bir şeyi uygun gördüm. Bunu istiyorum diyebildim-"

"İstediğim hayatı yaşamaya cesaretim yok diye bunu seçtim desene sen." dedi. "Tabii ki ölüm gibi bir gerçekle yüzleşmişken dolambaçlarını ezbere bildiğin zahmetsiz bir ev hayatını seçecektin. Öleceğini de hissediyormuşsun evvelden. E Nermin de yol gösterdi sana. Kendin dedin intihar edecek cesaretim yok diye. Besbelli vazgeçmişsin kendinden. İyi, ne güzel. Ama benim böyle bir intihara müdahale etmeden duracağımı sanıyorsan yanılıyorsun onu baştan söyleyeyim. Benim böyle bir evliliğe rızam yok."

"Ne yapmamı bekliyorsun?" dedim en sonunda.

Kelimelerini bastıra bastıra fısıldadı, "İsyan etmeni bekliyorum." dedi bana dönerek. "Halanı karşına çekip çatır çatır konuşmanı bekliyorum. Ben bunu istemiyorum, demeni bekliyorum. Kendimi iyi hissetmezken verdiğim ani bir karardı, Nermin'in acısından ne yapacağımı bilemedim, evlenmeye hazır değilim ama o an hayatımı nasıl yöneteceğimi de bilemedim, benim bu işte sandığınız gibi gönlüm yok, demeni bekliyorum."

"Üsküdarlı, Bilal iyi biri ama..." Artık sabrım kırılmıştı, hüngür hüngür ağlıyordum. "Onu kıramam ben. Çok geç. İlk kez bir münasebeti bu raddeye gelmiş."

"Rehiye manyak mısın sen? Herif otuz yaşına gelmiş, ne sözlenebilmiş ne de evlenip yüzük atmış!" Sinirle bıyıklarını düzeltti. "Ya kızım, on yedi yaşındasın sen ya, on yedi. Gitsin kendi dengiyle evlensin manyak mıdır nedir. İyi biriymiş. İyi biri olsa sana el sürer mi-"

Sinirden ben de dizlerimi sallamaya başladım. "Seninle bunları konuşmak istemiyorum. Çünkü beni anlamıyorsun." dedim. "Beni anladığın şeylerden konuşalım. Yoksa seni hep kötü hatırlayacağım. Bu gece, son gecemiz. Unutma."

"İyi." dedi sesini yükselterek. Boylu boyunca ardımızdaki ağacın kalın gövdesine yaslanıp manzarayı seyrettik. İkimiz de aynı noktada buluşmamak adına bu manzaranın en ücra iki ucunu pay ettik.

"Biliyor musun?" dedim beni dinlemediğini bile bile. "Mektep bizi İstanbul'a götürüyormuş." Yanıt vermedi. "Nazar yanında Gülizar'ı götürecekmiş. Aralık ayında. Hatta Pera Palas'ta yılbaşına dek konaklayacakmışız. İstanbul'a bu şekilde gideceğimi hiç düşünmemiştim. Ben hep cümbür cemaat oluruz, halamlar bu kez beni köşkte bırakmaz da yanına alır diye ummuştum." Kaçamak bakışlarla onu süzdüm, gözleri hâlâ etrafımda değildi. "Sen de gelebilirsin. İstersen yani. Nermin olsa, onu götürürdüm. Münakaşa etmeden duramasak da hâlâ dostumsun. Hatta tek dostumsun." Dirseğimle kolunu dürttüm. "Sen, ben, Gülizar ve Nazar. Onlar birbiriyle takılır, biz de senle gezeriz. Sen beni Üsküdar'a götürürsün. Anlattığın o sahilde piknik yaparız. Belki sinemaya gideriz. Belki balık tutarız. Belki-"

"Radyom bozuk."

"Ne söyleyeyim?" diye mırıldandım hiç beklemeden. "Madem son gecemiz, son bir şarkı söyleyebilirim sana."

Aklına sinsi bir plan gelmiş gibi, "Bilmediğim bir şey söyle." dedi. "Eğer bilmediğim bir şey söyleyebilirsen bu konuyu kapatırım."

Üsküdarlı'nın bilmediği bir şarkı varsa, muhtemelen henüz yaratılmamıştı. Ona söyleyebileceğim hiçbir şarkım yoktu ve ben, ne yapmaya çalıştığını gayet iyi anlamıştım. Yerimden hışımla doğruldum. "Bilerek yapıyorsun değil mi? Bilmediğin bir şarkı olmadığını ikimiz de biliyoruz-"

"Uzatma." dedi ağaca geri yaslanıp. "Fazla vaktimiz yok. Daha ezan okuyacağım."

"Yok. Söylemeyeceğim şarkı falan." diyerek büsbütün beze uzandım. "İstediğin kadar uğraş. Evleneceğim."

"İyi." dedi benim gibi beze uzanarak. "Allah rahatlık versin."

O, kollarını başının altına alıp bulutlu semayı seyretti. Bense çıt çıkarmadan gözlerimi yumup ağlamaya başladım. Kaçamak bakışlarla arada bir yanımdaki varlığını kolaçan ediyordum. Her nefes alışında, karnı inip kalkıyordu. Belki toktu, belki de açtı. Fakat dümdüz bir karnı, pantolonunun kayışına doğru incelen dışarıya taşmayan sarılınası bir bedeni vardı. Ağlarken kendimi öyle zavallı hissettim ki bir an için, geriye kalan iki saatlik dilek hakkımı Üsküdarlı'nın bir kadın olmasını dilemekle kullandım. Şayet o bir kadın olsaydı beline sarılıp ağlamak, bir kucak dolusu şefkat dilenmek ne de kolay olurdu. Artık çocuk değildik. Ne kadar masumane hisler beslesem de ben sözlü bir kızdım, o ise bekâr bir delikanlı.

Sesi çıkmıyordu. Dereyse şırıl şırıl akıyor, gözlerimi de kapatırsam beni sahiden İstanbul'da olduğuma ikna ediyordu. İstanbul, diye geçirdim içimden. Pek çok kere şehrin ismini mırıldanıp durdum. Elimle bezin ötesinde kalan kuru çalıları yolup pençeledim. İçin için kavga ettim Ankara'yla. Sonra bir kez daha düşledim, İstanbul diye mırıldandım. Hatıralar, sanki birkaç hafta evvel oradaymışımcasına gözlerimin önüne doluştu. Aklıma gökteki yıldızlardan bile daha parlak bir fikir geldi.

Gözlerimi yumdum. İçimde, yatağımın altındaki defterimin sayfalarını araladım. Hangi satırın hangi köşesine hangi kelimeyi yazmıştım? O kelimeyi düşündükçe zihnimde rüyamın hangi parçası aydınlanıyordu? Aklımın koridorlarında yürüyebiliyorum. Bulanık sesi duvarları parçalıyor. Kapıyı açıyorum. Düşlerimdeki ben ve o kadın. İkisi balkonun önünde oturmuş sohbet ediyorlar. Ayaklanıyorlar ve köşedeki odaya geçiyorlar. Ben salonda kalıyorum. Balkon kapısı sonuna dek aralanmış. Çıkageldiğim kapının yanından bir şarkı yükseliyor. Bense onu mırıldanıyorum durmadan. Yürüyor ve balkona çıkıyorum. Tüm İstanbul ayaklarımda. Kız Kulesi'ni görebiliyorum. Şehrin karanlık silueti karşımda, deniz arabaları ateş böcekleri gibi dalgaların üzerinde yürüyor. Ay, gözyaşlarımı sayıyor. Hınzırca gülüyor bana.

Ve gözlerimi aralıyorum. Karşımdaki Bent Deresi'ne ve dağlarla, tepelerle çevrili sarı Ankara'ya bakıyorum. Üsküdarlı'nın bilmediği bir şarkı söylüyorum.

"Yollarımız, burada ayrılıyor. Artık birbirimize, iki yabancıyız. Ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa. Her şeyi, evet her şeyi unutmalıyız. Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine... Unutursun, o günlerimizi. Gecelerimizi. O günlerce, gecelerce... Sevişmelerimizi."

Gözlerimi aralayıp hayal meyal Üsküdarlı'ya bakıyorum. Kafasından hiç çıkartmadığı hasır şapkasıyla bu kez yüzünü kapatmış. Yalnız ağzını ve geniş, ince burun deliklerini görebiliyorum.

Bundan sorası mürekkep değmemiş bir defter sayfasından farksız. Hatırlamıyorum çünkü.

Kimi zaman, aydınlık zihniyetlerden mahrum yetişmiş büyüklerimizin o iki dudağının arasından çıkan sözlere nasıl tahammül edebildiğime şaşarım. Şüphe yok ki en taze hatıralarımdaki hâlimde ben, sahiden saf ve art niyetsiz bir insan olmalıydım. Bir kimsenin neyi nasıl, neden düşündüğünü hiç sorgulamadan sırf saygıda kusur etmemek adına başımı eğer, geri çekilirdim. Çünkü başka bir şey görmemiştim. Diğer tüm yaşamlarımda da bana sesimi çıkartmam değil, bir kız çocuğu olarak sesimi kısmam öğretilmişti.

Ama yine de, şayet biraz olsun geçmişe, bu anlattığım hatıralarıma geri dönebilme fırsatım olsaydı eğer; ben muhakkak o günle alakalı bir şeyleri değiştirirdim.

Olacaklara mani olamayacağımı biliyorum elbet. Fakat ben yine de bir şeylere karşı koyabilme cesaretine o günlerimde sahip olabilmek isterdim. Zira bu gününün, ikimizin de hayatında açılan yaraların müsebbibi olduğunu bilmenizi isterim.

Üsküdarlı ve ben, nasıl bir talihsizliktir ki öğlene dek o ağacın altında uyuyakaldık.

Akrabalarımız, ya da daha doğrusu az evvel bahsini ettiğim gibi zihniyeti ve anlayış yetileri kıt olan saygı değer büyüklerimiz, böyle bir mevzunun bahsi geçtiğinde ilk ne düşünür? O görmüş geçirmiş, bilgeliğin ve cehaletin tüm esrarına vakıf olmuş bu büyüklerin aklından neler geçer böylesi bir hatıranın bahsi edildiğinde?

Rehiye ve Tarık, geceden beri ortalıkta yok. O hâlde neredeler?

Ne acı. Şayet bana yine bir imkân verilseydi, kendilerine esas şu soruları sormalarını rica ederdim:

Daha hayata karışamamış iki genci o soğukta uyutan neydi?

Neyi sırtlanmıştık da daha ilk fırsatta pes edip uykuya dalmıştık? Bize, geçen tüm saatlerin, vakitlerin hesabını unutturan neydi? İkimizi de istirahat etmeye muhtaç bırakan, bizi bu denli yoran meşguliyet neydi?

Söylesene Üsküdarlı. Öğret yine bana.

Yaşamak mıydı bizi yoran?

Yoksa arzu ettiğimiz gibi yaşayamamak mı?

Derdimiz büyüyememek miydi?

Yoksa haddinden fazla büyümüş olmak mı?


𖣂


Kapıyı kalfalar yerine eniştem açtığında kış güneşinin zayıf ışığında kavrulmuş, paltomun içerisinde eriyip yok olmuştum. Yol boyu ağlamamamı öğütlese de Üsküdarlı'nın da bu vaziyetten sıyrılabileceğini sanmıyordum. İki saat dolmuştu ve biz sahiden de hayatımızın son dakikalarıyla yüzleşmek üzereydik.

Eniştem, "Rehiye!" diye kükrediğinde bir eli kapıda, ötekisi ise belinin arkasındaydı. En başında, içine düştüğüm manzarayı idrak edemedim. Zira eniştemin gazabından hiçbir vakit nasiplenememiştim. Lâkin ne vakit sinirden kıpkırmızı kesilen halam gecelik entarisiyle aramıza girdi, o vakit sırılsıklam ağlamaya başladım. Besbelli bekledikleri bendim. Hanımına müsaade vermeden, "Nereden geliyorsun sen?" dedi eniştem.

Ardıma doğru tek bir bakışı, işleri daha da kızıştırmaya yetti. Yanıt oradaydı. Ve ben hiç istemeden, ailemizin saadeti ve sükûneti uğruna birbirinden kaçan iki düşmanı bir araya getirmiştim.

"Ben..." dedim, dedim ama ne bahane uydurabilirdim? Öğle vakti, gecelik entarim ve paltomla, gözlerim şiş, ne idüğü belirsiz bir yerden hele de Üsküdarlı'yla, sözlü hâlimle elimi kolumu sallaya sallaya köşke geliyorum. İkimizin de gözlerinden akan uykunun saklanması mümkün değil ve ben yalan söyleyip paçayı kurtarmakta Nazar kadar kabiliyetli değilim. "Enişte... Şeyden geliyorum ben-"

Eniştemin gölgesinin altında ne ağzımı açabiliyor, ne de birinin manasını kavrayabileceği rastgele sözcükler sarf edebiliyordum. Yüreksizliğim beni ezip bitirmişti. Nerminlere gittiğimi söylemeyi düşündüm. Ama Nermin yoktu. Ailesi ise çoktan İzmir'e dönmüştü.

"Seni nankör..." dedi halam, yanıtsızlığımdaki gizli manayı çözmüş gibi. Adım adım kapının dışına, yanıma geldi. "Sana merhamet eden de hata. Ne işin var senin bu çocukla! Geceden beri yoksun, kim bilir... Kim bilir neler ettin! Geç içeri ahlaksız! Geç içeri konuşacağız!"

Konuşmanın ne demek olduğunu biliyordum. "Halacığım ben-"

Halam içeri girip konuşmamızı bekleyemedi, ağzıma okkalı bir tokat savururken gözlerinden yaş akıyordu. Yalpalandığım yerden beni kaldırdığında, Üsküdarlı merdivenlere anca ulaşabilmişti. "Yenge! Bırak!" dedi beni kolumdan çekerek.

Kuvveti halama galip gelince de bu kargaşaya eniştem dâhil oldu. "Kes! Puştun oğlu!" dedi Üsküdarlı'yı iterek. Dengesini kaybetseydi belki de o kadar basamaktan aşağıya düşecekti. "Esas senin bu saatte ne işin olur sözlü bir kızla! Ne yaptın ulan kızcağıza da aklını buladın! Ama yok... Seni ötesinde berisinde tutanın aklının karışması pek tabii! Kızın da nefsini kabartmışsındır sen kâfir kılıklı!"

Eniştem sözlerine bir yenisini ekleyemeden Üsküdarlı üzerine çullandı. Dayısını itmedi ama üstüne yürüdü. Ona dokunmamak, elinden çıkacak bir kazaya mahal vermemek için dişlerini ve yumruklarını sıkıyordu. Onu daha evvel hiç bu denli sinirli görmemiştim. Hurdalıkta beni kenara çektiğinde bile. "Bana bak." dedi ve sustu. Gerisini getiremedi. "Ağzımı açtırma benim. Şimdi ben mi ahlaksız oldum-"

Halam beni Üsküdarlı'nın elinden almaya; bense Üsküdarlı ve eniştemin arasına girmeye çalışıyordum. Yarattığımız gürültüden rahatsız olan yahut merakı okşanan üç beş komşu pencerelerinde toplanmıştı. Eğer bir an evvel makul bir izahta bulunmazsam, Üsküdarlı'nın da benim de hayatımızın son günü pekâlâ o gün olabilirdi.

Eniştem Üsküdarlı'nın söylediklerin ardından onu daha hafifçe, bir kere daha itti. Halamın gözlerine bakarak, "Nereye götürdün o kızı?" dedi.

Tepemizdeki pencerelerden sarkan uykulu komşulara baktım. Bize en yakın olanlar, uzağımızdakilere fısır fısır şahit olduklarını aktarıyor, kimisi ise onları durdurmak için boş nasihatlerde bulunuyordu. Laflarının arasında ezilip kaldım. Devamlı ağzımda bir şeyleri geveliyor, makul bir izahatta bulunabileceğimi söyleyerek bu gürültüyü uzatıyordum. Halam en nihayetinde bana yeniden bir tokat savuruyordu ki, Üsküdarlı mani oldu.

"Gazete dağıtmaya götürdüm..." dedi aklına aniden gelmiş gibi. "Biriniz tutup elinden gezdiriyor musunuz? Zaten mektebe de yarım yamalak gidiyor, hava alsın-"

"Ulan kızın sözlüsü var, sana mı düştü gezdirmek! Gazete dağıtmak da neymiş! Senin vazifesini ne diye yapsın kız!"

"E-enişte... Doğru diyor, yemin ederim! Vallahi doğru!" diyerek bu yalanın kırık dallarına tüm inancımla tutundum. "B-ben rica ettim. O zaten kabul etmemişti sözlüyüm diye. Ama ne yapsaydım! Nermin'e çok üzüldüm ya ondan daral gelmişti. Yalvardım yakardım, bari biraz sokak havası alayım diye. Tarık'tan başka kime gidebilirdim-"

"İlla Tarık'la mı çıkmak zorundasın!" dedi halam. "Ben sana demiyor muyum şu çocuktan uzak dur-"

"Ama o benim arkadaşım!" diye haykırdım. "Sizin tasalandığınız gibi yakışıksız bir münasebet katiyen yok. Olamaz da. Hem... Beni isteyecekler ya, laf söz olmasın diye son bir kerecik dostluğundan gezdirdi. Yemin ederim." Üsküdarlı'nın dayısında tutuklu kalan kızarık gözlerine baktım. Gözünün ucundaki o ufacık parıltının, yaş olduğunu fark ettiğimde elim ayağım kesildi. Peki şayet istersem, daha evvel ağladığını bir kerecik dahi görmediğim dostumu kendi ellerimle kurtarabilir miydim? "Hatta... Hatta şey! Hani mektep İstanbul'a götürüyor ya bizi enişte. Yanlarımıza birini de alabiliyoruz veli olarak, Nazar ve ben dedik ki başımızda Tarık dursun bizi gezdirsin. Ne de olsa ondan daha iyi kim bilebilir ki şehri, değil mi enişte? O da kabul etti teklifimizi. Biz gezerken o da hasret giderir diye düşündük. Erkenden telgraf çekeyim İstanbul'dakilere, dedi. Aralık da geldi, vakit yaklaşıyor ya hani..." Üsküdarlı'nın kolunu dürttüm ki yalanıma dâhil olsun. Ama ne mümkün. Benim kadar beceriksiz yalan söyleyen var mıdır ki? "Annesine telgraf çekti, biz de gazete dağıttık, hava aldık. Sonra... Ben acıktım! Evet, çok acıktım. Bana yemek aldı falan derken anca bu saati buldu."

Derken mucizevi bir biçimde, hiddeti en kavurucu olan iki kişiyi de sakinleştirmeyi başardım. Yalanlarımla nihayet doğru bir şeye sebebiyet verdiğimi hissetmenin haklı huzurunu yaşıyordum ki eniştem önce aralanan, sonra da kısılan gözlerle yeğenine baktı. Belayı başımızdan savmıştım.

Üsküdarlı, iki parmağıyla gözlerinin arasını ovaladı. "Rehiye." diye mırıldandı zayıf bir sesle, ama gerisi gelmedi.

"Doğru mu diyor kız?" Eniştem dikildiği yerden yeğenini süzdü. Gözünü bir an olsun Üsküdarlı'dan almamıştı. Tane tane konuştu onunla. "Annene telgraf çekmeye mi gittin?"

Üsküdarlı'nın kolunu bir kere daha dürttüm. Ona gözlerimle, inanıyor işte hadi kabul et yoksa ikimiz de sahiden öleceğiz, dedim. Kara gözlerine uykudan da ağır, uğursuz bir karaltı düştü.

Biraz gönülsüzce, "Doğru." dedi yüzünü kaldırmadan. "Anneme telgraf çekmeye gittim."

Eniştem başını salladı. "Gülru." dedi. "İçeri girin siz. Rezil oldunuz zaten mahalleye. Hadi!"

Halam beni derhâl içeri soktu. Kapı kapanmadan evvel ardıma dönüp Üsküdarlı'ya son bir kez mutlulukla baktım. Dişlerini sıkmış, gözlerini düşürmüş, yeri belirsiz bir boşluğu seyrediyordu. Her niyeyse yüzü bana saatler evvel nasihatler veren, bir şeyler yapmam gerektiğini söyleyen tüm güvenini yitirmiş gibi göründü bana. Baygın gözleri, benim bilmediklerimin ağırlığından ayakucuna düştü. Bir basamak gerileyerek, ev ahalisine, enişteme ve en sonunda da bir şeyler demek ister gibi bana baktı. Yeniden göz göze gelişimizde bana değil, kazayla etrafımdaki herhangi bir boşluğa baktığını hissettim.

Üsküdarlı, ona içimden sorduğum hiçbir sualimin yanıtını vermedi. İsyan etmemi tembih eden Tarık, o kapının ardında dayısıyla baş başa kaldı. Bense halamdan nice çimdikler, sopalar ve tokatlar yedim. Bilal gibi suçsuz günahsız birine ne büyük bir ihanet ettiğimi, adımın çıkacağını, bu işin böyle olmayacağını, namımızı temizlemek için en kısa sürede evlenmem gerektiğini söyledi.

Yediğim sopaların peşinden gün boyu karyolamdan kıpırdamadım. Anca gece yarısı, sokaktan bir takım sesler duyduğumda ayaklanabildim.

Uykuyla uyanıklık arasında, tüm bu duyduklarımın kâbuslarımın âlemlerine ait sesler olduğuna kanaat getirmiştim. Sanki bir at koşturuyordu. Sanki biri bir kapıya alacaklı gibi vuruyordu. Sanki biri, bir şeye aynı ritimle vuruyordu.

Dehşet içinde odamdan fırlayıp kendimi hole attım. Paltomu bile giymeden köşkün kapısına koştum, kilitliydi. Sesler şiddetle artınca ayakta dik durmaya çalıştım. Belki de tüm bunlar benim kafamın içinde çınlayan bir uydurmacanın yankısıydı. Ama hayır, gözlerimdeki buğu yerini aklımın hâkimiyetine teslim ettiğinde bile bu sesleri duyabiliyordum. Misafir odasına gittim. Geçen gece bu pencereden kolaylıkla çıkabilmiştim, fakat ne göreyim? Oradan çıktığımı her nasıl fark ettilerse, kuvvetle muhtemel eniştem pencereyi menteşelerle pervaza sabitlemişti. Yetmemiş menteşeden de ufak bir kilit geçirmişti.

Yılmadan her yeri kolaçan ettim. Alt kattaki tüm odalara, tüm o odaların tüm pencerelerine, sığıp sığmayacağıma bakmadan onları açıp açamadığımı kontrol ettim. Tüm çabam boşunaydı. Sesler artıyordu ve ben merakımı bile bastırma hakkına sahip değildim. Ağlamamaya gayret ederek odama gittim. Belki, dedim içimden. Belki Bilal onunla evlendiğimde tüm pencerelerimi geri verir bana.

Ertesi sabah, tüm bunların korkulu sanrılarımın birer parçası olduğu hissiyle uyandım. Menteşeler yerindeydi, yaşanan yaşanmıştı ve gün, benim için diğerlerinden farksızdı. Ağzıma üç beş lokma zeytin atarken, eniştemin Belkıs Abla'yı payladığını işittim. "Nerede benim kayışlarım? Pantolonumu yıkayacaksınız kayışlarını kaybetmeyin demedim mi ben size yahu!" diye bizi bir güzel payladı.

"Aman beyim... Vallahi hep itina ediyorum. Onda kayış yoktukine-"

O gece eniştemin Tarık'ı dövdüğünü, çok ileriki zamanlarda hatıralarımı bir araya getirmeyi akıl ettiğim bir vakitte fark ettim.

Kayışını, çöp atmaya gittiğim sırada hurdalıktaki bir ağacın altına park ettiği eski otomobilinde buldum. Kullanılmayan otomobilin kapısı aralıktı, çünkü kayış araya sıkışmıştı.

"Sarılmamdan rahatsız mı oluyorsun?" demiştim Üsküdarlı'ya. Apar topar hazırlanıp değişiklik olsun diye beni mektebe bırakmasını rica ettiğim günlerden biriydi. İki ya da üç gün sonrası. Beline her sarıldığımda kendini benden çekiyor ve nefesini tutuyordu. Boynuna, fiyakalı iş takımına hiç yakışmayan rüküş bir atkı dolamıştı. "Son günlerimiz diye konuşmuştuk ama... Kızdılar diye çekme kendini benden. Evlenecek olsam da ebediyen en iyi dostum sensin benim."

Bir şey demedi. Ne o gün, ne ertesi gün, ne önümüzdeki günler boyunca kimseyle tek bir kelime konuşmadı. Ardına binmeme izin verdi ve görülmeyeceğimiz kestirmelere saptı.

Alınmadım. Başımı tanımadığım bir adama yaslamadan evvel, sebep olduğum yaralarının tutmayan kabuklarına yasladım.


III. FASIL
"Kendini Bir Tek Sen Kurtarabilirsin"
౨ৎ
Ankara, 1951 Kışı
30 Kasım ve 1 Aralık



Katlanmakta pek hevesli olmadığım ama bir şekilde sebebiyet vermeyi de sürdürdüğüm bu eziyet dolu günlerin, Üsküdarlı'nın ortadan kaybolmasına sevk verdiğinin farkına ancak onu yeniden görüşümde varabildim.

Beni bu kasvetli hâline, gece yarılarında evini terk ederek alıştırdı.

Gündüzleri bizzat benimle yüz göz olmak istemez gibi, mektebe gidip gitmeyeceğim sualini etmeden ortadan kayboluyordu. Eve uğradığında Belkıs Abla'nın kapısına koyduğu yemeklere dokunmadan her birini eşikte ziyan ediyor, yeni baştan pedal çevirip dar sokakların görülmez karanlığında peşine düşülemeyecek bir süratle yok oluyordu. Hangi günler mahalleye geldiğini ya da gelmediğini hurdalıkta kedi köpeğe dağıttığı yemeklerden ayırt eder, etrafımda dört dönmesine alıştığım esrarlı varlığının izlerinden payıma yalnız bunlar kalmış gibi yokluğunu kendime dost edinmeye çalışırdım.

Üsküdarlı'nın, beni hazırlıksız yakalayan bu sessizliği hemen hemen iki hafta sürmüş olmalı. Onsuz iki koca, karlı hafta.

Ona anlatmak istediklerimi yutup içimde ezdiğim, gölgesini hisseder hissetmez sessizlik orucumu bozmak için yanıp tutuştuğum, kendi derdim yerine onun bu şaibeli vaziyetine içerlenip nice uçuklar çıkarttığım bu günler benim adıma hiç de hayra alamet değildi. Zira kendisi aklımdan çıkmak hususunda son derece beceriksiz; bense onsuz geçen tüm saatlerimde akli yetilerimi onu düşünmekten köreltebilecek kadar düşkün, muhtaç ve sabırsızdım.

Ellerimden taşan dolu bir tepsiyle kapıda pusu kurar geleceği anı düşlerdim. Bana bakmasını sağlamalıydım. Beni görmesini sağlamalı ve kimselere bahşetmediği asık suratını en çok ışıldatan ben olmalıydım. Bana küsmediğini bilmeliydim. Benimle alakalı hiçbir sıkıntısının olmadığını, bu kaçışların müsebbibini kendim bellememe sebebiyet verdiği için onu pişman etmeli, eteklerimde af diletmeliydim. Beni ardında bıraktığı için kendini cezalandırması icap ederdi. Ben evlenmeden evvel, kulak vermeye tenezzül etmediğim yüreğimin sesini duymalı ve bana mucizeler yaratmalıydı. Her neredeyse, kâinatın en merhametsiz savaşlarından galip çıkmış gibi kendi derdinin üstesinden gelmeli ve beni, ancak hizmet etmem bahanesiyle aralanan kilitli odamdan çıkarıp kaybolduğu o uzaklara götürmeliydi.

Mahallede yaşanan cümbüşün ardından, halam isteme ve nişan merasiminin aynı akşam olması için damat tarafıyla konuştu. Aralık'ın ilk günü hem istenecek, hem de yüzük takacaktım. Bu merasimin bir hafta sonrasındaysa bizim köşkte kınam yakılacaktı. Bu ansız hazırlıkların beni de meşgul etmesi sebebiyle mektebe bir müddet gönderilmedim. Mahallelinin şahit olduğu tüm o manzara, halamın hasımlarının lakırdı zaafını da hesaba katınca, Bilal'in kulağına daha hava kararmadan gidivermişti. Bense haddimi bilmiş, isteneceğim güne dek evde oturup dantel örmüştüm. Bilal'le de pek konuşmaz olduk. Onu incittiğim için eve giren çıkan tüm komşuların, halamın ve Müyesser Hanım'ın kınayıcı tavırlarıyla muhatap oluyordum. Böyle vaziyetlerde karşılaştığım muameleyi kabul edip aksi bir atakta bulunmak gibi bir yaratılışım yoktur. Gördüklerimi idrak eder etmez içime atar, kabahatlerin bana ait olanlarını irdeleyerek zihnimin içinde çile doldururdum. Amma velâkin o günlerimde, her zamankinden zayıf ve yalnızdım. Üzüntümün beni alakadar eden kısmıyla baş edebilmek güçtü ve bunca zamandır ezdiğim, gömdüğüm öfkemin hıncını; nerede, ne yapıyor olduğunu bir türlü öğrenemediğim Üsküdarlı'nın hayalinden çıkartmaktan gayrı çarem yoktu.

Sözlendiğimi ve pek yakında isteneceğimi öğrenen Firuze ve Türkan Abla memleketlerinden apar topar gelerek bu kez de benim hazırlıklarıma katıldılar.

Ömrümün yarısından fazlasını Firuze Abla'yla aynı odada geçirsem de, birbirimize içimizi dökmüşlüğümüz pek yoktur. Etliye sütlüye bulaşmayan, suratsız bir tabiatı vardır onun. Anlayacağınız üzere, ben de hislerini kabul etmekte ve onları paylaşmakta zahmet çeken biriyim. Bu sebeptendir ki evleneceğimi işittiğinde diğerleri gibi benimle konuşup bu meselenin aslı astarını öğrenmek gibi bir girişimde bulunmaması bana hiç de hayret vermemişti. Lâkin kız kardeşi Türkan Abla, geldiği günden beridir lokması boğazına dizilmişçesine anlamsız bir telaşla gözlerime bakıyor, baş başa kaldığımız her an ağzımı yokluyordu.

Bir gün tezgâhta soğan doğrarken, bu işte rızam var mı yoksa halamın zoruyla mı evleniyorum, diye latifeyle karışık ağzımı aradı. Maksadını anladığımdan ona halamla en ufak derdimin dahi olmadığını, bu evliliğe hür irademle razı olduğumu söyledim. O vakit sustu ve evlenme bahsini biz bizeyken hiç zikretmedi.

Kasım'ın son gününe dek her şey aşağı yukarı böyle geçip gitmişti.

Derken bir cesaret geldi bana. Ne vakittir kendime maruz kaldığımdan mıdır nedir, iki haftada halamın karşısına geçip bir arzumun bahsini aralama yürekliliğine sahip oldum. Eğer müsaade ederse, Cumartesi akşamı beni istemeye geleceklerinden, o Cuma gününü dostlarımla ve öğretmenlerimle vedalaşmak üzere mektepte geçirmek istediğimi söyledim. Nazar'dan işittiğim kadarıyla gün boyu piyes provası alınacağından gösteri salonunda olacaktık. Hem bu vesileyle şu İstanbul seyahatini detaylıca kurcalar, bir liste çıkartılıyorsa kimsecikler görmeden kendi adımın yanına da velim olarak Üsküdarlı'nın adını yazdırabilirim diye düşündüm. Yalvardım, yakardım. Kaşlarının arasında yer edinmiş derin çizgiyi yumuşatabilecek tüm vaatlerde bulundum. O seyahate de, son bir kerecik mektebime de gitmem lazımdı. Zira Bilal, hatırımda kaldığı kadarıyla okumamda herhangi bir beis görmeyecek bir kişi olsa dahi kulağına giden lakırdıların hududunu ve hakikatin ne kadarına inandığını bilmiyordum. Öyle ki bu çirkin mesele, evlendiğimizde mektebe gitmemle alakalı hislerinin değişmesinde fena bir rol oynayabilirdi.

Hürriyetimi, yeni bir hürriyetle takas etmeden yahut kendime daha bol prangalar seçtiğim bambaşka bir esarete göğüs germeden evvel, son kez genç bir hanım olmanın tadını doyasıya çıkartabilmeliydim.

Halam, Nazar'ın göz hapsinde olacağımı ekseriyetle ikaz ederek mektebe gitmemi münasip gördü. Günün neredeyse tümüne yakın bir kısmını gösteri salonunda geçirdik. Ben yine her denk geldiğim prova vaktinde olduğu gibi kendimi diğerlerinden ayrıştırmayı başarıyor, arkadaki kırmızı koltuklardan birinde terk edeceğim hayatımı ve beni bekleyen yeni hayatımı düşlüyordum. Bir an içime dalıp gittim. Dedim ki acaba dostlarıma mı veda ediyorum ben, yoksa kendime mi? Böylesine hislenip kendime gömülmemin başka bir izahatı olamaz.

Saçmalığın dik alası bu! Kendime niçin veda edeyim? İnsanın kendine veda etmesi kabil bile değil. Öyleyse ne gam? Ben, yine ben olacağım. Yalnız başımdaki çatı değişecek o kadar. Kinlenecek, hüzünlenecek bir şey yok. Bilakis sevinmem icap eder. Düşlerimdeki gibi bir odam olacak. Hesap vereceksem birine, çatık kaşlı halam değil beni sevip sayan bir bey olacak muhatabımda. Sabahları gene aynı işlerle meşgul olacağım. Tabii ikinci bir farklılık daha var, başımdaki çatıyla birlikte esas meşguliyetim de değişecek. Günümün tümünü işgal eden mektebime gitmiyor olacağım. Zaten bende de hiç tahsil merakı yoktu. Kaldığım nice ders, dertlendiğim nice kırık not sanki bir anda yok oldu. Artık güzel günler bekliyor beni. Farklı bir fasılda yaşıyorum. Büyüdüm, aştım kendimi. Nermin'in yokluğunu dahi kabullendim. İki ayda çilemi doldurdum ve çıkıyorum inimden. Bundan böyle katiyen ölüm yok bana. Belki mutlulukların en büyüğü bulmayacak beni. Ama en azından köşkteki çilem, terk edecek gençliğimi.

Ben ise, beni terk etmeden başka bir ben olacağım.

Bir gardırobum olacak mesela. İçinde halamın seçtiği, münasip gördüğü, eskittiği giysiler değil. Benim giysilerim olacak. Bana yakışan, benim zevkimi okşayan taptaze giysiler. Belki dizlerimde biten daha kısa etekler. Gerdanı açık, zarif şifon elbiseler. Saçlarımı dilersem küt keseceğim. Nevresimimi ben seçeceğim. Çinili tabaklarımı, desenli kâğıt kaplı duvarlarımı, radyomun markasını ve dinleyeceğim plaklarımı. Ben seçeceğim. Beyim çalışırken güzelim evimi silip süpürecek, tencereler dolusu yemek pişireceğim. Günün geri kalanı büsbütün benim olacak. Ne dilersem yapabileceğim. Sonra beyim gelecek, onu doyuracak, iki hoş sohbetin ardından uyumasını bekleyip mum ışığının altında, sonuna dek araladığım penceremden buz kesmiş yıldızları seyredeceğim. Radyomun sesini arzu ettiğim ölçekte yükselteceğim. İstediğim neşriyatı dinleyecek, o akşam çalan plak kayıtları hoşuma gitmezse de bizzat kendim söyleyeceğim.

Birkaç sene böyle yaşayabilirim. On sekiz yaşımı aştığımı, hiçbir şeyin beni gencecik yaşımda yok etmeyeceğini bilmeliyim. Gerisi kolay. Nasip olursa belki çocuklarım da olur. Ama Gülnihal'in annesi gibi birden nasip olsun da istemem. Daha sonra, çok sonra anne olmak isterim. Yirmi beş yaşımda mesela. Ne geç, ne de erken. Neyi arzu ettiğimin bir ehemmiyeti varsa bir oğlum olsun isterim. Hatta ne biri, bir sürü oğlum olsun isterim. İyi huylu, terbiyeli, adil, yumuşak tabiatlı oğlanlar. Yeri geldiğinde beni her şeyden koruyan efendi, yiğit oğullar doğurmak isterim. Tıpkı Üsküdarlı'nın çocukluğu gibi.

Bir de o var tabii. Nasıl oldu da unuttum? Ona ne olacak ben gidince? Ne kadar sık göreceğim onu? İki haftada bile onsuz bezmişsem, bir ömür o olmadan nasıl yolumu bulacağım şimdi?

İyi ya işte. O yüzden oğullarım olsun istiyorum. Bir tane değil, bir sürü Üsküdarlı olsun başımda da tek birine muhtaç kalmayayım. Kanımız bir olsa huyu da, sureti de bir ihtimal birebir ona benzeyebilirdi. Fakat değiliz ki. Nazar'ın çocuğu olsa ona çekerdi ama. Hâliyle benim epey çabalamam gerecek ona bir emsal yaratabilmek için. Hah! Tam da böyle bir hayat bekleyecekse beni, yaşar giderim. Tüm bu ihtimaller, bu köşkteki benin öpüp başına koyacağı cinsten ihtimaller. Benim gibi birinin sahip olabileceği en uç, en doruklardaki yaşam bu. Kıymetini bilebilirsem ne ala! Halam da aynen öyle söylüyor bana...

Piyesin o günkü hiçbir provasını seyredemedim. Koltuğumdan kıpırdamadan yalnız bunları düşünedurdum. Aklımda, yeni hayatımda beni bekleyebilecek tüm fırsatları ve belaları tasavvur edebiliyordum. Ama düşünmeye ne kadar vakit ayırsam da, evliliğin bir erkeğin gözündeki manasını kurcalamak aklımın ucuna katiyen gelmemişti. Evlilik müessesini safi kendi emellerimden, süslü ev hayallerimden ve hatta hâkimiyeti kadınların ellerine verilmiş bir oyun topacından ibaret sandım.

Bir erkeğin arzularını, hayallerini ve zaaflarını bilmiyordum. Bunu bilmediğim gibi, kendimi de hiç keşfedememiş, arzu kelimesinin uzaklara gidip hür olmaktan başka ne gibi manalara karşılık geldiğini hiç fikirleşmemiştim. Aşkın en ufuktaki mertebesini sarılmak, öpüşmek ve birlikte koyun koyuna uyumak zannediyordum. Ki bu münasebetler bile Bilal'le kendime çok uzun zaman sonra, belki üç belki beş sene sonra, yaklaştırabileceğim türden yakın hadiselerdi. Sanıyordum ki o da hakkımda böyle düşünüyor, aramızdaki mesafeden yana son derece memnuniyet duyuyor. Senelerdir halasının ona yamamaya çalıştığı genç-yaşlı tüm hanımlardan safi bir tabak yemek, işe gitmeden evvel de mütebessim bir surat bekliyor.

Düşünmeyi durduramadım. Birbirinden farklı hayatlarımın ağır elleri omuzlarıma binmiş, bedenimi aşağıya çekiyordu. Bir şeylerin ters gittiğini biliyordum. Çünkü yüreğim, ne yaparsam yapayım benimle aynı lisanı konuşmuyordu.

Kızlar öğle paydosu verince belki hava alırım da ferahlarım umuduyla bahçeye, oradan da biraz yürüyebilmek için mektebin dışına fırladım. Gömleğimin yakalarını gevşetirken, boğazımı ve saç diplerimi kaşıyordum. Geçen her dakikada aklımın içinde bir başkasıyla münakaşa ediyor, kararımı sorguluyordum. Bazen Nermin'le konuşuyordum, ama yüreğimde bile ona kendi derdimin bahsini aralamak ağır geliyordu. Halam beni ikna ediyor, Bilal mahzun duruşuyla vicdanımı sızlatıyor, Üsküdarlı ise bisikletine binip çekip gidiyordu. Eninde sonunda tüm bu kavgalardan haksız ve kararsız ayrıldım. Çok sürmeyen birkaç dakika boyu mektebimin her köşesini üstünkörü gezip hasret gidereceğim günler adına belleğime biraz hatıra kazıdım.

Buraya bir kez daha gelemeyeceğime dair içime ansız bir his doğmuştu. Birinin gözlerine bir daha bakamayacağını bilmek gibi idraki bir histi bu.

Paydos boyu kimisi evlerine uğradı, kimisi mektebin karşısındaki açık lokantalarda yemeğini yedi, kimisi ise gösteri salonunda kaldı. Bense bir başıma salına salına sokaklarda yürüdüm. Ellerim cebimde, avuçlarımın içindeki kuruşları sıkarken adımlarım hırslandı. İlerledikçe birbirlerine kavuşan kaldırımları üçer beşer, cenge yürürcesine bitirip başa döndüm. İçimde tartılamaz bir duygunun yükünü taşıyordum. Adını, nereden geldiğini, ne olduğunu bilmediğim bu duygunun yalnızca ne vakittir içimde olduğuna vakıftım.

En başından beri. Evlenmeye karar verdiğim günden beri. Varlığını bana anımsattığı her an onu başımdan def ediyor, kendimi ikna etme çabasına girip gözlerimi hakikate yumuyordum.

Sonra bir sual ettim kendime. Bu da evvelki hislerim gibi ansız gelen bir güdünün doğurduğu ansız bir soruydu. Bir başkası umursamıyor. Peki, ama Rehiye neden kendini umursamıyor?

Kaldırımlar bittiğinde bir ağacın altında buldum bedenimi. Mektebin sırtında kalan bu izbe parkta benden, seyyar bir pilav satıcısından ve ötedeki gazete bayinden gayrı kimseler yoktu. Oturdum ağladım. Kafamı tavus kuşları gibi paltomun içine gömüp kendimi nefessiz bırakana dek katıla katıla ağladım.

Kaçsam, nereye kaçarım? Sabretsem, gücüm yok. Pişmanım ama tümü benim kabahatim. Bileneceğim kusurlu biri yok ve bu, kendimi yok etme arzumu daha da körüklüyor. Bir kabahat işledim, kabul. O vakit nasıl temizlerim kabahatimi? Halamla konuşmak bu denli güçken hele. Nasıl ikna ederim onu? Bir hata yaptım hala, tez canlı davrandım, şimdi evlenmek istemiyorum, nasıl denilir? Tatlı sözler, benim yılanımı deliğinden çıkarır mı? Çeyizimi hazırladığı gibi seve seve de bozar mı saadetim için?

Bana bir şeyler gerek. Hayal kurabilmem ve kurduklarımı inşa edebilmem için bana hürriyet gerek. O hürriyeti bahşedecek kuvvetli biri gerek. Halamdan daha dirayetli, daha hâkim biri. Ardımda duracak biri.

Enişteme desem? Desem ne olur, ne yapabilir ki? Zaten Üsküdarlı'ya nasıl kinlenmişse, benim bile gözlerimin yansımasında yeğenini görür oldu. Kalfalar başlarını dahi kaldıramaz. Nermin yok. Suzi Hanım yok. Bilal, onla evlenmek istemediğimi duyduğunda alınıp gücenecek biriyken ardımda durmasını isteyemem. O benim sözlüm. Dostum değil. Müyesser Hanım'a desem, yeğeninin gözyaşı uğruna dünyaları ateşe vermeye hazır. Benim halamsa bana gözyaşı döktürmeye dünden nazır.

Üsküdarlı yok. Rehiye'nin en çok ona ihtiyacı var, ama o çoktan terk etmiş beni.

Peki, kim kurtarır şimdi Rehiye'yi?

Başımı paltomdan çıkarıp düğmelere dolanan saçlarıma aldırmadan elimi açıp dua ettim. Allah'a, bana bir mucize göndermesini ve beni bu evlenme bahsinden bir an evvel kurtarması için gözyaşlarım kuruyana dek yalvardım. Onu övdüm, yücelttim, takdir ettim ve sığındım. Bana ne yaparsan yap ama beni bu vaziyetten kurtar Allah'ım, dedim. Bir işaret bekledim. Belki Üsküdarlı'yı gönderir bana, dedim. Belki bir büyüğüm, bir sevdiğime rast gelirim de halamla konuşur, dedim. Bir kuş konsun bari tepeme. Bir yaprak düşsün. Biri gelip niçin ağladığımı sorsun da ben, bana bir yardım geleceğini bileyim. Sırtımı duama yaslayayım.

Fakat hiçbir şey olmadı. Ağlaya ağlaya, ellerim boş, mektebe geri döndüm. Gele gele lavaboda Nazar'la rast geldik.

Mektebe birlikte yürümemize rağmen o gün hiç konuşmamıştık. Kabinlerden çıkmış ellerini yıkıyordu. Beni yaşlı gözlerle görünce çekindi, kaşları çatıldı, ellerini başka yerde yıkayıp yıkayamayacağını düşündü. Rahatsızlığını anladığımdan duvar dibindeki musluğun altına geçip yüzüme su serptim. Gözyaşlarımı sakladım. Hayret verici bir hızla ilk konuşan o oldu.

"Yarın geliyorlar." dedi soru sorar bir sesle. Başı ellerine eğilmişti, sabunlu avuçlarını köpürtüyordu. "Mutlusundur herhalde."

Yanıt veremedim. Yüzümün her köşesi yolda ağlamaktan şişmiş ve kızarmıştı. Karşılık alamayınca belki tepemden iner diye tahmin ettim ama yamacıma kadar geldi. Uzanıp musluğu tek eliyle kapattı. Gözlerindeki bakışı unutmam mümkün değil, bana daha evvel hiç böyle bakmamıştı. Sinirli, hem de çok sinirli. Ama bir şeyler onu duygulandırmış. Kaşları çatılmaktan birleşmiş, kibirli gözlerinden his akıyor. "Evlenmekte bu kadar istekliysen daha başka biriyle evlenebilirdin!" dedi. "Bilal'le mi evleneceksin gerçekten?"

Aynada kendimle göz göze geldim. Kâküllerim ıslanmış, alnım çırılçıplak ortada kalmıştı. Elimin tersiyle yanaklarımı sildim. Verdiğim ilk tepki sakince çıkıp gitmeye yeltenmek oldu ama bana geçit vermedi.

"Evleniyorsun. Şaka gibi!" dedi. "Sonra ne olacak? Bir de bebek mi doğuracaksın? O işten de de bihabersin ya!" Bakışlarımı yakalamak için önümde siper oldu. Nereye baksam adımlarını oraya yöneltiyordu. "Nermin öldü diye evleniyorsun resmen. Bari git... Daha yakışıklı biriyle evlen de mutlu ol! En azından çocuk yaptığına üzülmezsin-"

"Nazar." dedim nihayet. "Çekil de geçeyim-"

"İnanamıyorum ya, inanamıyorum! Resmen... Otuz yaşında bir adamla evleneceksin! Sana kim bilir neler yapacak, canını yakacak! Nasıl için kaldırıyor bunu-"

Hiçbir şekilde sıyrılacak boşluk bulamayışımdan, "Ne istiyorsun ki benden?" diye haykırdım. Kendi içimde de bu suallerin savaşını verirken, bir de alaycı kuzenimin huzurunda ağlama ahmaklığında bulundum. "Halam mutlu oldu diye ikna oldum... Bu raddeye geleceğini nereden bilebilirdim! Sadece çay içecektik, İzmir'i soracaktım... Sen ne diye bana kızıyorsun ki!"

Nazar bilezikli yumruklarını sıktı. Ne diyeceğini bulamamış gibiydi, "Sen gerçekten kafasızsın." diye lafı geveledi. "Mahallede genç biri mi yok evlenecek!"

Bundan rahatsız olduğuma ben bile şaşırdım. "Genç biri mi?" dedim hayretle. Tek kaşım havalanmış, sızlanışlarım dinmişti. Ağzımdan çıkan kelimeler sahiden bana mı aitti? "Kendine bile yetemeyen biri beni nasıl korusun! Böylesi daha iyi işte! Bilal herkesten büyük olursa kim bana dokunabilir! Yeni yetme bir oğlanla evlenmenin neresi güzel? Yakışıklı biriyle evlenmenin nesi daha kıymetli? Beni kollayacak işte. Anlasana. Bana bakacak, bana giysiler alacak. Başımı okşayacak. Beni dinleyecek, elimden tutup beni Nermin'e götürecek-"

Ve o an; sevdiğim herkeste aradığım, bulduğumda da o insanı katiyen bırakmamama sevk veren gedik yanımın ne olduğu bana huysuz kuzenim tek bir seferde söyledi.

"Sen de kendine eş mi arıyorsun, baba mı arıyorsun! Aptal!"

Laflarım boğazıma dizildi. Bu yakışıksız lakırdıyı duyduğumda bana haksızlık ettiğini düşündüm. Yanından süzülüp koridora çıktım. Kendime bir baba aramak kadar gülünç, çirkin bir şey olabilir miydi? O ise hâlâ ardımdan bağırıyordu. "İyi git! Lafımı dinlemediğin için çok ağlayacaksın ama! Çirkin yaşlı bebeğine de ben değil kalfalar bakacak!"

Bu hadisenin harareti birkaç dakika içinde dindi. İkimiz de yeniden gösteri salonunda karşılaştık. Kızlar sahneye uzanmış, koridordaki nöbetçi talebenin zilin çalmasını beklerken öğretmenlerimizin çoğu moladan henüz dönmemişti. Sadece Fidan Öğretmen koltuklarda piyes metnini inceliyor ve hepimizin lak lak etmesine müsamaha gösteriyordu. Nazar arkadaşlarıyla birlikte bir sahnede, bir aşağıda dolanıyor, arada bir de gözlerime bakıyordu. Aynı sakinlik ve hissizlikle yanından geçip kırmızı koltuklardan birine oturdum. Benim gelişimden hemen sonra kapı çaldı. İçeriye hademelerden Ayşe Abla girince sahnede yatan kızlarla birlikte hepimiz dikkat kesildik, paltomu soymakla meşgul olduğumdan yerimden kalkmadım.

"Ayşe Hanım?" dedi Fidan Öğretmen.

Ayşe Abla süpürgesini kapıya yaslayıp, "Ee, Öğretmen Hanım, bir mektup gelmiş size bakanlıktan. Postacı çocuk iletiverin, dedi diye rahatsız ettim-"

Fidan Öğretmen, mektubun acelesi olmadığını düşündüğünden benim gibi yerinden kıpırdamamıştı. Ama bakanlıktan olduğunu duyunca kalkıp Ayşe Abla'nın elinden mektubunu aldı. Elinde iki zarf vardı, ikisinin de kendisine geldiğini düşündüğünden topluca almak istedi ama Ayşe Abla, "O da talebelerden birineymiş herhalde Öğretmen Hanım." deyince elini hızla çekti, talebenin mektubunu masaya bıraktı ve okumak için hademeyle birlikte salondan çıktı. Kızlarsa mektubun etrafında bir çember oluşturdular.

"Kızlar? Hanginize bu?"

"Ne bilelim Büşra, ne zamandan beri hususi olarak mektebe sokuluyor mektuplar? Telgraf da değil ki..."

"Bilemedim. Biriniz baksa ya. Zeliha?"

Sınıf başkanımız Zeliha, beş karışlık sahne platformundan atlayıp masadaki mektuba uzandı. Alır almaz kısık gözleriyle mektubun üstünü okudu.

"Aa, Rehiye?" İsmimi duyunca irkildim. Paltomu katlayıp yanımdaki koltuğa seriyordum. "Sana gelmiş bu."

"Bana mı?" dedim şiş dudaklarımla. Kendime henüz gelememiştim. Çok sonra kalkıp onların yanına, en öndeki koltukların hizasına yürüdüm. "Bir yanlışlık olmasın. Benim mektup beklediğim bir yer yok."

Kızlar bu sefer Zeliha'yla benim etrafıma doluşunca Nazar kalabalığı yarıp dikkati üzerine çekti, "Doğru?" dedi tedirgin bir sesle. Sanki hayatımın tümüne hâkimmiş gibi. "Rehiye'ye kim mektup gönderir ki? Ne alaka bu şimdi!"

"Sana ne oluyor şekerim? Olur mu olur, mektup alt tarafı. Belki arkadaşı Nermin'dendir-"

"İyi de o öldü salak, nasıl göndersin-"

"Belki de cennetten göndermiştir." Tüm salon, kızların kahkahalarıyla titredi.

"Yürü git işine! Babam dedi. Hristiyanlar cennete giremezmiş. Gönderse gönderse cehennemden gönderir-"

Zeliha, "Nazar!" diye bağırsa da kuzenimin endişesi dinmedi. "Terbiyeni takın diyeceğim de kuzen olan sizsiniz."

"Aman ne kızıyorsun ayol! Yesinler işte birbirlerini. Ee kimdenmiş? Söylesenize!"

"Mektepten mi atıldın kız acaba? Fidan Öğretmenin mektubu da bakanlıktan gelmişti."

Zarfı teslim alana dek, bunun disiplin kurulundan ya da bir ihtimal Bilal'den gelen bir mektup olduğu tahmininde kararlıydım. Belki ben onu büsbütün sevmiyordum, ama o bir ihtimal bana bir mektup yazma ihtiyacı duymuş olabilirdi. Belki dualarım kabul olmuştu. İşittiği lakırdılar kabarmış, çirkinleşmiş ve benden yaka silkmesine sebebiyet vermişti. Belki de bu bir ayrılık mektubuydu? Her ne kadar iki mahalle ötemizde yaşıyor olsa da bu ihtimal benim hayatımın sınırları içerisindeki en mümkün olasılıktı.

Zarfı, Bilal'in beni terk ettiği fikriyle, suçlu bir umutla araladım. Araladığım gibi onu bana kimin gönderdiğini de öğrendim. Ve öğrendiğim an, içimde Bilal'i ilk ben terk ettim.

Yüzüm buz kesildi, "Metin Kenter'den." diye mırıldandım. Kulaklarım çınlamaya, çenem karıncalanmaya, ellerimdeki kan çekilmeye başladı. "N-nasıl... Nasıl olabilir?"

"Ne?"

"Ne!"

"Ne?" dedi Nazar hırçın bir köpek yavrusu gibi. Mektubumu elimden almak için neredeyse üzerime çullanınca Zeliha aramıza girdi.

"Metin Kenter'den mi?" diye haykırdı Suzan da. Hürmüz kılığıyla serildiği koltuktan nihayet kalkabilmişti. "Bana bak! Ne işler çeviriyorsun sen Rehiye!"

Kimseye yanıt veremiyordum. Salondaki tüm arkadaşlarım, beni tanıyan yahut tanımayan tüm kızlar korkunç bir çemberin ortasına tutsak etmişti beni. Görebildiğim her boşluktan bir el, bir kafa uzanıyordu. Zeliha'nın ardında mektubumu aralamaya çalıştım ama ne mümkün. Eklemlerime dek donmuş, heyecandan kendimi terk etmiştim. Nasıl olduğunu hatırlamamakla birlikte yakamı onlardan kurtarmayı başardım tabii. Sahnenin ardındaki ufak kapıdan kızların hazırlandığı revire, çakma kulise saklandım. Sırtımı kapıya yaslayıp kendime gelmeyi bekledim.

Enişteme gelen mektuplara benzemiyordu. Ebadı dar ve uzuncaydı, elime alınca hafif bir ağırlık hissediyordum. Sağ üst köşesinde İstanbul pulu vardı. Hiç düşünmeden zarfı yırttım. İçinde kısa bir mektup ve kalın kâğıda basılı bir davetiye vardı. Üzerinde Metin Kenter'in resmi basılıydı, yanında ise kırmızı bir mum mühre M harfi işlenmişti. Neredeyse avuç içim büyüklüğündeydi.

Kilitlemeyi unuttuğum kapıya bir tekme savrulunca yalpalandım. Sabırsız sesiyle, "Aç şunu aç!" diye gürledi Nazar. Sırtımı geri dayayıp kendimi tekrardan güvence altına aldım.


Sevgili Rehiye Ağaçlıtepe,

Şiiriniz beğenimi kazandı. Böylesi bir edebiyat çöplüğünde, kaleminiz ayaklandı ve kendini kurtardı. Şayet beni kandırmadıysanız, şayet bu şiir sahiden sizin ellerinizden, yüreğinizden çıkmış bir şiir ise davetimi kabul etmenizi rica ediyorum.

Üç ay sonra. 17 Aralık'ı, 18'e bağlayan gece. Pera Palas Hotel'in büyük salonunda. Bir maskeli kış balosu.

Kalabalık bir balo olacağından size özel, şahsi mührümü bastığım bir davetiye takdim ediyorum. Bu sayede içeri girebilecek ve beni bulabileceksiniz.

Umuyorum ki o gece, ben de sizi bulabilirim.

Hürmetlerimle, Metin Kenter.

29 Eylül 1951


Mektubu kaç kere okuduğumu bilmiyorum. Hayatımın tam da bu zamanında, mecmuasına bile elimi uzatamadığım bir vakitte bu mektubun beni bulmasını bir mucizeden mi saymalıydım yoksa tüm bunların bir bela olduğuna mı hükmetmeliydim?

Her şey bir yana, ben nasıl yarışmayı kazanmış olabilirdim ki? Şiiri bizzat Üsküdarlı'ya yazdırmış, Nermin'in zarfının içerisine koymuştum. Benim kazanmam için zarfımın içindeki şiirin beğenilmesi gerekir. Bu da Nermin'in şiirinin, Üsküdarlı'nınkinden çok daha iyi olması gerektiği manasına geliyor ki bu imkânsız zira Nermin değil şiir yazmak, okumaktan dahi nefret eder. Üsküdarlı gibi bir edebiyat kurdunu geçmesi kabil değil! Onu da geçtim, mektup Nermin'in ölümünden birkaç gün sonra yazılmışsa niçin Kasım ayının sonunda bana gönderilmişti? Bu bir yılbaşı balosuydu. Nasıl benim yaş günüme denk gelebilirdi!

"Rehiye! Aç dedim sana şu kapıyı!" Mektubu geri koyarken beni zayıf bir anımda yakaladılar, kapıyı açtıklarında yere yığılan kızların arasında kalmamak için az öteye emekledim. "Ne vardı onun içinde, ver çabuk, ver!"

"N-Nazar..." dedim mektubumu havaya kaldırıp. Tek elimle emeklerken eteğime takılıp tökezledim. Yine de yüzümde onun tanıyabileceği bir tebessüm vardı. Çünkü bu mektup, kendisinin de karşı olduğu evlilik bahsini büsbütün ortadan kaldıracaktı. "Ben kazanmışım. Nazar, evlenmeyeceğim! Evlenmeyeceğim! Metin Bey'in balosunu ben kazanmışım-"

"Ne?" dedi sadece. Söylediklerimi sindirebilmek için kısa bir sessizliğe ihtiyaç duymuştu. Bir bana, bir de elimdeki mektuba bakarken diğer kızlar gene etrafıma üşüştü. Hakikati idrak edince ağlamaya ve kendini yırtmaya başladı. Elleri kısa bukleli saçlarında, nefes nefeseydi. "Hayır... Hayır, olamaz bu. Hayır! Ver onu bana! Ver çabuk! Sana başkasıyla evlen dedim. Metin Kenter'le evlen demedim!"

"Nazar-"

"Rehiye!" dedi Suzan, herkesin sesini bastıran kurnaz bir kıvraklıkla ortamıza geçti. Söylediklerini duyunca kızlar durulur gibi oldu. "Yarışmaya katılmadım demiştin ama sen? Nasıl oluyor bu?"

Beni zayıf noktamdan vurmuştu. "Ka-katılmadım." dedim. "Yani katılmamıştım diye anımsıyorum. Ben de şaşkınım-"

"Nasıl anımsamıyorsun!"

"O vakit bir yanlışlık olmalı?" dedi Suzan kızları ferahlatmak için. "Demek ki kazayla senin adına geldi. Katıldın mı, katılmadın mı şimdi?"

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Katıldım desem o güne dek inşa ettiğim kimliği yıkacağım. İnsanlar senelerdir Metin Bey'e duyduğum saplantılı aşkımı öğrenecek. Katılmadım desem pis bir yalan söylemiş olacağım, zira yarışmayı her nasılsa kazanmışım. Nazar'a baktım. Ömrünün en müthiş düş kırıklığını yaşıyor olmalıydı. Benim için sevinmemişti bile. Boncuk boncuk ağlıyor, bu duruma en az benim kadar hayret ediyordu. Perişandı. Yumruklarını sıkmış, dudaklarımdan dökülecek yanıt için pusuya yatmıştı.

"Şiirden ne anlarım deyip duruyordu bu." dedi Rukiye. "Ama kazanman için de bir şiir yazmış olman gerek ya hayatım?"

"Anlamıyorsan ve yazmadıysan... Demek birinin şiirini çaldın?"

"Tövbe, asla... Ben-"

"Yoksa Nazar'ın şiirini mi çaldın?" dedi Rukiye, kızların aklına şüphe tohumlarını itinayla ekerek. "Ne bakıyorsunuz? Olur mu olur. Aynı evde yaşıyorlar. Üstelik Metin Kenter, onlara geldikleri akşam Nazar'ı baloya bizzat davet etmiş. Demek ki kazanan en başından beri oydu? Lâkin bir yanlışlık oldu."

"Rehiye?" dedi Suzan. "Rukiye'nin söyledikleri doğru mu?"

Ter içindeydim, "Ben..." diye gevelerken mektubumu iki elimle sardım. Nazar bir kaşını havalandırmış, bu iddiaları kabul etmemi bekliyordu.

"Sen?"

"Ben..."

Hiçbir şey eklemeden aralarındaki boşluktan sızıp var gücümle koştum. Koparttığım gürültüyle bir salon dolusu kız peşime düştü.

Kaçışımı bir kabulleniş belleyen kuzenim, "Gel buraya! Rehiye! Bunu asla unutmam ben! Duydun mu beni! Asla!" diye çığırıyor, Metin Kenter'in aşkından aslan kesilen bu kalabalığa öncülük ediyordu. Düşe takıla gösteri salonunun kapısına ulaştım, kapıdan çıktım ve bu kez de dersliklerine doluşan kızların arasında koridorda koşmaya başladım. Bu aklıma nasıl geldi bilmiyorum. Lâkin koşarken önde olduğumu bildiğim bir anda mektubun içerisinden bir tek davetiyeyi alıp cebime sıkıştırdım.

Bunu yapmam bir mucizeydi. Çünkü birkaç saniye sonra kuzenim saçlarımdan tutup beni yere serecek, mektuptan geriye eser bırakmayacaktı.

"Nazar! Ben bir şey yapmadım-"

Beni dinlemedi. Onu feci derecede üzmüş olduğum aşikârdı ama niçin böylesi bir tepki verdiğini anlayamıyordum. Metin Kenter'i herkes seviyordu. Ülkedeki, Ankara'daki ve benim mektebimdeki herkes ona âşıktı fakat ona eşlik edecek bir başkasını da sevmeyi katiyen ihmal etmiyorlardı. O hâlde onları bu denli azdıran tam olarak neydi?

Nazar saçlarımı kökünden çekerken uzun törpülü tırnaklarıyla da kafa derimi çizdi. "Bir de senin için üzüldüm ben!" dedi çığlık çığlığa. Koridor bizim yüzümüzden mahşer alanına dönmüştü. Sınıfların aralık kapısından başka başka talebeler çıkageldi. Biraz sonra derslerinin başlaması gerekirken sergilediğimiz bu savaş piyesini afiyetle seyretmek için bir de içerideki dostlarını kapıya çağırdılar. "Günlerdir başkasıyla evleneceksin diye hazırlık yapıyor annem! Bir de utanmadan Metin Kenter'in yarışmasına mı katıldın! Hem de benim şiirimle! Sen nasıl bir insansın söylesene! Hem başkasıyla evlenmeyi kabul et, hem geceleri Tarık'la sürt, hem de Metin Kenter'in balosuna git!"

"Nazar-" Saçlarımı kökünden koparırcasına yoluyor, siper ettiğim kollarıma tokatlar savuruyordu. Suratıma ulaşamadığı için karnıma oturarak beni kıstırdı. Bir eliyle bileklerimi zapt ederken öteki eliyle ise yanaklarımı pençeledi. "Dur! Yapma! Nazar lütfen! Ne yapıyorsun! Bırak beni-"

Başıma gelenlerin kabahati bendeydi. En başından beri kendimin sesini dinlemeliydim. Oysa şimdi, eski kendimden yalnızca birkaç dakika uzaklıkta; onun gibi düşünmekten acizdim.

Verdiğim tüm o inatçı kararlar, kendimi feda edişlerim, sevdiklerimin nasihatlerine kulaklarımı tıkayışlarım ve kurtuluşu bu evden gitmekte buluşum tek bir mektupla ortadan yok mu olmuştu şimdi?

"Nazar..."

Sesimi kimseye duyuramıyordum. Kimse onu benim üzerimden almaya cesaret edemiyordu. Ellerimden düşen mektubumu bir araya getirip içindekilere bakmakla meşgullerdi. Ne de olsa onlara yalan söylemiştim. Hayalini kurdukları bir baloyu, tıpkı Nermin'in hatırasına da yaptığım gibi haram etmiş, kursaklarında bırakmıştım.

"Nazar..." diye mırıldandım. O da benim gibi ağlıyordu. Elleri, parmakları, yüzümü cırdığı tırnakları kim bilir nasıl mahvolmuştu. "Yemin ederim... Ben kazandım."

Korkudan akan gözyaşlarımın yerini, sinirli ve çaresiz yaşlar aldı. Birden kuzenimden dayak yediğime ve mektubuma el konulduğuna değil; beni o güne dek, bu vaziyete sokan sebeplere ağladım. Mektebin tüm koridorları karardı. Ellerim iki yana yığıldı ve siper edemedim kendimi. Gözlerimin ardında bana iki kapı göründü. Aralıklarından günışığı sızan iki kapı. Bu kapılardan birinde Bilal vardı. Aklımın içinde bile çay bahçesindeki gibi sakin, mülayim, kambur oturuşuyla limonlu çayını yudumluyordu. Diğerinde ise Metin Bey. Salondaki altın berjerde, bacak bacak üstüne atmış, bir eli çenesinde, yamuk bir duruşla, bıkkın ve düşünceli, dibek kahvesine dokunmadan boşluğu seyrediyor.

Suratım cayır cayır yanarken, elimi o hayali karanlığa uzattım. O oturan iki adamın içerisinden Metin Kenter'e seslendim. Alın beni, dedim içimden ona. Ben sizi istiyorum. En çok sizi seviyorum ben.

İkisi de kalkmadı yerinden. Mucizevi bir şekilde Üsküdarlı da gelip kurtarmadı beni.

Gözümdeki perde kalktı. Hayvani bir güç beni yerden kaldırdı. Bu kez ağlayarak, sarsılarak, yalpalanarak kuzenimi ben dövmeye başladım. Ağzımdan hiçbir kelime çıkmıyordu. İsyanımı böyle de dile dökemiyordum. Safi inliyor, ağlıyordum. Tırnaksız ellerim ve yumulu yaşlı gözlerimle ben de ona saldırıyordum.

Belki kendimi dövüyordum onun suretinde.

Belki Bilal'i. Belki beni terk eden Nermin'i. Belki Üsküdarlı'yı. Belki halamı. Belki de suçsuz günahsız beni ardında bırakan deli annemi.

Ya da ne malum. Belki de tam olarak susturmak için can attığım kişiyi.


𖣂


"İki kuzen bunlar yahu! Birbirlerini bu denli hırpalamaları nasıl mümkün olabilir Gülru Hanım? Bu kızlar her gün aynı evden gelip, aynı eve dönüyorlar mı? Mektebimde böyle bir şeyi-"

"Müdire Hanım." dedi halam kendinden emin, biraz da neşeli bir sesle. "Tasvip ediyoruz sanılmasın. Biz de şaşkınız tabii. Lâkin Rehiye biraz... Ne bileyim hırçın bir kızdır, geçimsizdir, huysuzdur-" Kaşlarımı çattım. "Pek tabii mümkün böyle bir şeyin yaşanması. Anasına çekmiş işte. Nazar'la bebekliklerinden beri geçinemezler onlar. Ne kadar denediysek de ısındıramadık. Nazar da o kadar çabaladı ama yok. Yeğenimin kusuruna bakmayın. Cahilliğine, körpeliğine verin. Ben bizatihi konuşacağım bu meseleyi beyimle, aklınız kalmasın-"

"Ama bu kadar da olmaz ki!" dedi Müdire Hanım, gözlüğünü burnunun kemerine dek indirdi. "Hadi Rehiye bahsettiğiniz gibi diyelim. E Nazar'ın geriye kalır ne yanı var? Yeğeninizin yüzündeki tırnak izlerini ben gözlüklerim olmadan görüyorum buradan. Kuzen, kuzene böyle bir yara açar mı?"

"Çok doğru dediniz Ayfer Hanım." Nazar imalı gözlerle bana baktı. "Kuzen, kuzene böyle bir yara açmaz."

Başımı eğdim.

"O vakit ikisine de yalnız ihtar çekiyorum." dedi Müdire Hanım. "Şayet kuzen olmasaydılar, böyle bir şeye katiyen göz yummaz daha caydırıcı bir ceza verirdim."

"İkisine de mi vereceksiniz?" dedi halam tatlı tatlı. Parmağıyla solunda oturan kızını işaret etti. "Başı sarılı olan Nazar'dı ama-"

"İkisi de sütten çıkmış ak kaşık değil ki. Mektebimden uzaklaştırmadığıma şükretsinler Gülru Hanım."

"E iyi madem. Öyle olsun, en münasip kararı vermişsinizdir." dedi halam bacak bacak üstüne attığı dizlerini ovalayarak. Birkaç dakika boyu Müdire Hanım elindeki evrak kâğıtlarına bakarken bizi yanıtsız bıraktı, bu fırsattan istifade halam geri lafa girdi. "Ayfer Hanımcığım. Benim bir maruzatım olacaktı. Biz... Rehiye'nin kaydını sildirecektik de mektepten. Gerçi çok dedik oku, tahsilini tamamla diye ama. İşte. Zamane genci. Tutturdu okumayacağım-"

"O nereden çıktı?" dedi Müdire Hanım başını kâğıtlardan kaldırarak. "Yoksa kızların dilinden düşmeyen şu evlilik bahsi doğru muydu? Ben katiyen ihtimal vermemiştim sizin gibi güzide bir aileye."

Halam bana baktı, sonra da, "Yok daha neler..." dedi gülerek. "Mektep çağındaki bir kızın bu devirde evlendiği nerede görülmüş Müdire Hanım? Okuyacak, sizler gibi ilim irfan sahibi olacak onlar. Beyim Rahmi devlet memurudur. Bizzat ilgilenir yeğenimin tahsiliyle. Kız çocuklarının okumasına-"

"O vakit kaydı sildirmek sizin gibi bir aileye yakışmaz diye düşünüyorum." deyince halam suspus kesildi. "Zira bu hadiseden her ne kadar hoşnutsuz olsam da, Rehiye hakkında duyduklarım matematikten mütemadiyen kırık not alması ve derslerde uyumadığı vakitler ahbaplarını lafa tutmasından ibarettir. Benim ondan yana bir şikâyetim yok."

"A-ama o istiyor işte... Benim elimde değil ki Ayfer Hanımcığım, yeğendir. Evlat yarısıdır-"

"Rehiye?" dedi Müdire Hanım. Başımı kaldırıp gözlerine kaçamak bir bakış attım. "Mektebimde kalmak istiyor musun?"

Halam omuzlarının tepesinden bana bakarken homurdandı. "İster tabii. Niye istemesin? Kızlarla başka nerede gevezelik edecek! Tahsil görse ne, görmese ne-"

"Gülru Hanım. Ben Rehiye'ye soruyorum."

Halam mütebessim bir ifadeyle bana baktı. Ben bu samimi, sevilesi ve kabul edilesi bakışların ardındaki hakiki kişiyi tanıyordum. Hangi cevabı verirsem, beni neyin bekleyeceğini de biliyordum. Cebimdeki davetiyeyi okşadım.

"Halam niyetimi yanlış okumuş olmalı." dedim. "Ben mektebinizde kalmak istiyorum."

Topuklu pabuçlarını sallarken şuh bir kahkaha attı. "Ayol, niçin yanlış okuyayım? Sen demedin mi bana, son kez mektebe gitmek istiyorum, tahsil görmek istemiyorum diye yavrucuğum?"

Halama bakamıyordum. Gözlerim pabuçlarımdayken, "Tahsil görmek istemiyor musun Rehiye?" diye sordu Müdire Hanım. O vakit düşündüm. Ben neyi istiyorum, diye.

"Mektebi seviyorum." diye mırıldandım. "Ama tahsilini görmek istediklerim bunlar değil."

"Ben sahiden anlamıyorum. Benim burada başım sarılı, belki de öleceğim, ama biz Rehiye Hanım'ın hülyalı dünyasını keşfe çıktık! Anne! Ben ihtar alıyorum, bu-"

"Çok bunaldıysan odadan çıkabilirsin Nazar." diye kestirip attı Müdire Hanım. Gözlüklerini çıkarttı ve kollarını masasına dayadı. "Neyin tahsilini görmek isterdin?"

"Müdire Hanım, yalnız beyim kapıda bekliyor-"

"O vakit ana kız çıkabilirsiniz. Ben Rehiye'yle konuşuyorum."

"Lâkin acelemiz var. Rehiye eve dönemez ki kendi başına şimdi."

Müdire Hanım sabırla soludu. Hepimizden bıkmış olacak ki bizi başından savdı. Halamın peşinden ayaklanıp kapıya yürüdük. Ben daha ağır adımlarla kasten geride kaldım ki son kez Ayfer Hanım'a bakabileyim. Öyle de oldu. Gözlerimle ona el uzattım. Zira hiçbir kuvvetin beni bu mektebe geri döndüremeyeceğini biliyordum.

"Sahnede olmak isterdim." diye fısıldadım ölü bir suratla. Halam ve Nazar, beni duyamayacak kadar ötedeydiler. "Ama ne yapmak isterdim bilmiyorum. Yalnız sahnede olmak isterdim. Dip bucak temizleyen olsam dahi."

Düşük, mavi gözlerini bana dikti. Bir halama, bir de bana baktı. "Pazartesi günü odama gel."

Arabada kimse konuşmadı. Ne saçı başı karışan Nazar, ne de yüzü gözü çizilmiş ben. Halam ve eniştem bile kendi aralarında bizim bahsimizi aralamadı. Köşke girerken Üsküdarlı'nın evine baktım. Eğer oradaysa bana yardım edebilir diye düşündüm, ama yoktu. Ona en ihtiyaç duyacağım anda beni müdafaa edecek kimse yanımda yoktu.

Başıma geleceklerin farkındaydım. Bu sessizlik hayra alamet olamazdı. Köşke girdik. Ben botlarımı ayakkabılığa koyup lavaboya yönelirken halam, "Hayırdır Rehiye Hanım? Ellerinizi yıkayacağınız mı tuttu?" dedi.

"B-ben hep yıkıyorum ama hala-"

"Geç hadi, geç." dedi beni salona iterek. "O parmaklarını kırıp ağzına tıkmadığıma dua et. Nazar az bile yapmış sana."

Peşimden kuzenim, halam ve eniştem de geldi. Salonun kanatlı kapısı kapatıldı ve kalfalar dışarıda bırakıldı. Eniştem epey asabi ve sabırsızdı. Elleri ardında salonda volta atıyordu. Nazar'la beni aynı koltuğa oturttular. Halam karşıma geçti ve derin derin soludu.

Müdirelere ve komşularına katiyen göstermediği bambaşka bir sesle, "Nazar'ın anlattıkları doğru mu?" diye sordu.

Boynumu kaldırmadan, "Hala." dedim yalnızca. Elinin tersiyle ağzıma vurdu. Acımın harlanmasına bile müsaade etmeden saçlarımdan tutup beni kendine yaklaştırdı. Nazar'ın tırnak izleri hâlâ derimde sızlıyordu.

"Sen beni rezil etmek mi istiyorsun ha?"

"Hala... Ben kasten saldırmadım ki, kendimi müdafaa-"

Saçımı, beni kendine yaklaştırmak için daha da sıkı çekti. "Yüzüme bir bak bakayım sen." Yeniden ağlamaya başladım. "Yüzüme bak!" Yine o ses. Yine herkese bahşetmediği o dik, kıpırtısız, ukala bakışlar. Tiksindiğini ima eden, tükürürcesine ekşimiş o surat. "Senin hiç mi utanman arlanman yok be? Seni yarın istemeye geliyorlar. Ben mi dedim sana evlen diye! Sen kabul ettin, sen... İşine gelince çay bahçelerinde sürten sensin, elinde çiçeklerle mahallede fink atan sensin şimdi ne oldu-"

"Sen dedin ya hala! Ben Bilal'i tanımıyordum ki! Sadece üç kere görüştük, ben de gaflete kapıldım kırmak istemedim. Ama vazgeçtim ben. Ya hiç evlenmeyeyim, ya da daha sonra evleneyim... Mesela çok sonra, yirmi yaşıma gelince? İstemiyorum ki! Yarışmayı kazanmışım hala... Metin Kenter bana mektup göndermiş, bu baloya nasıl gitmem? Hem de yaş günümde! Yılbaşı balosunu yaş günüme çekilmiş bu nasıl olabilir-"

Halam elinin tersiyle ağzıma okkalı bir tokat daha savurdu. Parmaklarıyla dişlerimi sıktı ve sıktı.

"Seni öldürürüm çocuk-"

"Resmen hâlâ utanmadan balo diyor!" diye ağlamaya başladı Nazar da. Ayakta dört dönen babasına dolu dolu sızlandı. Kızı konuşmayı devralınca halam suratımı bıraktı. "Babacığım ben o kadar çalışmıştım, gece gündüz çabaladım kazanmak için. Siz Nerminlerin evine koştururken Metin Bey kibarlık edip ablamla beni baloya davet etti o gece! Hani diyorum ya mektep gezisi varmış diye... Seni kırmaktan, gücendirmekten korktum babacığım. Ufak bir yalan söylemek mecburiyetinde kaldım. Ne yapsaydım? İstedim ki bu sayede sen de Cüneyt Bey ile daha yakın olursun."

Sızlayan dudaklarımı ovalarken, "Ne..." dedim. "İstanbul gezisini baloya gitmek için mi uydurdun sen? Bunu nasıl yaparsın! Ben o kadar hayal-"

"Allah'ım sen sabır ver! Baba duymuyor musun?" dedi Nazar kendi saçlarını yolarak. "Bana uydurdun diyor, iftira atıyor baba! Kendi ağzıyla bize katılmadım demişti, düpedüz yalan söylüyor işte! Allah'tan korkmadan yalan söylüyor, hem de sözlü hâliyle baloya gitmeye yelteniyor! Senin hakkın mı o balo, benim mi!"

"Ama seni değil, beni seçti! Hem Bilal izin verir ki gitmeme!" Halama ve enişteme bakarken bir elimle yüzümü her ihtimale karşı siper ediyordum. "Y-yemin ederim verir! Okumama da izin veriyor. Hala... Ne olursun!" Ellerine uzandım. "Hala ne olursun gideyim! Enişte, ne olursunuz... Ben hiç İstanbul'a gitmedim ki! Ne olursun, kulun kölen olayım, ne istersen yaparım, ne istersen! Ama ne olur izin verin gideyim. Ben Bilal'e izah ederim. O beni anlar. Hem daha mektebim bitmedi. Ne olursunuz... Metin Kenter'e güvenmiyor musunuz! Evlenmek istemiyorum... Yapamam. Yemin ederim ki yapamam. Kendimi inandırmaya çalıştım ama olmadı. Benim yapmak istediğim daha çok şey varmış bugün anladım. Ben daha tek başıma hiç kalmadım. Ben de sizler gibi gençlik yaşamak istiyorum. Hani diyordun ya hala, bizim yaşlarımızdayken kız kıza adalara gitmişsiniz, eniştemle de İstanbul feribotunda tanışmışsınız. İşte. İşte ben de bunu istiyorum. Ben de gezmek, dolanmak, evleneceğim kişiyi tesadüfen bulmak istiyorum. Söyleyelim iptal olsun, gelmesinler. Ben Bilal Abi'yle evlenemem. Ona bunca zaman ismiyle hitap ederken dahi utancımdan yerin dibine girdim. Ne olursunuz istemesinler beni..."

Ben katıla katıla ağlarken halam kendince benimkini gölgede bırakacak türlü fenalıklar geçirdi. Beni bırakıp elleriyle yüzünü kapattı, enişteme karşı sesini alçaltıp ağlamaya başladı. "Rahmi... Görüyorsun değil mi? Ben kaç gecedir uyumuyorum, onca hazırlık, çeyiz... Ne uğruna? Kimsesiz bir yetimi sevindirmek uğruna! Kadıncağızın yüzüne nasıl bakarım Rahmi! Sen duydun sofrada dedi istiyorum evlenmek diye!"

"Evlenmek istiyorum demedim, görüşmeyi kabul ediyorum dedim-"

Halam sustu. Sahte bir gülüşle beni kocasına gösterdi. "Ha ben yalan söylüyorum yani?" dedi. "Bana neler diyor... Duy Rahmi duy! Bu kızın bu hâle gelmesinin sebebi sensin! Senin dayağını yese bunun çenesi bu kadar uzar mıydı? Yahu sözlü bu kız, bir söz verdik, geliyorlar yarın! Ailemizin şerefini üç kuruşluk bir gâvur balosu için iki paralık etti! Ne demek ben baloya gideceğim! Adı çıktı yahu adı! Ben evlenip barklansın diye bakıyorum, hanımefendi Tarık'la geceleri gece ediyor gene sesimi çıkartmıyorum! Sen bana demiştin... Demiştin de dinlemedim. Tarık'tan uzak tut, kendi ahlaksızlığını bulaştırır dedin de ben mani olamadım. Ayıramadım. Girmiş aklına. Görüyor musun Rahmi... Ben parçalayınca kötü oluyorum, al ne yapıyorsan yap bunu! Ayaklarında çiğnesen ne gam! Ha yok ben alıp başımı gideceğim, sizi istemiyorum diyorsan da bu adamın sana lütfedip aldığı her şeyi paşa paşa geri vereceksin. Bu adam gitti sana masa aldı masa! Ders çalışabil diye, mutfak masalarında oturma diye gitti sana masa aldı. Lâkin Müdire Hanım'a ne dese beğenirsin? Ben niyetini yanlış okumuşum! Mektebe gitmek istiyormuş ama tahsil görmek istemiyormuş! Yazık bu adama! Yedirdi, içirdi, okuttu seni be nankör! Seni o dilsiz, kekeme hâlinle aldı okuttu, bir halt etti bu adam! Ama yok... Rehiye Hanım'a tesir eder mi? Rehiye bir tek kendini düşünür. Bir şey rica ederiz afra tafra yapar. Misafir gelir, hani bana tabak, hani bana sofra diye bizi el âlemin önünde rezil rüsva eder!"

Eniştem sıkıntılı nefeslerle attığı adımlarını sıklaştırdı. Bu hâlini iyi tanıdığımdan kendimi koltuğa yapıştırdım. Eniştemin sopasını yersem hiçbir kuvvetin beni onun elinden alamayacağını biliyordum. Kendimi müdafaa etmek bu saatten sonra imkânsızdı. Huzurlu günlerime geri dönmek istiyorsam olabildiğince sessiz kalmalıydım.

"Beni de arkadaşlarımın önünde rezil etti baba." dedi Nazar kusurlarıma kusur ekleyerek. "Hadi ben hayal kırıklığına uğradım diye bir hata da bulundum ama o? Evlilik arifesinde Metin Kenter'le ne işi olur! Bir de anne olacak!"

Gaflette bulunup, "Ben daha evlenmedim ki!" diye yükselttim sesimi. "Ben daha anne bile olmadım, neden çocuklarımı ardımda bırakmışım gibi-"

"Anne mi?" dedi halam kıkır kıkır. İfadesi hızla ciddileşti. "Sen anne olabileceğini mi sanıyorsun sahiden? Senin anne dediğin benim, ben. Ben emzirdim seni, ben büyüttüm. Bana yaptığın bu nankörlüğün cezasını Allah senden çıkartmayacak mı sanıyorsun? Seninle kim evlenir yahu? Kim evlenir seninle?" Gömleğimin yakasını parmak uçlarıyla tutup silkeledi. "Metin Kenter'in balosunu kazanmışmış. Yesinler yalanını. Seni alıp sokağa atsam Allah'ın dilencisi bile el sürmez sana. O filinta gibi çocuk ne yapsın seni? Hadi benim kızıma gönül beslese anlarım. Aynı sofraya oturduğu, muhabbet ettiği, dengi olan bir kız neticede. Ama sen? Bende de var enayilik tabii. Gittim sana gül gibi kısmet buldum bir de. İşi gücü, evi olan bir çocuk buldum. Yahu ben el atmasam sen ömür billah evlenemezdin ki! Şu tavırlarına, şu uyuşuk suratına bir bak hele. Ama Allah şahidim. Sen beni ahbabıma karşı müşkül duruma düşürdün ya, Allah da seni düşürsün Rehiye. Anne bile olama. Evleneme. Kal öyle ortada da, sana yaptıklarımın kıymetini köpek gibi anla. Tabii o gün geldiğinde ben hayatta olur muyum bilemem? Mezarıma gelip ağlasan ne yazar ben gittikten sonra."

"Utan yahu, utan." diye girdi araya eniştem. "Ben de seni hanım hanımcık bilirdim. Sen ne terbiyesiz bir kızmışsın be Rehiye."

Halamın söylediklerine katlanabilirdim. Ama adil sandığım eniştemin tek bir cümlesi beni mağlup etmişti.

"Hah!" dedi halam eliyle kocasını göstererek. "Duydun bak, enişteni. Adamcağızı bile çileden çıkarttın. Bu adam senin için çalışmak zorunda mı? Seni okutmak, büyütmek, beslemek zorunda mı! Merhamet etmiş, çeyizini düzmüş, yediğin önünde, yemediğin ardında!"

Söylediklerini anlamıyor, anlamamakla birlikte katlanamıyordum. Ben kimseye beni okutmasını, beslemesini söylememiştim. İsteselerdi beni pekâlâ babaanneme geri gönderebilirlerdi. Ama niçin onların kendi rızalarıyla sırtlandıkları sorumluluğu ben yüklenmeliydim?

"Yaptığınız her şey için çok teşekkür ederim." dedim yine de. "Ama hayatımda ilk kez sizden gerçekten bir şey istiyorum. İzin verin, evlenmeyeyim gideyim. Ben kararımın ardındayım. İstanbul'a gideceğim."

O sırada salonun kapısı gıcırdadı. Hepimiz aynı anda içeriye giren Fahriye ablama baktık. Omzundan sarkan mektep çantasını duvar dibindeki şifonyere koydu. Besbelli mektepten dönmüştü o da.

"Ne oluyor? Sesiniz ta sokağın başından işitiliyor." diye girdi içeriye. Sahiden de neler olduğunu bilmiyordu, bu sebepten çaresi olmayan duygularla ona koştum. Kollarına uzandım.

"Fahriye abla..." dedim bir cesaretle. "Yarışmayı ben-"

"Rehiye! Suratına ne oldu senin?"

"Fahriye abla bir dinle! Metin Kenter'in yarışmasını ben kazanmışım. Sen haklıydın abla. Ben evlenmeyi hiç istemedim ki! Kafam çok karışmıştı, derdimle nasıl başa çıkacağımı bilemedim... Ne olursun bana yardım et! Ben evlenmek istemiyorum, baloma gitmek istiyorum. Hem de, hem de yaş günümde olacakmış! Ne olursun ikna et. Siz de gelin, hepiniz gelin! Hep birlikte ailecek gidelim-"

Nazar da çoktan peşimden gelmiş, ardımda sıra bekliyordu. "Rehiye beni arkadaşlarımın önünde dövdü! Buna ne diyeceksin peki abla!"

"Asıl sen beni dövdün Nazar, bense kendimi korudum! Günlerdir peşimdesin, her gün bana evlenme diye dil döken sensin. Şimdi neden bana bunu yapıyorsun Nazar! Daha bu sabah yanımdaydın! Neden şimdi karşımdasın!"

"Abla... Baba, inanmayın ne olursunuz, yalan söylüyor-"

"Enişte. Yemin ederim ki yalan söylemiyorum!"

"Eeh! Sen de bir sus be kız!" diye gürledi eniştem. Artık büsbütün bir çıkmaza girmiştim. Tüm bedenim zangır zangır titriyor, muhakkak ki ağzımdan ve burnumdan gözyaşlarıma karışmış salyalar akıyordu. "Kış vakti sözlü hâlinle tutturmuşsun İstanbul, İstanbul diye. Edep yahu! Metin Bey'e deriz iptal eder, olur biter. İlla gideceksen söyle beyine götürsün, yeter be! Ne ahlaksız, ne zırıltılı bir kız oldun başımıza! Halana nasıl dil uzatırsın sen! Kızıma nasıl el kaldırırsın! Elimden bir kaza çıkmadan otur oturduğun yerde! Defol odana!"

Fahriye ablam babasının söylediklerinde takılı kalmıştı. Gözlerini eniştemin suratından ayırmadan, "Bağırmasana kıza!" diye aramıza girdi. "Evlenmek istemiyorum diyor işte. Size evvelinde de on kere söyledim yaşı küçük, buhranda, doğru karar veremiyor diye. Zorla mı evlendireceksiniz kızı!"

"Lazım gelirse zorla! Şerefimi iki paralık etmeden evvel düşüneceksiniz Rehiye'nizi!"

"Şeref mi?" dedi Fahriye ablam. "Sizin şereften anladığınız her ney ise anlaşılan içinde bizim saadetimizden eser yok. Gören de sanır ki beyzadelerin çocuğusunuz. Şereften söz edeceksen en başında bu kızı kimseyle yüz göz etmeyecektin. Şimdi ne oldu? Damat tarafına resti çekecek yürek hiçbirinizde yok mu? Vermiyoruz kızımızı, diyemiyor musunuz-"

Fahriye ablam, söylemeye niyetlendiği cümlelerini bitiremedi. Eniştemden küfürlü, okkalı bir tokat yedi. Bizim gibi ağlayıp sızlamadı, savrulduğu yerden ayağa kalktı ve gözyaşlarıyla babasının üstüne yürüdü.

"Ne yapıyorsun sen! Ben senin kızınım, kızın! Bu mu senin adamlığın! Böyle bir şeye nasıl sessiz kalırsın! Kendi kızlarını bile evermedin, görücüye çıkartmadın kıskanıyorsun diye! Rehiye'ye vuramadığın için benden mi çıkarıyorsun hıncını! Vur! Adamsan vur! Ben alışığım. Ama ahbaplarının yanında adilmiş pozu kesmeyeceksin o zaman!"

Eniştemin gün yüzüne çıkartmasından pek korktuğumuz gazabı, Fahriye ablamı kurban bellemişti. Onu öylesine hırpaladı, ayaklarının altında öylesine çiğnedi ki Nazar ve ben bile kendi derdimizi unutup ona koşturduk. Ne geçiyordu içimizden? Kesin şimdi ölecek, kesin bir şey olacak ona diyorduk. Bu ailenin sonu işte geldi. İşte şimdi biri eksiliyor bu evden.

Ben en azından halamın sopasını yiyordum.

O ise Tarık'ı bile susturabilen birinin sopasını.

"Enişte!" Sırtına yapışmış onu kendime çekiyordum. O kadar iri, o kadar heybetliydi ki tüm gücümü toplasam bile onun savurduğu tek bir tokada yetemezdim. "Ne olur bırak onu!"

Ama eniştem, kızını ayaklarında çiğnemeye devam etti. Karnına, sırtına, kasıklarına, elleriyle siper ettiği başına zapt edilemez bir kuvvetle vurdu. Bir böcek gibi kızını yok edercesine ezdi.

Halama baktım. Hiçbir şey yapmıyordu. Nazar yalnızca ayakta dikilmiş gözyaşlarıyla ablasını seyrediyordu. Kalfalar, Gülizar... Hepsi salon kapısının buğulu camının ardında dizlerini dövüyordu.

Neden kimse bir şey yapmıyordu?

Ne oldu bilmiyorum. Ama bir an sadece şunu geçirdim içimden; keşke hiç doğmasaydım. O eski yaşamlarım gerçekse eğer, keşke içlerinden birinde nefesim tükenseydi ve ben, şimdiki ben hiç olamasaydım. Keşke o gece annemin koynunda açlıktan ölseydim. Yaşamak varsa da nasibimde, keşke köyde kalıp süt sağarak geçinseydim. Halamın evine hiç gelmeseydim. Bu hakikati niye göremiyorum ki? Tüm bedenimde yürüyen bu duyguyu neden saklıyorum kendimden? Ben, halamdan nefret ediyorum. Kendimin değil, en çok onun var olmamış olmasını diliyorum.

Ne yapmamı bekliyorsun?

Elime sehpadan bir vazo aldım. Halama yakın, onun kayıtsızlığına mani olacak ortalık bir yere fırlattım.

İsyan etmeni bekliyorum.

"Sen nasıl bir annesin!"

Halanı karşına çekip çatır çatır konuşmanı bekliyorum. Ben bunu istemiyorum, demeni bekliyorum. Kendimi iyi hissetmezken verdiğim ani bir karardı, Nermin'in acısından ne yapacağımı bilemedim, evlenmeye hazır değilim ama o an hayatımı nasıl yöneteceğimi de bilemedim, benim bu işte sandığınız gibi gönlüm yok, demeni bekliyorum.

"Kocan kızını parçalıyor hiç mi üzülmüyorsun! Hiç mi sevmiyorsun onu? Onu sevmiyorsun, beni sevmiyorsun... Sen kimi seviyorsun ki! Bir tek kendini! Bir tek seninle ilgili şeyleri seviyorsun! Zannederdim ki size ait değilim diye aranızda olmaya hakkım yok. Sizden değilim diye bu hayata mahkûmum... Ama siz kendi kızlarınıza dahi hayatı cehennem etmeye ant etmişsiniz! Niçin sizinle yaşıyorum ki ben? Alıp başımı gitmeye çalıştım da ne oldu! Onu da başıma kaktınız! Abi diyeceğim bir adamı eşim bellemeye bile razıydım sizinle yaşamamak için! Belki beni gezdirir, belki beni hor görmez, belki beni sayar sandım! Herkes beni vazgeçirmeye çalıştı... Ama ömrümün kalanını sizinle geçirmemek o kadar cazipti ki gençliğimi yakmaya bile hazırdım ben. Yap diyorsunuz, yapıyorum. Gitme, diyorsunuz gitmiyorum. Nasıl yan gelip yatıyor olabilirim? Nasıl geçimsiz, huysuz olan ben olabilirim! Nasıl tembel olabilirim? Daha kimseye anne diyememişken anne olmayı bile nasıl hak etmiyor olabilirim? Peki ya kızlarınız? Onlar çok mu hak ediyor anne olmayı? Metin Bey onlarla izdivaç etsin diye beni yemek sofrasına oturtturmuyorsunuz ancak kızlarınız yarın öbür gün evlense, kendi arkalarını toplayabilecekler mi onu bile bilmiyorsunuz! Hepsinin ardını ben toparlıyorum! Elinizin erinmediği her işi yapacak bir Rehiye var bu evde çünkü! Her adımımda senden korkuyorum. Kafamın içinde bile kendimle baş başa değilim. Orada bile sen varsın. Hep ama hep konuşuyorsun! Bana geveze diyorsun ama içimde bile bir tek sen konuşuyorsun! İyi ama neden korkuyorum ki ben senden! İnsan ailesinden niçin korkar! Tek istediğim İstanbul'a gitmekti. İstanbul! O kadar zahmetli bir hayal bile değil! İnsanlar Avrupa'ya gidiyor, dünyayı geziyor savaşın ortasında... Sizden kurtulmak için evlenmeyi göze aldım ama Allah beni durdurdu, bir şans verdi bana. Bekle, dedi. Siz beni sofranıza oturtmadınız ama Metin Kenter kızlarınızı değil, beni o baloya davet etti. İster izin verin, ister etmeyin. İsterseniz koca köşkü üzerime kilitleyin, kapıları menteşeleyin. Ben o baloya gideceğim. Evlensem de gideceğim, ayaklarınızın altında çiğneseniz de gideceğim. Ahlaksız olsam da gideceğim. Namussuz olsam da gideceğim. Yemin ederim ki o baloya gideceğim."

Gerisini anlatmayacağım. Bilin ki, halam çirkin şeyler söylediği gibi çok daha çirkin eylemlerde de bulundu. Ve yine bilin ki, tıpkı Üsküdarlı'nın sırtına yediği kayışlar gibi ben de halamdan sağlam bir dayak yedim. Beni üniformalarımla hamama sürüklediğinde paltomun cebinde sakladığım davetiyenin mum mühründen gayrı, Metin Kenter'in mektubundan geriye hiçbir şey kalmadı.

Üsküdarlı bazen bana sık sık sorar. "Sahiden soğukta hiç üşümüyor musun Rehiye? Öylece, paltosuz mu duracaksın?"

Hâlbuki benim de ona anlatmadığım sırlarım vardır.

Benim gibi anası kılıklı pis kızlar, ancak kaynar sularla terbiye edilebilir.


𖣂


Yapış yapış, uyku akan gözlerimi sabahın ağarmasına yakın bir vakitte araladım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama o gün, Aralık'ın ilk günüydü.

İsteneceğim gün.

Yatağında horuldayan Firuze Abla'ya bakayım derken et kesen bedenim inim inim inledi. Beni hamamdan çıkarttıklarında tenime boca ettikleri merhemler tesirini yitirmişti. Uyuyamıyordum. Ne sağa, ne sola dönebiliyor; ne de geri uyursam, uyandığımda başıma gelecekleri düşünebiliyordum. Sızlansam da yatağımdan doğruldum. Aklıma nereden geldiğini anımsamıyorum ancak o sabahın, Suzi Hanım'ın bana verdiği koliyle yüzleşmek için en münasip an olduğuna karar verdim. Sol yanımdaki ufak kestane masamın ayaklarında duran koliyi günler sonra meydana çıkarttım. İki mum yakıp iskemleme oturdum. Gün ağarana dek Nermin'in hususi eşyalarıyla meşgul oldum.

Büyük bir koli değildi. Zeminine ansiklopedi olduğunu düşündüğüm üç tane kalın ciltli kitap konulmuştu. En tepede birlikte aldığımız tozpembe hatıra kutumuz, kutunun üstünde birkaç fotoğrafımız ve Nermin'in daima boynuna astığı Meryem Ana kolyesi vardı. Elim ilk kolyeye gitti. Öptüm, sarıldım, ağladım.

Birlikte çekindiğimiz fakat onda kalan resimlerimize baktım, hepsini özenle kendi fotoğraf albümüme dâhil ettim. Sevdiğim her insana hususi bir albüm sayfası ayırmak gibi bir huyum vardır. Nermin'in yanımda olmadığı hâlini bile ayrı bir biçimde sevmeyi öğrendiğimden, hayatımızın bu faslına temiz bir sayfa açarak resimleri diğerlerinden ayrı olarak tasnif ettim. Kutunun dibindeki üç kitap lisanını bilmediğim, boşlukları notlarla doldurulmuş Fransızca kitaplardı. İç yüzlerinde Evgin Acar yazdığından, Nermin'in babasına ait olduğunu anlamam çok sürmedi ama Suzi Hanım'ın bu kitapları niçin bana ayırdığını sabah sarhoşluğundan idrak edemedim. Kitapları kurcalamadım. Hâliyle sıra çabucak en hususi olana, Nermin'in hatıra kutusuna geldi. Açıkçası ben de en çok onunla yüzleşmekten korkuyordum. Ağlayıp kurumaktan şişen gözlerim yine tazecik yaşlarla dolacaktı. Bense ne ağlamak, ne de hüzünlenmek istiyordum. Bundan böyle kaderimi sahiden kabullenirsem ne ala, besbelli Metin Kenter'in daveti bile kurtaramıyordu beni.

Kutunun içinde benimkinden bile daha az şey vardı. Ben hatıra kutumu kapatmakta dahi güçlük çekerken onunkisinde katlı bir sürü parşömen kâğıdı, fotoğraflar, mektuplar ve de kurumuş çiçeklerini yapıştırdığı ufak bir defteri vardı.

Bu kâğıtlardan elime ilk geleni, onu en son gördüğümde bana gösterdiği yapılacaklar listesi idi. Bir defter parçasından yırtılmıştı, katlanılamayacak kadar ufak bu kâğıdın üzerinde olsa olsa birkaç madde yazılıydı. Maddelerin ise birçoğu ya yarıda bırakılmış ya da üzerleri çizilmişti.


Nermin Acar'ın Ölmeden Evvel Yapılacaklar Listesi:

1. Evden ayrıl. Suzi Hanım ve annen olmadan uzunca bir süre başka bir yerde hayatta kal.

2. Kendi paranı kazan.

3. Kilise korosuna katıl. Mümkünse piyano çalmakta kendini daha da geliştir.

4. Bir günah işle.

5. Tarık'a ondan hoşlandığını söyle.

Gözlerimi kırpmaksızın son maddeyi birkaç kez daha okudum. Zira bir tek beş ve altıncı maddelerin üzeri çizilmişti.

6. Eğer hekim ilaçlarını çoğaltmasına rağmen öksürüğün geçmezse, Rehiye'ye bir veda mektubu yaz.

Liste kâğıdını bir kenara koyup kutunun içini karıştırdım. Bana yazılmış olabilecek bir mektup var mı diye boş ve dolu zarfların içini taradım ama bulamadım. En sonunda dikkatimi celbetmeyen o kalın kitapların arasında, tozpembe bir zarfın kabarıklığı fark ettim. Kırışık, aceleyle yapıştırılmış bir zarftı. Nefesimi tuttum. Zarfı açıp içindeki kâğıdı okumaya başladım.


Sevgili Rehiye, çok sevgili en iyi arkadaşım.

Bu mektubu, onu bulacağın inancıyla yazıyorum. Şimdi gülüyorsan seni biraz ağlatabilirim, gevşekliğim beni affedeceğine inandığımdandır. Daha birkaç saat evvel benim yanımdaydın. Sana yemin ederim ki hiçbir şeyi tasarlamadım, her şey birdenbire oldu ve ben şimdi, tam şu anda gitmeye karar verdim. Çünkü berbat bir ömür geçirdim.

Sana gerçek bir veda edemediğim için çok pişmanım. Bu mektuptaki el yazım dünyada bırakabildiğim ilk ve son izdir. Ellerinden tuttuğumu farz et. Zira yaşayacak vaktim kalmadı, iyileşmek içinse yeterince sabrım yok.

Şu an içimde ateşini harlayıp duran bir vicdan azabı var. O azabın yansıması senin güzel tebessümünün, tatlı gözyaşlarının suretindedir. Gitmekten yana içimde tek bir ukde, tek bir pişmanlık varsa o da seni üzeceğim içindir. Annemle feci bir münakaşa ettik. Hayatım boyunca ilk kez kaçmadım. Eskisi gibi sopa atmadı, kıyamıyor çünkü. Ama ona içimdeki her şeyi kustum. Ona kızdıklarımı kustum. İçimde arzuladığım ve onun korkusundan yatakların altına sakladığım hayallerimi kustum. Bu tartışma beni evvelden beri düşündüğüm, acaba nasıl olur, diye sorguladığım o karara sürükledi.

Ellerimle ağzımı kapatarak hıçkırıklarımı bastırdım.

Anneme isyan ettim, ne hoş ama biliyorum elimden tutup beni hayallerime götüremeyeceğini. Hasta hâlinle ancak kendini hırpalarsın, diyecek. Sen ölürsen ne yaparım, otur oturduğun yerde diyecek. Peki, ben ne yapacağım? Oturup bekliyorum iyileşmeyi ama besbelli yolunu gözlediğimden habersiz. Ancak bir mucize gerekir bana. O yüzden gidiyorum. Kendi mucizemi yaratmaya.

Ağlıyorsan ağlama. Yanımda olsaydın da fikrimi değiştiremeyecektin. Kendini ya da bir başkasını suçlama. Ve beni sakın örnek alma.

Ben yalnızca bir şey deniyorum. Bir daha ölmemek için. Başarırsam seni bulurum, ama başaramazsam unut beni ve yaşa kendini.

Yazacak bir şey bulamıyorum. Babamın kitaplarını sık sık okuduğumu bilirsin. Mevzu bahis ölmeden evvel yapılacaklar listesini sana ufakken okuduğum o kitabın içerisinde buldum. Yeni bulduğum bir şey değil. Bana kâbuslarını anlattığın günden bu yana bu kâğıt hep elimdeydi zaten. Sana rüyalarınla alakalı okuduğum sayfayı bu sayede keşfetmiştim, arasına koymuş kâğıdı. Geçenlerde oturup düşündüm. Ben de ölmeden evvel yapılacaklar listesi hazırlayayım, dedim. Sonra bir baktım, odamda ağlıyorum. Listemi göstermiştim, unutmazsam kutuya koyacağım. Hepi topu altı tane şey yazabildim. İçlerinden sadece ikisini ölmeden evvel yaptım.

Tarık'a ondan hoşlandığımı söyledim. Maalesef ki aynı hisleri paylaşmıyoruz onunla. Dert değil, bana karşılık vermesini beklemiyordum. Ama tahmin ediyorum ki sen, bunu sana çoktan anlatmış olmamı beklerdin. O vakit ilk ve son kez anlatıyorum. Tarık böyle şeyleri anlatmaz, benden duy.

Sen mektepteyken Tarık'la pek sık buluşurdum. Hastalığım sebebiyle üzerime daha bir titrer olmuştu. Ne de olsa çocukluk arkadaşıyız hepimiz. Fakat benim dertlerimi en iyi sen bilirsin, seninkileri ise ben. Ne yalan söyleyeyim, kendimi ondan hoşlanmak mecburiyetinde hissettim Rehiye. Kapana kısılmışım da âşık olabilmek için dünyama hiç erkek göndermemişler gibi. Tarık'a bakış açım çok hızlı değişti. Kaç kere kapıma gelip hâlimi hatırımı sordu bilmiyorum, bir elimin parmağını geçmez. Belki üç, belki dört. Birinde ona âşık oldum işte.

Bunları yazarken utanıyorum. Tatlı bir utanç yok üzerimde. Sahiden utanıyorum kendimden. Tarık senin akraban, benimse çocukluk arkadaşım. Hakkımda çirkin düşünmeni de istemem ama hoşlandım işte.

Bir an için gözüme dünyanın en yürekli, en tatlı, en candan insanı gibi geldi. Bizi onun kadar güldüren başka bir erkek var mıdır? Onun kadar tatlısı, onun kadar düşüncelisi. Dayanamadım. Postanede çalıştığı günlerden birinde ona bir mektup yazıp gönderdim. Ben senden hoşlanıyorum ama sen benden hoşlanmak mecburiyetinde değilsin, dedim. Seni sevmeme izin ver kâfi, dedim. Başka şeyler de dedim galiba, anımsamıyorum. Görmen lazım. Tanıdığımız o Tarık karşımda resmen eridi. Tabiatını bilmesem benden korktu sanacağım. Gözlerini kaçırmalar, utanmalar, efelenmeler... Bana, "Nermin ben seni çok severim. Seni incitmek en son isteyeceğim şey. Ama bende gördüğün, aslında bende yok. Hiç de hoşlanılacak biri değilimdir ben." dedi. Garipsedim, güldüm, alay ettim, biraz ağladım da. O gün annem sağlık ocağında nöbetçi hemşireydi. Uzun uzun konuştuk. Lafımı kesmeden beni dinledi. Ben de onu dinlemek istedim ama dili düğümlenmişti. Sanki bir kızın ondan hoşlanması onu ürkütüyormuş gibiydi. Utanmak bile diyemem buna.

Gel zaman git zaman, zannederim kalbimi kırdığını sandı. Bana her iş dönüşünde laleler almaya başladı kendini affettirmek için. Onları tazelediği müddetçe ürkekliğini affedeceğimi söyledim. Yüreğim ferahlamıştı Rehiye. Hoşlandığım kişi ona beslediğim alakayı biliyor, evet beni sevmiyor ama biliyor. Ve onu sevmeme izin veriyor. Daha ala ne olabilirdi ki?

Listemi değil tamamlamayı, yazmayı bile bitiremedim. Takılı kaldım ve yapmak istediğim şeyleri düşünmeyi bıraktım. Aklıma yeni bir madde geldikçe sinirleniyordum. Yazsam biliyorum ki annem izin vermeyecek. Annemi aşıp bir başıma yapmaya çalışsam bu kez de hastalığım beni bitkin düşürecek. Nereye kaçsam orada telef olacağım öylece.

Neden tüm bunları normal bir insanken akıl edemedim? Neden sağlığım yerindeyken anneme karşı dik durmayı hiç denemedim? Neden hep 'gidebilir miyim' dedim? Neden hiç 'ben gidiyorum' demedim?

Gözlerimi her yumduğumda onunla kavga ediyorum. Her kâbusumda yeni bir mağlubiyetle tanışıyorum. Velhasıl kendime küs gidiyorum, ama çabam kendimi affedebilmek uğruna. Benim listem boş. Fakat sen, seninkini ağzına kadar doldur taşır Rehiye.

Zira senin için bir hediye hazırladım ben. Öyle elle tutulur, görülür bir hediye değil. Manevi bir hediye bu. Ve ancak hayatta kalırsan o hediyenin tadını çıkarırsın.

Tanrı biliyor ya, Metin Bey'de hiç gözüm yok. Ha balosuna katılmışım, ha katılmamışım ne fark eder ki? Sen yanımda yoksan ben kimseyle vals edemem. Tarık da sevmiyor beni. O balo, senin hakkın. Daha güzel şiir yazanlar elbette ki vardır. Ancak Metin Bey, senden daha iyi yüreklisini, daha güzelini dünyanın neresine giderse gitsin bulamaz. Bunca vakittir senin yanında ona iltifatlar edip sana yalan söyledim diye geceleri ettiğim tövbeleri bir ben, bir de Tanrı bilir. Odamı gözetlediyse bir de Suzi Hanım bilir.

Belki bana kızacaksın ama kalemine çok güvendiğim bir aile dostumuzdan, kendisi Fransız bir edebiyat düşkünüdür, benim için yarışmaya gönderebileceğim bir şiir yazmasını istedim. Senin kalemine de güveniyorum elbette. Ancak ikimiz de biliyoruz ki bu işi garantiye almak gerekirdi.

Çünkü senin o baloya gitmen; hastalıktan öleceğini kesinkes bilen bir kızdansa, öleceğini zanneden bir kız için her şeyden daha mühimdir.

Bu sebepten ötürü bize geldiğinde mektuplarımızı zarflara dizdiğimiz gün sen onları Tarık'a vermeden evvel kaşla göz arası içindekileri değiş tokuş ettim. Senin mektubunda benim yazdırdığım, benimkinde ise senin yazdığın mektup var. Bizim gibi acemiler bir yana, dilerim ki Madame Dutti'nin şiiri kazanır da o baloya gidersin. Dilerim sen kazanmışsındır Rehiye.

Bana üzülme. Şimdi eline bir kâğıt al, tıpkı benim gibi yapmak istediklerini sırala. Çekinme. Gülünç dahi olsa yaz gitsin. O listedeki her şeyi gerçekleştirirsen, belki de benim uğruma akıttığın gözyaşlarını affederim.

Seni çok seviyorum. Görüşürüz Rehiye.

Belki başka bir zamanda, ya da belki başka bir rüyada. Ancak dilerim ki Tanrı bizi yine aynı dünyada buluşturur. Amen.

Sevgilerimle, seni çok seven Nermin Acar.


Firuze Abla sesimden uyanmasın diye iskemleden inip komodinin önünde bir yere oturdum. Ne kadar hıçkırsam da, ne kadar inlesem de hiçbiri kâfi gelmedi. Kendimi yitirene dek ağladım. Ağaran sabahın bana getireceklerine, uyandığım günü yaşayacak Rehiye'nin kaderine ağladım. Sözümün de, verdiğim mücadelenin de hiçbir tesiri yoktu. Balo diye tuttursam da, Kenterler kapımı çalsa da, gökten bana mucizeler yağsa da ben olduğum yerden hiçbir yere ayrılamayacaktım.

Bu akşam öyle ya da böyle beni istemeye geliyorlardı. Ve pek tabii bu gün, benim son mutlu günümdü.

Son mutlu saatlerimdi.

Biraz ayaklanacak gücü kendimde bulunca masama geri oturdum. Maksadım önce Nermin'in yokluğunda bastırdığım duygularımdan bir an evvel kurtulmaktı. İki aydır onunla hiç konuşmuyordum. Onu düşünmüyor, hatıralarıyla yüzleşmekten kati surette kaçınıyordum. İstedim ki bir mektup yazayım ona. Sahibine ulaşamayacağını bildiğim, ellerimde çürüyecek bir mektup. Nermin yazma dedi içimden. Yazacaksan kendine yaz, kendinle konuş. Son mutlu saatlerinde, sahiden ne yapmak isterdin Rehiye?

Gözyaşlarımı sildim ve elime bir kâğıt aldım. Yanan mumun ateşine dalıp gitmişken, Bent Deresi'nde Üsküdarlı'ya bahsini araladığım arzularım hatırıma geldi. Vakit kaybetmeksizin o kâğıda yaşım kadar madde sıraladım. Yapmak istediğim her şeyi tek tek yazdım, tek tek düşledim her birini. Şimdi mümkün olsa kesin İstanbul'a gitmek isterdim. Zaten tüm bu yaygarayı da bu sebepten çıkartmamış mıydım? Baloya gideyim ya da gitmeyeyim. Tam da şimdi orada olmayı ne de çok isterdim. Kartpostallarımdaki tüm o manzaraları gezmek, eve geri dönmeden gecelerimi sabah etmek isterdim. Deniz arabalarına binmek isterdim. Ama öyle karşıya geçmek için değil, denizin üzerinde dilediğim kadar kalabilmek için. Güvertede uzanıp geceleyin yıldızlı semayı seyretmek isterdim. Hiç bilmediğim sokaklarda, hiç bilmediğim biri olmak isterdim. Yanımda halam olmadan, eniştem olmadan, kuzenlerim olmadan. Sadece ben olarak. Ruhum ve bedenim. İsmimi ve olduğum kişiyi terk ederek İstanbul'a karışmak ve bir hiç olmak isterdim.

Sahnede olmak isterdim. Yeniden bir piyeste rol almak isterdim. Şarkı söylemek isterdim. Güzel görünmek isterdim. Süslenmek isterdim. Dilediğimi giyebilmek isterdim. Mektebe ve insana buhran veren derslerime veda etmek, tüm gün safi gezmekten bitap düşmek isterdim.

Tam şimdi, ruhumun cenazesinin kalmasına saatler kala, İstanbul'da olmak isterdim.

Hemen. Şimdi.

Yaralarımı sızlatan kuvvetli bir nefes aldım. Nermin bir şey sordu bana içimden: "Neden gitmiyorsun o zaman Rehiye? Hemen. Şimdi."

Şaşırdım. Nasıl giderim? Bahsini ettim de ne oldu? Başıma kaktılar. Şimdi tövbe gidemem ki. Köşkten dahi çıkamam. Üstelik eniştem pencereleri bile menteşelemişken. Mümkün değil kaçamam. Kaderime karşı çıkamam.

Ama bu kez de Üsküdarlı konuştu içimde: "Kaderine boyun eğmemek de kaderdendir Rehiye."

Ne demek istemişti ki bana? Düşündüm. Bulamayınca gözlerimi yumdum. O vakit yüreğim, Ankara'dan gidebilme ihtimalim için âdeta can attı. Allah'a bana bir işaret vermesi için yalvardım yine. Lâkin bu kez yanıtım tek bir dakika bile gecikmedi. Sokaktan bir kapı çarpma sesi duydum. Kalkıp baktım. Kapının süratinden yandaki pencerenin perdeleri dalgalanmıştı. Çipil çipil yağan kar mı gözümü alıyor da bir hareket seçiyorum, diye düşündüm. Yok hayır, Üsküdarlı içerdeydi. Tam iki hafta sonra. Ona en muhtaç olduğum anda.

Ve böylelikle yola koyuldum. Ne dediyse ne dedi, dedim içimden. Yolda anlatır bana.

Evvela sırtımdaki ve de göğüslerimdeki yanıklara, çekmeceden bulduğum merhemi bocaladım. Hareket etmekte ne kadar güçlük çeksem de, halamın bana yakıştırmadığı her giysimden birer parça seçtim ve giydim. Saçlarımı taradım, ayaklarıma tertemiz çoraplar geçirdim ve gecelik entarimi bir kenara fırlattım.

Pencereden bir kez daha dışarıya bakıp gözlerimi yumdum. Hâlâ içerideydi. Lütfen Allah'ım, dedim. Lütfen bari onun yüreğine merhamet ver. Anlayış ver. Bari bu kulun tutsun ellerimden.

Ayakkabılarımı giymeden evvel dış kapının kilitli olup olmadığını kontrol ettim. Geceleyin ben hamamdan çıktıktan sonra halamın bana neyi yasaklayıp yasaklamadığını bilmiyordum. Belki de kapıyı kilitleyip firar etmeme mani olabilirdi, ama görünen o ki yapmamış. Açık olduğunu fark eder etmez odama parmak uçlarımda geri döndüm. Firuze Abla'nın yatağının altına eğilip valizlerinden geniş olanını aldım. Nasıl olsa yatacak yeri, yiyecek yemeği vardı. Kovsalar bile illaki kendine yeni bir valiz bulurdu.

Yani, bulurdun değil mi Firuze Abla? Benim işim şimdi seninkinden daha mühim. Bilal'i terk edeli dakikalar oldu. Artık tek derdim on sekiz yaşımda ölmek.

Valizin içindeki ıvır zıvırları bir kenara kaldırdım, yerlerine dolabımdaki gündelik giysilerimi, iç çamaşırlarımı, çoraplarımı ve de temiz atletlerimi dürerek sıkıştırdım. Neye ihtiyacım olacaksa hemen hemen her şeyimi doldurdum, zaten çok da yer kaplamadılar. Eşyalarımdan geriye kalan boşluğu hatıra kutum, günlüğüm, güfte defterim, fotoğraf albümlerim ve Nermin'in kolideki üç beş eşyasıyla doldurdum. Kitapları bile yanıma aldım. Meryem Ana kolyesini boynuma taktım. Ve sanki bana güç verecekmiş gibi onu ellerimin arasına alarak, "Sana daha önce hiç dua etmedim Meryem Ana. Ama ben seni de çok severim. Lütfen. Bu kez dayak yemeyeyim, yakalayamasınlar beni. Lütfen Meryem Ana, Nermin'mişim gibi duy beni. Çünkü ben onun tanrısına inanmıyorum. O sebepten Nermin olarak kabul et beni. Sen de bir annesin. Dua et ki, görünmez yapsın Allah beni." diye içli içli dua ettim. Sonra da Nermin'in yaptığı gibi kolyemi öptüm ve iki göğsümün arasında sakladım.

Hazırlanma faslı bitince, yarattığım gürültünün şüphe uyandırmaması için bir müddet çıt çıkartmadan odamda bekledim. Bu sessiz bekleyişim esnasında masamın başına geçip yapılacaklar listemin iki tane yedeğini çıkartarak birini cebime, diğerlerini ise valizimdeki güvenli bir hazneye yerleştirdim. Gün çoktan ağarmıştı. Bu işimi de bitirince koca valizi önce odadan, sonra da dış kapıdan usul usul çıkararak sabahın köründe köşkün en son basamağına dek sürükledim. Ardından odama son kez geri döndüm. Gardırobumun en altındaki salça kavanozumu da alıp, biriktirdiğim paralarla birlikte köşkten ayrıldım.

Arkama bile bakmadım. Bu köşkün hiçbir hatırası, yanımda götüreceğim hatıramdan daha kıymetli değildi. Onu bu cehennemde bir başına, bensiz bırakamazdım. Ellerinden tutup onu ait olduğu yere götürmeliydim.

Kavanozumu koltuk altıma, valizimi ise öteki elime alıp karlı asfaltta kayıp düşmemek için paytak paytak Üsküdarlı'nın evine yürüdüm. Kapıyı iki kez çaldım. Ne gariptir ki Üsküdarlı, içeride olduğunu kesin olarak bilsem de bana kapıyı açmadı. Uyanık olduğunu biliyordum. Tül perdenin ardında bir mum ışığı dalgalanıyordu. Evini sönmemiş bir mumla asla yalnız bırakmazdı. Odamda da dakikalarca sessiz kaldığımdan evden çıkıp gitmiş olsaydı onu kesinkes işitirdim. Bu sebepten çekinmeden bir kez daha kapıyı tıklattım. Ve bir kez daha. Ama kapıyı asla açmadı. Valizimi, yakalanacağım korkusuyla hemen yere bıraktım. Evinin sokağa bakan penceresine başımı dayayarak içeriyi gözetledim. Eğer onu orada göremezsem, eğer benim şansıma evine girmiş değil çıkmış ise kendi başıma yola koyulmak mecburiyetinde kalırdım.

Ancak pes etmeme ramak kala içeriden bir kıpırtı seçtim. Perdenin arasından Üsküdarlı'yı gördüm. Onu beyaz gömleğinden ayırt ettim. Ayakta, hareket hâlindeydi. Başında şapkası yoktu. Ses çıkartmamak için itinayla yürüyordu. Önce sehpaya katlı bir kâğıt bıraktı. Sonra eğildi, yerden bir şey aldı. Ne olduğunu göremiyordum ya bir ipti ya da uzun bir hortum. Sehpaya çıkıp tavandaki kancadan o şeyi sarkıttı. Gördüklerimin hastalıklı bir sanrı olmasını diledim. Kapıyı yakalanma pahasına, herkesin duyabileceği bir gürültüyle yumrukladım.

"Üsküdarlı." diye fısıldadım sahte neşeyle. "Aç hadi kapıyı. Sana çok güzel bir haberim var. Ne yapıyorsun ki içeride? Gördüm seni. Hadi aç kapıyı. Aç!"

Sırtı bu kez pencereye dönüktü. Sesimi tanıyınca telaşa kapıldı. Bir kapıya, bir de tavana baktı. Kapıyı seçti. Kancaya doladığı şeyi ortadan kaldırıp görüş açımdan kayboldu. İçeride onun ayaklanmasıyla kopan bir takırtının ardından bana kapısını araladı. Hayatımda onun yüzünü hiç bu kadar bitkin, hiç bu kadar karanlık görmemiştim. Onu o geceden sonra ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Duygusuz çehresi, suçüstü yakalanmış gibi ter ve gözyaşı içinde garip bir heyecanla da doluydu. Saçları temiz, fakat dağınıktı.

"Rehiye." dedi hemen beni görür görmez. Yüzüme olan tek bir bakışı, ayakucumda onu bekleyen valizimi görünmez kılmıştı. Sadece valizimi değil, yüzümdeki tırnak izlerini de görmemişti. "H-hayır olsun sabah sabah-"

"Üsküdarlı." diye kestim lafını. Perişan gözlerimle, elimde kalan tek umudum uğruna ona baktım. Sokakta, nefeslerimizden başka bir ses duyulmuyordu. Kâinatta bir başımıza kalmışız gibi hissettim. "Eğer bugün... Bir ihtimal bu akşam. Öleceğini bilseydin... Tam şimdi, ne yapardın?"

Üsküdarlı ciğerlerinde bastırdığı ekşi nefesini ağır ağır verirken gözlerini hiç kırpmadı ama çattığı kaşları aniden gevşedi. "Rehiye-"

"Eğer bu akşam öleceğimi bilseydim, bugün katiyen evlenmezdim." dedim. "Eğer öleceğimi bilseydim katiyen ama katiyen Ankara'da ölmezdim." Derin bir nefes alıp cesaretimi toplamaya çalıştım. "Benimle İstanbul'a kaçar mısın Tarık?"

Suratında mimik oynamıyordu.

"Yanlış anlamadın değil mi?" dedim. "Büyük İstanbul'u kastettim."


౨ৎ

Yine aylar sonra dönen ben. Kendimi bu süreçte yeterince hırpaladığım için kendimi çok fırçalamayacağım ama döndüm işte. 

Bölümü ve direkt kitabı yeniden yazdığımı biliyorsunuzdur. Yeri ve zamanı mıydı? Hayır. Ama bu kitabı yazdıkça, kitap yazmayı öğreniyorum. Hatalarımı da onlar kök salmadan değiştirme ihtiyacı duyuyorum. Beni dövmeyin ve affedin. Benden azim görmedikçe de kitabımı okumayın canım hayalet okurlarım. Seri bölüm gelmeyen bir kitaba vaktinizi ayırmanızı istemiyorum. 

Not: Bu bölümü yazarken, Rehiye'nin halasıyla yaşadıklarının aynısını kendi evimde yaşadığım için aylar süren bir bunalımdaydım. İçimi kusup bölümü yeniden kurgulamak çoook vakit aldı. Napayım, ben de böyle biriyim işte..
Not 2: Çiçekçi, İzmirli Bilal karakteri tüm detaylarıyla teyzemin beni yüz göz etmeye çalıştığı görücüydü. Umarım seni çok seven biriyle mutlu olursun Bilal, seni de filtresiz kitaba soktum ama affedersin sen.. Ben meşhur olacağım, yollarımız çok farklı.
Bana ulaşmak için;
Instragram: rahelkatipoglu & azizerahel
Sorularınız ya da kitap hakkındaki sohbetleriniz için,
Tumblr: azizerup
SİZİ ÇOK SEVİYORUM, ÖTEKİ BÖLÜMDE GÖRÜŞÜRÜZ
(Allah bilir kaç ay sonra...)




Yorumlar

Popüler Yayınlar