Siyah Gözlere, 2. Bölüm: "Rehiye Ağaçlıtepe"

  


SİYAH GÖZLERE

౨ৎ


"Bir yer yatağında,

çocuğuz bir anda, 

omzun evin benim."


Koşuyolu, Nilipek





İKİNCİ BÖLÜM: "REHİYE AĞAÇLITEPE"


I. FASIL

“Ben & Hakkımdaki Her Şey”

Rehiye Ağaçlıtepe

Ankara, 1951 


Ne vakit kendimi yitirsem, beni bir korkum ve de bir tutkum kucaklar.

Tutkum, yeni yeni devlet işlerine karışan eniştem Rahmi Bey'in yüksek sosyeteye dâhil olma arzusuyla hiç utanıp arlanmaksızın her güz vakti ısrarla köşkümüze davet ettiği; o genç, alaylı dudaklarından dahi zarafet damlayan, pembe bindallı cici bici odalarında kendisinin Kenter mecmuasından çıkacak tek bir resmine yana yakıla susamış gencecik kızların biriciği, meşhur, yakışıklı Metin Kenter'dir. Onun aşkına, masmavi gözlerindeki cüretkâr bakışlarına layık olabilme umududur.

Korkum ise pek yakında, on sekiz yaşıma basar basmaz öleceğim gerçeğidir.

Kanıtlayabileceğimden şüpheliyim. Lâkin buna her şeyden çok eminim: ne ilk kez yaşadım, ne de ilk kez öldüm.

Detaylarını, mucizelerini, imkânsızlıklarını ve de hemen hemen bazı kısımlarını pekiyi hatırlamamakla birlikte, bana ait olmayan hayatlarımla ilgili mühim hadiseleri seyretmeye zannederim mektep çağlarımdayken geçirdiğim bir havale sonrasında başladım.

Pek bahtlı bir çocuk olmadığımı biliyorum. Annem doğduğum günün gecesi memelerini keserek kendini öldürmüş. Babamın ailesi ona zır deli dermiş fakat oğulları da pek aklı baliğ bir kimse değilmiş, doğduğum hafta muhatabı olmadığı bir kavgaya karışıp kendi ölümüne sebebiyet vermiş. Daha gözlerimi bile açamadan hem yetim, hem de öksüz kalmışım. Karla kaplı bir Aralık ayı. Annemden başka lohusa, benden başka da bir bebek yok. Öyle zamansız doğmuşum ki babaannem bana bir sütanne bulamadığından, içten içe telef olacağımı kabullenmek mecburiyetinde kalmış. Kemikleri sayılan, çelimsiz bir bebekmişim. Ya hep böyleymişim, ya da vaktinden erken doğmuşum. Söylemediler.

Her ne olduysa, ailesiyle kati surette görüşmeyen ve kendine köydeki geçmişinden uzak, modern bir yaşam inşa eden halam babaannemin ısrarlarına boyun eğmiş. Kuzenim Nazar’ı doğuralı dört ay oluyormuş, bol bol sütü varmış. Amma velâkin yanına, Ankara’ya gönderilme meselemi bana da haklı gelen sebeplerle epey iteleyip durmuş. Art arda hamile kalmış; hem doğum, hem de düşükler yapmış. Üç kızından en büyüğü anca dört yaşına varabilmişken eve bir çocuğun, daha doğrusu ilgiye ve süte muhtaç ağlak bir bebeğin gelmesi halamın hayatını cehenneme çevirirmiş.

Babaannem, kızını her nasıl korkuttuysa iki haftalıkken şehre; Altındağ’a gönderilmişim. Emeklemeye başladığım gibi o da vefat edince gidecek kimsem kalmamış. Mecburiyetten ömrümü ve gençliğimi köye gönderilmeksizin halamın Ankara’daki köşkünde geçirmeme müsaade edilmiş.

Başıma gelen esrarlı rüyaların evvelinde, hayatımı kelimenin tam manasıyla sessiz olarak tanımlarım. Zira öyleydi.

Durgun, içine kapanık, zayıf bir kız çocuğuydum. Kimi vakitler kafamın içerisinden dahi bir düşünce geçmez, nefesim başımın duvarlarında çarpa çarpa rüzgâra karışırdı. Üç kız kuzenimin arasında varla yok arası, gürültüsüz bir yaşam sürüyordum. On yaşıma kadar güçbela konuşmuşum. Ağzımdan çıkanlardan ne yapmak istediğim yahut neye ihtiyaç duyduğum anlaşılmazmış, konuştuğum vakitlerde de halamın tabiriyle mıy mıy mıy kelimeleri ağzımda hatta burnumda yuvarlar, mütemadiyen kekelermişim.

“Rehiye’yi de mi mektebe yazdıracaksın?” Halam bir gece yarısı, eniştemin kucağındaki evrak kâğıtlarına bakarken elleriyle dizlerini dövüyordu. Salonda gizlice konuşmaktaydılar. Kaç yaşında olduğumu sorarsanız mümkün değil söyleyemem, hatırlamıyorum. “Allah aşkına Rahmi, biz savaşın ortasında dört kızı nasıl okutacağız hiç düşündün mü sen? Ne lüzumu var! Kız çocuğu bunlar, kız! Dizimizin dibinde oturmaları icap eder. Tahsil görse nerede çalışacak, çalışsa… Evine kim bakacak! Hadi Fahriye zeki bir çocuk, o istisna, muallimleri de okusun diyor. Hadi diyelim Gülizar’la Nazar da ablalarına çekmiştir. Yahu…” Fısıldayarak salonun kapısını kolaçan etti. Çünkü kimseyle irtibat kuramadığımdan, onu mütemadiyen işittiğimi ve geceleri ruh gibi etrafta gezdiğimi biliyordu. “Rehiye zeki bir kız mı sence? Senin kızların gibi mi? Basbayağı aklı geri onun. Gözüne bakan anlar yahu, şahit gerekmez! Aklı beş karış havada. Kaç yaşına geldi el kadar bebeler bile konuşuyor. O? Daha iki kelimeyi bir araya getiremiyor ki gitsin mektebe! Besledim, büyüttüm bir de okumasıyla yazmasıyla uğraşacağım… Anası kılıklı işte. Konuşmayı sökene kadar canımdan can alır, hangi muallim uğraşır onunla Rahmi, hay Allah’ım Ya Rabbim! Otursun dizimin dibinde de bana yardım etsin-”

“Yahu el âlem demeyecek mi kızlarınızı okuttunuz, yetiminizi niçin okutmadınız diye? Adıma leke mi sürdüreyim-”

“Bize ne canım el âlemden! Yetim benim yetimim, kız benim kızım. Hepsini ben büyüttüm, besledim. İcap ederse istikbaline de ben karar veririm. Gören de haset ediyorum sanır, yahu ben Rehiye’yi tanıyorum. Avucumun içi gibi iyi biliyorum onu. O kız mümkün değil okuyamaz.”

Halam, söylediklerinde haksız sayılmazdı.

Ben sahiden de mektebe gitmeye hazır bir çocuk değildim. Sütkardeşim Nazar’la yaşıttık, fakat aramızda öyle görkemli bir fark vardı ki peş peşe doğduğumuza ben dahi kimse inanmazdı. Bir kere görünüşlerimiz bile çok farklıydı. O, etine dolgun, esmerce ve uzun bir kızdı; bense onun aksine sarışın ve tıfıl oluşumdan mütevellit, beti benzi atmış hastalıklı bir görünüme sahiptim. Onunla yan yana geldiğimde, aylarca ağzıma ekmek koymamışım gibi entarimin üzerinden kemiklerim sayılırdı. Aramızda değil dört ay, neredeyse dört sene olduğunu düşündüğüm vakitler bile olmuştur.

Nazar, aslında halamın sandığının aksine okumakta niyetli değildi. Süsüne düşkün, az biraz çatlak ve dedikoduyu seven bir tabiatı vardı. Ağırbaşlı değildi, ama ablası Fahriye gibi idrak kabiliyeti yüksek bir çocuktu. Bu onu her manada, benden ötelere sürükleyen bir lütuf gibiydi. Çevresini keşfedebilen, insanların maksatlarını hissedip birbirinden ayırt edebilen cingöz bir kızdı. Azıcık çabalaması, bir şeyde muvaffak olabilmesi için kâfiydi.

Çünkü ona mütemadiyen uzatılan bir el vardı. Annesinin, babasının, hiç değilse ablalarının eli. Bense onun aksine halamın değil, taşralı kalfalarımızın elinde büyümüştüm.

Oturmayı, kalkmayı, edebi, adabı halamın hâkimiyeti altında öğrenmediğimden sık sık gözlerine batardım. Hiçbir taşkınlık yapmamama, sokakta oyun eden çocuklara karşılık yalnız merdiven basamaklarına kurulup yamalı bebeklerimle sessiz sessiz günümü gün etmeme rağmen sanki Ankara’nın tüm tozunu toprağını yutmuşum ve türlü bataklıklara girip çıkmışım gibi halamın nezdinde bir türlü kabul görmezdim. Evin içine girdiğim gibi entarimin dantel yakalıklarından tutar, oradan oraya savurur, herkesin içinde mahrem falan dinlemeden üzerimi çırılçıplak soyar ve beni kaynar suyla çitilemek üzere hamama sürüklerdi.

O yaşlarımdaki en korktuğum şeyin, halamın dikkatini kazanmak olduğunu anımsıyorum. Beni fark ettiği anda, içinde sakladığı öfkeyi benden çıkartmak gibi kendine çaresiz bir alışkanlık edinmişti çünkü.

Eniştemin lafına laf söylerse kendi dayak yerdi. Kalfaları her gün durmaksızın azarlasa, sessizce boyun eğeceklerini bildiğinden içi rahatlamazdı. Kızlar eniştemin biriciğiydi, zaten kendi de toz konduramazdı onlara. Hâliyle baştan ayağa ona ait olan tek şey bendim. Hıncını benden çıkartmayı kendine hak bellemişti.

Ağlayacağı vakitleri, kirlendiğimi düşündüğü anlara denk getirirdi. “Bu hâlin ne senin Rehiye!” derdi içeri girdiğim gibi. Bebeklerimin kafasından tutup bir köşeye fırlatır; beni ise yakaladığı gibi köşkün daracık hamamına sokar ve çitilerdi. Yaz, kış demeden. Şömine yanıyor mu, ısınabilecek miyim, bunları dert etmezdi. Sanrılarının aksine tertemiz bir çocuk olmama rağmen tenimin keselerden yırtılması onu alakadar etmezdi. Halam kaynar suların içinde eniştemden gizli, gözyaşlarını tazeler; esasında beni değil, kendini kendinden çitilerdi. Bense Firuze Abla’nın bedenime sürdüğü merhemlerin ateşiyle rüyasız uykularıma dalar, sabahları şen şakrak mektebe götürülen kuzenlerimin seslerine uyanırdım.

Onların ne kadar büyüdüğünü, ne kadar serpildiğini seyreder; içimde, dile getiremediğim tüm kelimelerle kendi on yaşımla konuşur, dostça kavga ederdim.

“Baba bak! Ne yazmayı öğrendim...” Nazar her akşam yemeğinin ardından enişteme bir yığın parşömen uzatır, ona mektepte talim ettiği el yazısını gösterirdi. Eniştem ise o vakitler yeni yeni parti işlerine karışmıştı. Kızlarını vakti zamanında mektebe yazdırmanın dâhiyane bir hamle olduğunu düşünüyordu, çünkü evvelinde kızların okumasını lüzumsuz bulan sığ bir görüşü vardı. Bilhassa ufak kızı Nazar’ı böyle anlarda sıkça pohpohlar, kucağında havalara uçurur ve takdir ederdi. “Fahriye’nin derslerini bile okuyabiliyormuşum, muallimem öyle dedi…”

Fahriye değil kara kızım, Fahriye ablam…”

“Of baba…” derdi Nazar da, gözlerini devirip babasını yakalarından silkelerdi. “Sen dediğimi duydun mu? Fahriye’nin derslerini bile okuyabiliyorum diyorum sana! Niçin sevinmiyorsun! Rehiye daha konuşmayı bile bilmiyor ben neleri okuyabiliyorum!”

Her daim olduğu gibi işittiğim bu lakırdıları da içime atardım. Zira duyduklarımı dışarıya nasıl çıkarabileceğimi bilmiyordum. Kimse bana bir şey öğretmemiş, öğretmeye de tenezzül etmemişti. Müthiş bir ihmalin enkazı olarak aralarında gezmekten gayrı hiçbir vasfım yoktu.

Üsküdarlı ile 1944 yazında tanıştık.

O, on dört bense on yaşındaydım. Sorsanız, dünyanın nerede olduğunu bile bilmiyordum.

Senenin ortalarında Nazar ve Gülizar ilkokul tahsillerini, Fahriye ablam ise ortaokul tahsilini bitirmek üzereydi. Savaşın tesirini derinden hissediyorduk. Kalfaların lakırdılarından işittiklerime bakılırsa eniştem hayli dardaydı. Köşkü satmayı ve daha ufak bir yere kiraya çıkmayı dahi düşündüler, ama her nedense halamın ısrarları galip geldi.

Bir gün İstanbul’dan döndüğü bir akşamüzeri, yanında birini getirdi eniştem. Halam da dâhil olmak üzere hepimiz şaşırdık zira iş seyahatlerinde, eniştem yanında ikinci bir valiz bile taşımazdı.

Sokağın başında, omuzlarına gelen sırık gibi bir çocukla köşkün kapısına yürüdü. Birbirlerinden birkaç adım uzaklardı, mesafeli bir tavır takınmıştı ikisi de. Çocuğun hepimizden büyük olduğunu düşündüm ama o da her hâlükârda mektep çağında olmalıydı. Başına siyah kuşaklı hasır bir şapka takmıştı. Ankara’nın zamansız soğuğunu hesaba katamamış olmalı ki, dizlerine kadar çektiği yazlık bir tulum giymişti. Beyaz, çilli teninde ben buradayım diyen iri, zeytin gibi koygun gözleri vardı. O kadar siyah, o kadar gariptiler ki Firuze Abla’nın keten bebeğime diktiği düğmeden gözlere benzetmiştim onu. Pabuçlarından başını kaldırmayan bu gözler, yolunu kaybetmiş yahut kâinatın tüm yollarını ezbere biliyormuş gibi kuru bir cesaretle doluydu. Çenesi kabarıktı. Bir savaşa mı yenilmişti, yoksa birini mi yenmişti; bir türlü anlayamıyordum.

Halam kaş göz hareketiyle uzaktan bu işin aslı astarını sordu kocasına, ama şikâyet edecek cesareti kendinde bulamadı. Köşke ona sual edilmeden bir besleme daha getirilmişti.

Fakat işin ilginç yanı, bu besleme bir erkekti.

“Şimdi...” demişti bizi hizaya çekmek için. Nermin ile ben, korkudan el ele tutuşmuştuk. Gülizar misafirimizi süzüyordu, Nazar kollarını bağdaştırmıştı ve Fahriye ablamsa bizi mutfağın penceresinden seyrediyordu. “Bu abinin adı Tarık. Üsküdar’dan geldi. Bakmayın öyle yahu, tanıyorsunuz siz onu… Kuzeniniz o sizin, kuzeniniz. Halanızın oğlu.”

Halamız mı?”

“İyi de… Sen halamız yok demiştin baba?”

Eniştem boğazını temizleyerek eşine baktı. “Sen yanlış duymuşsundur güzel kızım. Herkesin bir halası vardır yahu!” diye kıs kıs güldü. Ama hiçbirimiz ona gülmedik. “Bundan böyle bu abiniz bizimle kalacak. Ha… Öyle içeride değil ha!” Arkasına dönüp birkaç ay evvel kiracılardan boşalan müştemilat dairesine baktı. Köşkün at arabacısı Cemil Amca rahmetli olunca, eniştem daireyi tadilat ettirmiş ve içine fahiş bir fiyatla kiracı sokmuştu. “Aha da burada kalacak. Ben yokken evin erkeği olacak. Bir isteğiniz mi var, ekmek mi bitti, domates mi bitti hop… Tarık’a sesleneceksiniz, alacak. Oldu mu güzel kızım?”

Üsküdarlı hiçbir vakit evin erkeği olmak gibi bir vazifeyi üstelenemedi. Çünkü Ankara’ya en başından beri bunun için getirilmemişti.

Varlığına alışamadığımız bu oğlan çocuğu hayatımıza dâhil olduğu günden beri çalıştırılıyor, sofraya oturmasına müsaade edilmeden tıpkı bana yapıldığı gibi herhangi bir iş kitlenerek ayakaltından uzaklaştırılıyordu. Bunca vakittir köşkteki tek erkek eniştem olduğundan ben de hayatıma birdenbire giren bu yabancı, yeni abimi diğerleri gibi garipsemekten nasibimi almıştım. Ona nasıl davranacağımı bilmiyordum. Konuşsam, anlatamayacağımı; gevelesem, dinlemeyeceğimi sanıyordum. Esasında onun hakkında hep yanılıyordum.

Üsküdarlı bir gün, bisikletini kapının önündeki lamba direğine yaslarken beni köşkün basamağında otururken fark etti. İkindi henüz okunmamıştı ama gökyüzündeki altuni günbatımı çoktan gözlerime bulaşmıştı. Kızlar mektepteydi, Nermin ve annesi çarşıya gitmişti. Halamsa gündeydi. Ben bu yalnızlığı fırsat bellediğimden bebeklerimi karşıma dizmiş, Nazar’ın dokunmama katiyen müsaade etmediği porselen çay fincanlarıyla oynuyordum. Mektepten döndüklerini anladığım gibi onları bir koşu sandığına geri koyacaktım.

Dudağını tatlı tatlı büzüp sesini inceltti, “Sen niye burada oturuyorsun bakayım?” dedi bana dikildiği yerden.

O ana dek biriyle konuştuğunu hiç görmemiştim, ilaveten dışarıdan bakıldığında insanları muhatap almayı sevmeyen ketum bir tavrı da vardı. Ona bir yanıt vereceğimi umdu. Bense hayretle suratına bakıyordum. Şapkasının altındaki terli saçlarını parmaklarıyla tarayıp kılığını düzeltti. Her nereden geliyorsa sırılsıklam olmuştu.

Bana yanaşıp, “Soru sordum ama ben sana.” dedi dikkatimi çekmek için. Bebeklerimin az ötesine oturdu, ellerini yaşlı bir adamın yorgunluğuyla dizlerinden sarkıttı. “Senin mektebin olmuyor mu bu saatlerde?”

Başımı iki yana sallayınca Üsküdarlı kumral kaşlarını çattı.

“Hadi ya…” dedi doğrularak. “Niyeymiş o? Yoksa bebeklerin sen yokken aç kalır diye mi? Ondan mı gitmedin bugün?”

Onu bir kez daha başımla yanıtladım. Ama bu kez, her daim halamın beni takdim ettiği gibi. Elimi kava hizamda çalkalayarak: Ben deliyim. Mektebe nasıl giderim?

Kaşları daha da çatıldı. Aklından ne geçiyordu bilmiyorum fakat kendince derdimin ne olduğunu anlamaya çalıştı. “Beni tanıyor musun?” diye sordu sonra, başımı salladım. “Benim adım Ali Tarık. İstanbul’dan geldim hani-”

Gözlerimi belerterek yine başımı salladım. Herhalde tavrımdaki parıltıyı fark etti.

“Bak bak… İstanbul deyince bir başka baktın şimdi. Sever misin sen İstanbul’u?” Evet. Hem de çok severim. “Oradan geldim işte. Üsküdarlıyım ben. Hatta sana bir sır, babamın soy ismi bile Üsküdarlı’ymış biliyor musun? Ezelden beri balıkçılarmış-, ya ben sana bunu niye anlatıyorum ki. Şimdi sen söyle. Bak, ben sana kendimi anlattım. Adımı söyledim, nereli olduğumu söyledim. Sen de bana anlat kendini.”

Aslında konuşma yetisi olmayan bir çocuk değildim. Yalnızca o kadar ihmal edilmiş ve ezilmiştim ki, bazı meziyetlerim olmadan doğduğuma inandırılmıştım. Üsküdarlı ise yaşına göre zeki bir çocuktu, daha benimle kurduğu ilk münasebette sıkıntımı sezmiş ve incitmeden bunu çözmenin bir yolunu bulmuştu.

Ona güçbela mırıldanarak, “…R-Rehiye.” dedim. Sesimi duyurabilmek için öksürmem gerekmişti. Birkaç harfi fazla yuvarladığımdan anlamamıştır diye de işaret parmağımı göğsüme batırdım.

“Rehiye?” dedi çenesini kaşıyarak. “Ne güzel bir isimmiş. Hiç işitmemiştim.”

Ben de hiç işitmemiştim. Biraz oturduk. Ona çay koymamı rica etti, ben de önündeki fincana hayali bir çay ve kurabiye koydum. Hepsini yiyip bitirmiş gibi yaptı. Bebeklerimin isimlerini sordu. Söyleyemedim. Bana sorduğu hiçbir şeyi cevaplayamadım.

Beni gözüne ta o gün kestirmişti Üsküdarlı. Onunla çok uzunca bir müddet kendi aramızda geliştirdiğimiz dilsiz bir lisanla anlaşmaya başladık.

Niçin konuşamadığımı ve niçin mektebe gönderilmediğimi bilmiyordu ama bunu bana sormayacak kadar nazik olduğundan benimle irtibat kurabilmek için kendince yeni yollar yaratıyordu. Gözlerimizle konuşmaya o yaşlarda başladık. Ama benim için çabaladığı yollardan ilki epey aptalcaydı, bana bir kalem ve kâğıt getirdi. Kâğıdın üzerinde bir şeyler çiziliydi, ne olduğunu anlamadığımı fark edince, “Doğru ya…” dedi. Köşkü kolaçan etti, biraz kayıp bana yanaştı ve defterine yeni çizikler attı. “Bak bakalım Rehiyecik. Bunu gördün mü, dağa benziyor değil mi? Ortasına bir de kemer çizdim şimdi. Bu A harfi. Neymiş? Söyle bakayım…”

Ona bakmadan, baktığımda da tebessüm etmeden duramıyordum. Ellerim çenemde onun kim olduğunu düşünüp varlığının acayipliğini sorguluyordum. “…A.”

“Aferin sana ya.” dedi. “Benim ismimin baş harfi bu bak, Ali Tarık, oradan gelsin hatırına. Ankara’nın da A’sı aynı zamanda. Bak bu da B. Bebeğin B’si. Söyle bakayım.”

Akşam ezanına dek bana tüm harfleri tek tek öğretti. Bazen kalemi elime verip benzerlerini çizmemi istedi. Bu benim için zahmetsiz bir şeydi çünkü resim çizmeyi seven bir çocuktum. Lâkin daha çok öğrettiği harfleri telaffuz etmemi istiyordu. Onları kesiyor, biçiyor, birleştiriyor, kelimeler hâline getirip dile dökmemi bekliyordu. Bense ona hayranlıkla bakmaktan hiçbir ilerleme gösteremiyordum. Biri niçin bana bunları öğretiyordu ki? Bu öğrendiklerim neyin nesiydi? Hayatımdaki bu yeni insan bunca garip şeyi nereden biliyordu?

“Evet… Artık gitmem gerek, sana yarına ödev vereceğim. Ödev nedir biliyor musun? Neyse, izah ederim onu da. Ben gitmeden evvel bana hatırında kalan bir kelime söylemeni istiyorum. Bu adın olabilir, sevdiğin bir eşyan olabilir, söylemek istediğin bir cümle olabilir. Beni anlıyorsun, o hâlde dünyanın tüm cümlelerini kurabilirsin değil mi? Diyebilir misin bana bakayım? Öğrenip öğrenmediğini böyle anlayacağım.”

Elim çenemde, arsız bir tebessümle kafamı salladım. Bana dönüp öğrettiklerinin meyvesini almayı bekledi gururla. Bunlar, benim ilk gerçek kelimelerim olacaktı.

“Üs-küdarlı…” Ona duyduğum hayranlığı belli edercesine elimi uzatıp yanağına dokundum. Parmaklarımın ancak uçları tenine değdi, gerisi havada asılı kaldı. “Çok… İyi.

Her ne yaptıysam üzüldü. Sarf ettiğim tek tük birkaç kelime ansızın onu içine hapsetti. Elini, havadaki elime uzattı; bileğimden tuttu ve ışıldayan, ıslak, şaşkın gözlerle yüzümdeki tebessümü seyretti.

“A-aferin sana...” Uzaklara gitmeden evvel biraz düşündü, sahici bir abi edasıyla kâküllerimin üzerinden alnımı öptü. Bana bir şeyler fısıldadı: “Sen hepsinden daha akıllısın. Unutma bunu sakın.”

O günden sonra Üsküdarlı’yla hiç kimseninkine benzemeyen emsalsiz bir dostluğa kapıldık. Hayatımdaki herkesi toplasam bir o etmezdi, ama onun esrarlı hayatında da bir ben var mıydım? Umurumda dahi değildi.

Üsküdarlı, adildi. Hem kurnaz bir laf cambazı, hem de kimseyi bile isteye incitmeyen nazik bir çocuktu. Sevgisinde cömertçe, ama kimi zamansa bunaltıcı derecede nazlıydı. Bakışlarındaki sıcaklık bazen bir arkadaş, bazense abi gibi hissettirdi. Benim hayallerimde, söylemesi ne utanç verici ki, sığınılası bir baba gibiydi.

Nereye gittiğimi, günümün nasıl geçtiğini ezbere bilirdi. Tek arkadaşım Nermin’in mahallemizde bir mürebbiyeyle tahsil gördüğünü öğrenir öğrenmez, onlara beni sahiplenmeleri gerektiğini bile o söylemişti. İşiyle çakışmadığı vakitler beni kendince ödevlendirirdi. Fakat yanımda olmadığında geriye kalan her şeyi Nermin ve onun Fransız mürebbiyesi Suzi Hanım sayesinde pekiştirdim. Zamanla harfleri öğrendim, onları nasıl birleştireceğimi öğrendim, mektebe giden bir çocuk gibi sayıları ve şekilleri öğrendim.

Ama en mühimi, konuşmayı öğrendim. Halamın dünyasının başına yıkıldığını fark bile edemedim.

“N-ne demek Rehiye de mektebe gidecek? Konuştuk biz bunları Rahmi?” demişti halam, hepimiz sofradaydık. “Yahu… Bitti bile, okuyacağı ne kaldı ki? Nazar ortaokula geçecek, bu yaşta ilkokula mı başlanır canım… Otursun evde. İyi ne güzel konuşuyor, zil takıp kutlamak mı gerek illaki-”

Eniştem kravatını gevşetti, huzursuzluğu oturuş biçimine dahi sirayet etmişti. “Şu karşı sokaktaki mürebbiye.” dedi keyifsiz keyifsiz. “Sınava tabi tutacakmış. Geçerse, ortaokula atlayabilirmiş.”

“Ne münasebet!” dedi Nazar. Elindeki çatalı gürültüyle masaya bıraktı. “Ne vakittir mektebe gidiyoruz biz! O ne hakla bizimle aynı sınıfta okuyabilir!”

“Nazar doğru söylüyor Rahmi. Hem el âlemin gâvur mürebbiyesi benim yeğenime ne hakla karışır!” dedi halam. “Sınava tabi tutulacak da geçecek, hay Allah aşkına! Bu kızlar beş sene okudu, beş sene! Rehiye nasıl bir senede ortaokula geçiyor-”

“Ama hala, ben hepinizden daha akıllıyım o yüzden…” dedim, art niyetlerinden bihaber. Çatalıma batırdığım koca patatesi gülümseyerek ağzıma tıktım. “Üsküdarlı öyle söyledi.”

Çünkü haklıydı. Her ne yaptıysa, kendisinden mahrum bırakılan tahsil imkânını benim görebilmem için gizli gizli ne planlar yapmıştı. Hiç sevmediği dayısını karşısına aldı. Beni reddedebilecek öğretmenlerle, çocuk hâliyle bir bir konuştu ve beni mektebe başlatabilecek her ihtimali elleriyle kazıyıp önüme serdi. Tek bir senemi bile kaybettirmeden.

Üsküdarlı sayesinde çocukluğumun karanlık yılları ardımda kalmıştı. Fakat halamın buğzu hiçbir vakit dinmemiş, bilakis katbekat artmıştı. Beni çitilemekle kendini arındırdığı günlerin yerini, beni susturmaya çalıştığı günler aldı. Bir vakitler hiç konuşamayan ben, şimdi de hiç susmuyordum çünkü.

“Hala… Canımı yakıyorsun!”

“Canını mı yakıyorum!” diye çimdikledi kolumu, sırılsıklam ağlıyordu. Kim bilir ne için münakaşa etmişlerdi. “Şu hâlini görmüyor musun sen? Ellerine, tırnaklarına bak. Saçlarına bak. Mektebe gidersen böyle olur işte. Kurtlar, böcekler yer seni uykunda. Allah büyük… Sözümü dinlemezsen böyle-”

“Ama bugün cumartesi hala, ben mektepten gelmedim ki. Az evvel sen uyandırdın beni-”

Halam ağzıma okkalı bir tokat savurdu. Acımdan tam ağlıyordum ki, parmaklarının arasında dudaklarımı sıkıştırdı. Sesim duyulmasın diye de çeşmeyi sonuna kadar çevirdi. “O sesini duymayacağım. İşitti mi o kulakların beni? Sus da yıkayım. Leş gibi olmuşsun.” Benden çok ağladığını görünce sesimi çıkartmadım. Beni hırpalamasına, kafasındaki dertleri benim hayali kirlerimle çitilemesine müsaade ettim.

Mektebe gittiğim her günün akşamı, halam kendiyle birlikte beni de yıkıyordu. Ne var ki on üçüncü yaşıma gireceğim sene, buna benzer bir çitileme hadisesinin peşinden bitkin düşüp havale geçirdim. Aslında bir bakıma her şey tam bu sırada patlak verdi.

Üç gün boyunca neredeyse ölmemi beklediler. Hiç şüphesiz buna kahrolanlar yalnızca kalfalar ve Üsküdarlı’ydı.

Başımdan ayrılmayan kalfalar sabaha çıkamayacağım diye korktuklarından etmedikleri dua, temin etmedikleri deva kalmamıştı. Halam, en başından beri iyileşeceğimi ummuyordu. Savaş sebebiyle epey sefil vaziyetteydik, beni hekime götürmek onlar için bir lükstü ve benden çoktan pes etmeleri bir yana, on üç yaşıma kadar hayatta kalabilmiş olmam bile bir mucizeydi. Bir deri, bir kemiktim. Suratımda can yoktu, iştahsızdım. Üsküdarlı’nın ısrarlarıyla Nermin’in hemşire annesi evimize sokuldu. Ne gülünçtür ki benim ölmemden değil, onun evimize dinini bulaştırmasından korkuyorlardı. Bedenim öyle zayıfmış ki, vücudum mikropla savaşamıyormuş. İlaçlar bile beni güçlendirmeye kâfi gelmezmiş. Ateşimin, halamın düşlediği gibi benden aklımı almaması için dua etmeli ve gökten bir mucize dinmesini beklemeliymişiz.

İlk ölümümü, havale geçirdiğim gece gördüm.

Bir rüyaydı. İstanbul’daydım. Daha evvel ayak basmadığım, ama hayaliyle yanıp tutuştuğum o şehirdeydim.

Kendi hâlinde geçinen, padişahına ve dinine sadık, hak yemeyen gariban bir tüccarın en küçük kızıydım. Kalabalık, iki-üç gözü olan, derme çatma bir evdi. Mutfağa doluşan yeni serpilmiş genç kızlar, onların uzağında eve odun taşıyan delikanlılar ve kemikleri etine batan, kınalı sakallı, sarıklı, mavi gözlü bir adam vardı.

Garip. Kim olduğunu bilmiyorum. Ama biliyorum da işte. Ayrıntıların birer çehresi yok, sadece bir his bırakıyor damağımda.

Babam o adam.

Ablalarım. Abilerim. İstanbul’dayız ve bir annemiz yok. Göçmüş, gitmiş.

İlk gece yalnız bunları gördüm. Evimizi, ailemizi ve benim onlardaki yerimi. Her dakika uyandırılıyor, hamamda soğuk suyla yıkanıp katıla katıla ağlıyordum. Oysa parmaklarımın uçlarında babamın sakallarını hissedebiliyorum. İçine kâinatın tüm dalgalı denizlerini sığdıran, o kısık, mahzun bakışlı mavi gözlerini biliyorum. Başımı boynuna sokup uyukladığımda tenine sinen o ağır sandal kokusunu duyabiliyorum.

Gelip beni kurtarmasını bekliyorum. Ama nerede olduğunu neden bilmiyorum?

Üçüncü gece gördüğüm rüyamda, öldüm.  

Babamın, kalabalık bir çarşıda ufak bir dükkânı vardı. Kapısının önünde birkaç çocukla oyun ediyordum. Saraydan taşan müthiş bir kutlama gecelerdir devam ediyordu. Davullar çalıyor, şarkılar söyleniyordu. Boynuna kobra yılanı dolamış insanlar, yüzleri boyalı soytarılar, altın saçan adamlar, alkış tutan kadınlar... Derken uzakta, epey uzakta babamı gördüm. Seslendim, duymadı. Benden ufak bir kızın tasına limonata dolduruyordu. Başka bir kızdı bu. Ne kardeşimdi, ne de bildiğim biriydi. Tasından limonatasını içti, babam başını okşadı şefkatle.

Ne hiddetlendim. Oracıkta dünyayı ve dünyadaki tüm ufak kızları yok etmek istedim.

Bağırdım, gene duymadı. Sahi. O insan cümbüşünün içerisinde benim vızıltımı duyabilmesi mümkün müydü ki? Yanına gitsem, gidemem. Çok uzakta. Nasıl fark ettiririm kendimi? Nasıl hissettiririm ona ne denli öfkelendiğimi?

Belki aklı başına gelir, belki en çok beni sevdiğini ona hatırlatırım düşüncesiyle saraya yürüyen atların önüne geçtim. Yollarını kesersem, bir ihtimal belki şenliği durdursam ve biri de çıkıp, “Efendi! Al şu kızını buradan! Görmüyor musun, ne perişan, besbelli seni istiyor! Sense gitmiş başka yetimleri doyuruyorsun!” dese, babam benim kıymetimi anlar ve yalnızca benimle alakadar olur diye ummuştum.

Bacağımın dizimden itibaren büsbütün benden ayrıldığını, araba tekerlerinin ve de etine dolgun, o irice atın nallarının karnımı parçaladığını hatırlıyorum. İzdihamın arasında savrulmuş, bir çamur birikintisine düşmüştüm. Her yerim kir içindeydi. Hayatımı ve uzvumu kaybettiğimi yaşadığım şaşkınlıktan anlayamadım. Art arda tokat yemiş gibi bir arbedenin ortasında mahsur kalmıştım. Uzandığım yerden babamı göremiyordum. Nasıl uyuşuk bir acıydı bu böyle? Nasıl hızlı, resmen nefesimi kesmek için dörtnala koşuyor içimde. Babamın kalabalığı yarıp niçin herkesin orada toplandığını anlamasını bekledim. Ancak nefesim yetmedi. Hayatımın son hadisesi, birine el uzatamayacağım tek bir göz açıp kapayışımda vuku buldu.

Hâlbuki ne de kıskançtım o gün. Bir baktım, yok oldum.

Baba…

“Ah gariban kuzum…” Türkan Abla bir eliyle ateşimi ölçüyor, öteki eliyle de sırtıma havlu sıkıştırıyordu. “Bu kızcağız hâlâ baba diye sayıklıyor abla. Hekime de götüremedik… Bir şey mi oldu yavrucağa, vallahi affetmem kendimi.”

Kalfalar, Türkan Abla’nın serzenişine suspus kesilmişti. Zira babasını dünya gözüyle görememiş bir kız çocuğunun onu sayıklaması karşısında ne diyeceklerini haklı olarak bilmiyorlardı.

Rüyalar ya da kâbuslar, isimleri her ney ise peşimi senelerce bırakmadı. İşin sonunda tamamen hasarsız bir biçimde iyileştim. Amma velâkin bu rüyaların, hastalığımın bende bıraktığı uğursuz bir emanet olduğunu düşünmeden de edemiyordum. Her yeni yılda yeni yaşıma girmeden birkaç ay evvel, havale geçirirken gördüklerime çok benzeyen başka rüyalar görmeye başladım. Bu rüyalarda ben yine bendim, lâkin beni ben yapmayan pek çok unsur da oralarda bir yerlerdeydi.

Mesela rüyalarımın ilkinde İstanbul’da, geriye kalanlarında ise şimdiki gibi Ankara’da ikamet ediyordum. İyi veya kötü bir ailem vardı. Anne ya da baba diye seslendiğim başkaları. Abi, abla dediğim kardeşlerim. Tıpkı mektepteki arkadaşlarım gibi normal bir hayata sahiptim. Gördüğüm her rüyamda, o seneki yaşımdaydım. On dört isem, on dört. On beş isem, on beş. Bu yazılı bir kural değildi. Ancak birileri bana kaç yaşında olduğumu ilahi bir biçimde, çoğunlukla bir sualin kılığında, hatırlatıp duruyordu.

Biliyordum. Bir histi bu.

Rüyalar birkaç gün sürer, beni yatağımda debelendirir, kimi zaman altıma kaçırmama bile sebebiyet verirdi. Zira hepsi, tüm damarlarımda hissedebildiğim dehşetli birer ölümle nihayet bulurdu.

Kimisinde öyle gaddar bir yaşama sahiptim ki, hiç düşünmeksizin kendimi damdan aşağıya fırlattığım bile olmuştur. Kimisinde kendimi boğar, ahırda tavana asardım. Hiçbirisinde tek bir kere güldüğümü, mutlu olduğumu, gezip tozduğumu yahut yaşadığım evden ayrılıp gençliğimin sefasını sürdüğümü hatırlamıyorum. Şimdi olduğum kişinin aksine ben hayli bedbaht, kederli bir kızdım. Büsbütün olmasa da, cahil birer çocuk sayılırdım.

Rüyalarımın bahsini açtığım ilk kişi, Nermin’di.

Nermin mahallemizin başındaki iki katlı kâgir[u1]  bir evde, hemşire annesi ve Fransız mürebbiyesiyle yaşayan, hâli vakti yerinde, İzmirli, Hristiyan bir kızdı. Hekim babası, birkaç sene evvel intihar etmişti. Onun ölümünün ardından ailesi oradan oraya savrulmuş, Anadolu’ya yerleşip kendilerine yeni bir hayat kurmuştu.

“Bu çok acayip Rehiye…” Mürebbiyesi Suzi Hanım’ın demlediği ıhlamurları yudumluyorduk. Ben içmiş numarası yapıp fincanımı sehpaya geri bırakıyordum. Piyano talimi on ikiden sonra başlardı ve ben ıhlamurlardan nefret ederdim. “Yani şimdi sen… Hep aynı rüyayı mı görüyorsun? Bu ne demek olabilir ki?”

“Aynı rüya değil!” diye itiraz ettim. Sesimi, annesi Meral Hanım’a duyurmamak için bilhassa alçaltmıştım. Gevezeliğimden tıpkı halam gibi hoşlanmazdı. Ağırbaşlı, ketum bir kadındı o. “Farklı rüyalar bunlar. Hepsinde ölüyorum ve hepsinde başka biriyim.”

Nermin beni yanıtsız bıraktı, ince parmakları piyanosundaki birkaç beyaz tuşa yapışmıştı. Boyuna düşündü. Meraklı suratının gölgesine doğru fısıldadım:

“Bir insan kaç kere ölür Nermin?”

Cevabını bilmediğine emin olmama rağmen benden büyük oluşuna sığınmıştım. İyice düşündükten sonra, “Önce kaç kere yaşadığını hesap etmek gerekir.” gibi manasız bir karşılık verdi. İkimiz de cahil ve aptaldık. Fakat Nermin, besbelli daha az cahildi benden. Cümlesini bitirir bitirmez aklında bir yıldız parladı, kısa bir an için gözlerinin önünde süzülüşünü seyretti. “Tabii ya…”

Topuklu kırmızı rugan pabuçlarını parkelere vura vura üst kata çıktı. Yanıma döndüğünde elinde zar zor taşıdığı ciltli, kalın bir kitap vardı. Bu büyüklükteki bir kitabın ancak bir ansiklopedi olabileceğini düşündüm. Gözleri, içinde ne aradığını biliyormuşçasına dolandı. En nihayetinde sayfanın üstünde parmağını şıklatıp Fransızca bir şey geveledi.

Reincarnation.

Rey ne?”

Benim anlayacağım dilden anlatmanın bir yolunu bulamayınca, “Babamın kitabı bu. Ölmeden evvel hep böyle şeyler okurdu, yaşımdan ötürü anlam veremezdim ama okuyabiliyorum artık. Geçen hafta tam da bu kısmı okumuştum. Kenarlarına epey not almış, baksana.” dedi. “Ruhun beden değiştirmesi gibi bir şey. Tenasüh gibi.”

Tenasüh mü?” dedim. “O ne demek ki, ben onu bilmiyorum Nermin…”

“Ya şey gibi… Nasıl desem… Ben de pekiyi bilmiyorum sanırım.” Elindeki kitapta sualimi yanıtlayacak bir metin olmadığından aklının sayfalarını karıştırdı. “Misal. Ben ölüyorum, sonra yeniden doğuyorum ama ben, ben olmuyorum. Bir… Çay yaprağı oluyorum. Ihlamur yaprağı.”

“Ihlamur yaprağı mı?”

“Ya da bir kedi. Nasıl yaşadığına bağlı. Kimi kötü insanların ölümden sonra bir yere gitmediklerini, cezalandırılmak için taşa ya da yılanlara dönüştüklerini duymuştum. Öyle bir şey bu dediğim.”

“Kötü insanlar taşa, iyi insanlar da ıhlamura mı dönüşüyor ölünce?”

Nermin işaret parmağıyla alnımı itti. “Hayır, şapşal…” dedi ciddiyetini bozup. “Misal dedim ya!”

Bu dediklerini epey düşündüm, çok geçmeden benim suallerime yaraşır bir yanıt alamadığıma hükmettim. “Kitapta okuduğun neydi peki?” diye sordum. “Re ile başlayan…”

“Reincarnation.” Kitabı piyano tuşlarının üzerine yasladığında birkaç ahenksiz nota fırladı. Parmağıyla babasının el yazısını işaretleyerek evvela içinden çevirdi, sonra da bana dışından okudu. “Reincarnation, insan ruhunun ölümden sonra başka bir bedende tekrar dünyaya gelmesi inancıdır, diyor burada. Çok eski bir inanışmış. Hindistan’da, Mısır’da ve eski Yunan’da görülüyormuş.”

“İnsan neden böyle bir şeye inanır ki?”

“Bilmem. Demek ki senin düşlerinde gördüklerini gören başka kimseler de var.”

“Peki ama… Neden?” diye sordum. “Bir insan niçin düşlerinde yeniden doğup fena vaziyetlerde öldüğünü görür ki Nermin… Öleceksem niçin yeni baştan doğuyorum? Doğuyorsam niçin tekrar ölüyorum?”

Sıkıntılı bir nefes aldı. Piyano talimine olsa olsa birkaç dakika kalmıştı. Suallerime bir çare bulamamanın endişesiyle babasının el yazısına dokundu. Sanki ondan yardım istemişti. “Eksik olan, tamamlanmak için geri döner. Yarım bırakanın yazgısı, döngüde kaybolmaktadır. Tabakta neyi bıraktıysan, dönüp onu yemek mecburiyetindesin.” Alayla güldü buna. “Babam yazmış.” İkimiz de hiçbir şey anlamamıştık. “Bilemiyorum… Belki de sen yaşaman icap edeni yaşayamadığın için ödüllendirildin? Belki de Tanrı sana hazin sonlarını telafi edecek bir armağan verdi Rehiye.”

“Beni her yeni yaşımda neden öldürmeye devam ediyor o vakit-”

“Rehiye!” diye bastırdı sesimi. “Büyük günah, deme öyle. Bir sebebi vardır muhakkak.”

“O vakit neden sebebini söylemiyor bana!”

Nermin, yenilmek üzere olduğu bu savaşta aklına ilk geleni söyledi. “Ama sana rüyalar gösteriyor?” dedi çaresizce. “Yolunu kaybetmemen için ardında ekmek kırıntıları bırakıyor. Ya hiç haber etmeden öldürseydi? Bizim gibi…”

Pençesine takıldığım bu esrarlı hadisenin sahiden de akla yatan bir gerekçesi var mıydı, bilemiyorum. Nermin inancını sorgulama pahasına bana gönülden inanıyordu. Lâkin birilerinin bana inandığını bilsem bile, bu bana bir türlü kâfi gelmiyordu. Sorularımın ya daha evvel bir soranı yoktu, ya da cevapları hiç yaratılmamış gibi belirsiz ve bulanıktı.

O kitabın kapağını bir daha hiç açmadık. Nermin gördüğüm rüyalardan gayrısını deşmedi ve bense bu gizemi çözme arzumu o gün, o salonda bırakıp gittim.

1951 güzüne dek, bu da yaklaşık beş rüya eder, geçmiş yaşamım olduğuna hükmettiğim bu ölüm sahnelerini yılda birer kere olmak üzere görmeye devam ettim. Her yeni yaşımın arifesinde, gireceğim yaşın hazin vedasını seyrediyor ve giderek daha da içime gömülüyordum. Benim kadar yaşama düşkün, gülmeyi, eğlenmeyi seven, yerinde duramayan bir kız çocuğunun kendi ölümlerini seyretmesi kadar dehşetli bir şey yoktu.

Amma velâkin, o sene başıma şaibeli bir hadise geldi. On sekizinci yaşıma birkaç ay kala, daha önceki değil, kuvvetle muhtemel daha sonraki ölümümü gördüm.

Dünya, elbette ki benim dünyama ait değildi. Geçmişte olduğumu tahmin edebileceğim kadar uzaktaki bir dünyada da değildim. Birileri mütemadiyen bana en yakın dostumun adıyla, Nermin diye sesleniyordu. Elimdeki metal bir kutunun sarkan iplerinden sayamadığım kadar şarkı dinliyordum. Daha da garibi, bu rüyalar diğerleri gibi iki-üç gün sürmemişti. Çok uzun bir müddet bu kızı, bu kendimi hiçbir gece ıskalamaksızın düşlerimde görmeye devam ettim.

Kendime benzemiyordum, uyuşuk ve sıkılgan biriydim. Vaktimi güzelim İstanbul’u gezerek, devasa otomobillere binip kulağıma nereden uzandığını kestiremediğim şarkılara kulak vererek geçiriyordum. Uyandıktan gördüklerimi belli belirsiz hatırlıyor; yalnızca işittiğim şarkıları kelimesi kelimesine, notası notasına anımsayabiliyordum. Birinin yankısını yahut çığlığını mütemadiyen işitmek gibi, karşı konulamaz bir hadiseydi.

Ta ki o geceye kadar.

Nermin’in bahsettiği gibi bir döngü etrafımda geziyorsa bile ya sırası karışmıştı, ya da ben bana ne olduğu hususunda feci yanılmıştım. On yedi yaşıma kadarki tüm kâbuslarımı ezbere biliyordum. Hepsi gelmiş ve en nihayetinde geçmişti. Seyretmesi acı verici dahi olsa beni bekleyen bir tehlike yoktu etrafımda.

Ama on sekizinci ölümüm neredeydi?

Neden on yediden, direkt on dokuzuncu yaşıma atlamıştım? Geçmişte, bir yerlerde, hiç ölmemiş miydim on sekizimde?

Hâliyle bu keşif, aklımda tek bir suali canlandırdı; on sekizinci yaşıma bastığımda, muhtemelen öleceğim. O ölüm, bu ölüm.

İşte tam bu noktada, beni diri tutan tutkumun bahsini etmem gerekir. Ne de olsa o, bana ölümü unutturan yegâne kimsedir.

Metin Kenter hayatıma, ben on beş yaşındayken girdi.

Mektebe başlayalı öyle değişmiştim ki ne çenemi tutabiliyor, ne de hayallerimi zapt edebiliyordum. Halam münasip bir yaşa eriştiğimde uslanabilmem için beni evermekte ve elimi ayağımı mektepten çekmekte kararlıydı. Gözlerine hayli batmıştım. Bana sorsa ben de evlenmek isterdim aslında, tabii beni beklediğini söylediği görücülerimin yüzünü de görmeme müsaade etseydi. Bana vaat edilen eşler, görücüye gelen kısmetler kuzenlerime kıyasla hep bizim mahallemizden, bizim çevremizden kimselerin oğullarıydı. Hayatımı hep evde mi geçirecektim uslanabilmek için? Mucizeler baba evinden, koca evine taşınınca mı bulurdu kız çocuklarını?

Ama besbelli benim mucizem, beni olduğum yerde yakalamıştı.

Metin Bey'i, babasıyla evimize bir akşam yemeği için davet edildiği sırada görmüş; onun, benim nihai kurtuluşum olduğuna kanaat getirmiştim. Henüz taze olsalar da o berbat rüyaların tesirindeydim. Ufacık yaşıma rağmen hayatın güzelliklerini güç bela ayırt edebiliyor, kafamı kaldırıp da gökyüzüne bakamıyordum. İstikbalim çoktan çizilmişti. Fakat Metin Bey’in varlığı, beni evleneceğim kişiyi bizzat benim seçebileceğim ihtimaliyle tanıştırmıştı. O, benim tanıdığım hiçbir kısmete denk değildi. Ondan hoşlanıyorsam şayet, o vakit niçin benim kaderimi büyüklerim çizmeliydi?

Geziyordu, okuyordu, dinliyordu. Dans ediyor, yaşıyor ve yaşıyordu. Zihnimde canlandıramayacağım kadar zengindi, imkân ve tahsil sahibiydi. Her şeyden öte aleladelikten epey uzak, bakımlı ancak erkekliğini koruyan ağır bir cazibeye sahipti. Boyu benden çokça uzundu. Kavruk buğday teni, uçları güneşten daha da açılmış ensesi tıraşlı sarı saçları ve yuvarlarından taşan iri, masmavi gözleri vardı. Hiçbir şekilde daha evvel gördüğüm erkeklere benzemiyordu. Türk olmasına rağmen oldukça Avrupai bir siması vardı.

Onun hayatının kalitesi ve ailecek sahip olduklarının niteliklerine bakınca, daha o gün onun dünyasının bir parçası olmayı kendime hayal bellemiştim.

Onun eşi olursam, belki ben de düşlediğim o diğer hanımlar gibi olabilirdim. Elleri bulaşık suyuna değmemiş, akşama yapacağı yemeğin telaşına düşmemiş, temizlemeyi unuttuğu kuytular yüzünden hakaret işitmemiş, bir ihtimal hakiki bir tahsil görmüş, gezmiş, tozmuş, süslenmiş ve kendine bakmış o güzelim hanımlar gibi. Belki Metin Kenter ile evlenirsem, ben de o kadınlardan biri olabilirdim.

Kenterler, bize daima baba-oğul ziyarete gelirlerdi.

Babası Cüneyt Kenter; vaktiyle Fransa Konsolosluğu'nda büyük makam sahiplerinin yanında tercümanlık yapmış, akranlarımın adını sanını pek sık duymadığı bir yatırımcı, arada bir siyasetçilere destekte bulunan ve de kendi kültür-edebiyat mecmualarını basan küçük bir yayın şirketinin kurucusuydu. Cüneyt Bey bu mecmualarda genellikle kendi kaleme aldığı politik fikirleri ve memleket şiirleri ile tanınırdı; bu şiirlerin altında bizzat kendi çektiği İstanbul kareleri olurdu. Boğazı, Beyoğlu’nu, Galata’yı, ismi hatırımda olmayan semtleri ve çoğunlukla şehrin siluetini çekerdi. Onu tanıdığım ilk vakitlerden beri Fransa'nın başkenti Paris'te ikamet ediyor olmasına rağmen ondaki memleket anlayışının niçin yalnızca İstanbul’un en Avrupai semtlerine karşılık geldiğine bir türlü anlam veremezdim. Bu kadar memleket aşığı bir adamın ülkesine senede birkaç kez gelmesi de tuhafıma giderdi, ancak en nihayetinde kendince bir sıla hasreti çektiğine hükmetmiştim işte.

Cüneyt Bey'in bir kızı ve de bir oğlu vardı. En büyük ve tek oğlu Metin Kenter, benden olsa olsa beş ya da altı yaş büyüktü. Babasının gençlik fotoğrafıymış gibi yanında gezerdi.

Herkesle muhatap olmazdı. Misafirimiz olduğu vakitler ya başını öne eğer, ya da babasından komut beklercesine ağzının içine bakar, o iki dudağın arasından süzülecek buyrukları yerine getirebilmek üzere pusuya yatar gibi hazırlıklı bir hâl takınırdı. Metin Kenter'in, babasına olan bu bağlılığına rağmen hiç de pısırık, çekingen bir tabiatı yoktu. Bilakis, beni ona âşık eden; kendine pekâlâ güvenen, şımarık, biraz kurnaz; fakat bir başkası olsa onu benden itecek bu niteliklere rağmen de insana pek hoş gelen sinsi bir ışıltıya, çekici, aldırmaz bir yaradılışa sahip olmasıydı.

Cüneyt Kenter'in eşini ve biricik kızlarını hiçbir vakit yüz yüze yahut yanlarında görmedim. Buna karşın müstakbel görümcemin benden epey küçük olduğunu, Fransa'da ikamet ettiğinden Türkçeyi bizler kadar iyi konuşamadığını da pekâlâ biliyordum. Öte yandan kız kardeşinin annesi ile Metin Kenter’in annesi farklı kişilerdi. Cüneyt Kenter o zamanlarda Fransız bir kadınla evli olduğundan tüm dünyasını Paris’e taşımayı seçmişti. Halamın sonradan görme sosyete bozması misafirleriyle ettiği lakırdılardan işittiğim kadarıyla da Metin Kenter tıpkı benim gibi öksüzdü. Annesini çok ufak yaşta yitirmişti ve benim hayallerimde o, beni anlayacak en doğru insandı.

Böylelikle Eylül ayına girdik mi, ıstırap dolu hasret günlerim nihayete ererdi.

Koca bir sene boyu, ikamet ettiği Paris şehrinden döneceği günü beklediğimden köşkün kalfalarıyla beraber hep bir elden o akşamki ziyafetin hazırlıklarına katılırdım. Aralarında birer yaş olan kuzenlerim Nazar, ortancaları Gülizar ve en büyükleri Fahriye ablam bu hazırlıklara katılmadıkları gibi tıpkı benim gibi sofraya da oturamazlardı. Onlar odalarında durur yahut kapıdan köşeden Metin Bey'i gözetler, Fahriye ablam ise bu beyde ne bulduklarını anlayamadığından eline ekşi, yeşil mi yeşil bir elma kapıp üst kattaki odasında istirahate çekilirdi.

Eniştem Rahmi Bey, tabii o vakitler biz de pek küçük olduğumuzdan olsa gerek, kızlarının Kenterler gibi elit, güzide sosyetiklerin huzurunda lüzumsuz lüzumsuz konuşmalarını istemediğinden; bize her misafirliğe gelişlerinde evdeki genç sınıfından kimseyi o sofraya oturtmazdı.

Ancak Metin Bey'i, kızların arasında en çok ben görebilirdim.

Çünkü ben, onların bir parçası değildim. Bana bahşedilen hayatın karşılığında terbiye edilmiş bir köpek gibi nerede oturacağımı, nerede susacağımı, nerede saklanacağımı ve nerede, ne ile meşgul olacağımı pekâlâ bilirdim.

Köşkün mutfağı, ne mutlu ki, yemek salonunun içindeydi. Hâliyle ev halkı, bizim misafirlere görünmemizi her ne kadar istemeseler de hizmet etmek için sık sık gözlerinin önünden geçmek mecburiyetindeydik. Tek bir kapı, Metin Kenter’e âşık olmam için tüm sebepleri yaratmaya kâfi gelmişti. Ancak yaptığım hiçbir hizmet, benim gözlerime bakmasına sebebiyet veremiyordu. Alakasını cezbetmek, zannedemeyeceğim kadar zahmetliydi.

Bir gün yemek masasını toplarken Rahmi Eniştem şöyle dedi: “Yahu buyurun salonda içelim kahvelerimizi. Ofisim dar. Üç adam sığamayız şimdi. Firuze Hanım! Demlenmedi mi bizim çaylar! Cüneyt Bey’inki şekersiz olsun ona göre! Metin, sen nasıl içersin çayını oğlum?”

Metin Bey yemek masasının ardındaki şifonyerin önünde dikilmiş, kıvırdığı dudaklarıyla vazodaki çiçeklerin yapraklarını okşuyordu. Okşamaktan ziyade buna yolmak da diyebilirim. Ukala bir tavırla omuzlarını kaldırdı, “Ben çay sevmem. Kalsın.” dedi. Eniştem biraz bozulunca Cüneyt Bey uzaktan oğlunun gözlerine baktı. Hiçbir duygu, hiçbir ima yoktu. Lâkin o bakışların kuvvetiyle Metin Bey sahiden de üzerindeki sıkılgan hâli bir kenara bıraktı, belki hisleri ve ifadesi büsbütün değişmemişti ama “Şekerli olsun.” diyecek kıvama getirmişti onu.

Mutfağa girer girmez herkesin çayını, servisini tam takır hazır ettim. Kalfalar ısrar etse de dökmeyeceğime dair yeminler ederek elimde bakır bir tepsiyle salona girdim. Evvela büyüklerin, peşinden de Metin Kenter’in huzurunda dikildim. Bezginliğini koruyan aheste bir edayla yaslandığı kanepeden doğruldu. Elini tepsiye tam uzatmıştı ki payına kalanın bir fincan olduğunu gördü. İlk kez, kazayla da olsa gözlerime o an bakmıştı.

“D-dibek kahvesi.” Gözlerimi utançla tepsiye indirmiştim. “Belki bunu seversiniz. Damla sakızlı.”

Metin Bey babasına, sonra ise gözlerimi kaldırdığım an bana baktı. Hiçbir şey demeden sessizce fincanını aldı, sehpasına koydu ve başıyla teşekkür etti. Ve bense onu senede bir kez, yalnızca bu kısacık saniyelerde görmeye; elimde bir çiviyle, kendimi onun hafıza taşlarına kazımaya devam ettim. Herkesin ortasında bir hata yapmazsam, ya da beni fark etmesine sebebiyet verecek bir adımda bulunmazsam gözlerine üç saniyeden fazla bakamazdım.

Ama şanslı olmalıydım. Zira benim biçare hafızamı, Metin Kenter'in kalıcı suretiyle kutsayacak mucizevi bir hadise gerçekleşti.

Metin Kenter’in ufak kız kardeşi, Fransa'daki bir güzellik yarışmasının ardından Bayan Şeker mahlası ile ünlenmiş; bazı bazı sinema filmlerinde de küçük roller almaya başlamıştı. Pembe kurdeleli sapsarı saçları, allık bocalanmış pembe yanakları, abisine çok benzeyen masmavi gözleri ve her daim gülümseyen güzel çehresi ile bu çocuğu muhakkak kimi mecmuaların kapaklarında görüyordum ben de. Bu şöhret öyle beklenmedik bir zamanda meydana gelmişti ki, benden küçük bir kimsenin bahtına imrenir olmuştum.

Kenterler hanelerine giren bu büyük meblağların bir kısmını matbaacılığa yatırdı. Avrupa'daki yüksek sosyeteden haber getiren, hele ki benim akranlarımın aç susuz takipçisi olacağı Kenter adını verdikleri bir magazin mecmuası çıkarttılar. Eniştem Rahmi Bey, daha da zengin olan bu ahbabını cebinde tutmanın ve de hâlâ evimize girip çıkmasının sevincini yaşıyor iken ben aşkımın kederi içinde boğuluyor, onu iyileştirmek için kendi ellerimden bir çare bekliyordum.

Çünkü benim saf, cahil aklım Metin Kenter'in suratındaki bıkkınlığın sebebini küçük kız kardeşinin gölgesinde kalmasında buluyordu.

Ona acıyor, merhamet ediyor, kalbimdeki sevgimin babasının ona gösteremediği şefkati telafi edebileceğine inanıyordum. Hâlbuki içten içe ben dahi farkındaydım ki benim aklımda tasavvur ettiğim Metin Kenter, şüphesiz gerçeğinden tamamen farklı; esasında kedere ve yaşamın acizliklerine karşı pek vurdumduymaz, ayakları yere basan, hatta gözyaşı dökmeye dahi lüzum görmeyen, yüreği benim aksime hayli kuvvetli, daha az hisli bir kimseydi.

Lâkin nedendir bilinmez, belki de ömrümde başka bir sevginin emsalini hiç görmediğimden, ben de onun Üsküdarlı’sı olmak istiyordum.

Ondan ufak olmama rağmen üzüldüğü vakit bana sarılsın, benim dizlerimde ağlasın ve derdini bir tek bana anlatsın istiyordum. İstiyordum ki ben bir şekilde onun sığındığı, başını yasladığı, yüreğindeki esas Metin Kenter'i sakınmadan korkusuzca sergilediği bir kimse olayım onun için.

Hiçbir şey olmamış, sanki benim varlığımdan bihaber oluşu beni hiç kırmıyormuş gibi Metin Bey'in sırf kız kardeşi kendisinden daha da ünlendi, sevildi diye gözlerimin içine bakmasını; başına gelen bu talihsizlik sebebiyle, benim şefkatime muhtaç kalmasını ve "Rehiye... Anladım ki böylesi büyük, böylesi benzersiz bir sevgiyi senin yüreğinden başka kimse veremezmiş bana." demesini arzu ediyordum.

Tabii bu hayallerin gerçekleşeceğini ummak ne güç… Yalnızca düşlerimde yaşıyordum ben bu hayatı. Hakikat ise; çıkarttıkları o mecmualardan, köşe yazılarının etrafına iliştirilen manzara fotoğraflarını kırpmak ve yatağımın altındaki pembe hatıra kutumun içinde muhafaza etmekten öteye geçemiyordu.

İnsanların burun kıvırıp sayfalarını çevirdiği o fotoğraflar, benim Ankara'dan kurtulabilmemin tek yoluydu.

O vakitlerde herhangi bir fotoğrafın bende bu kadar kıymetinin olmasının sebebi; savaşın kıtlığına denk gelen çocukluk ve ergenlik hatıralarımı kayda alacak hiçbir şeye sahip olmayışımdan ileri geliyordu. Resimli gazeteleri bulabilmek şöyle dursun, gazetenin kendisini basacak kâğıt dahi bulunamıyorken acaba kaç tane hatıram yitip gitmişti ellerimden? En mutlu anlarımı zihnimde canlandırsam, tıpkı bir fotoğraf parçası gibi yeniden diriltebilir, gözlerimle bizzat görebilir miydim kendi gülüşlerimi? Birazcık daha zorlasam hatırımı, çocukken neye benzediğimi de hatırlayabilir miydim?

Kenter mecmuası öyle diğer radyo mecmuaları gibi değildi. Avrupa'daki tifdruk teknikleriyle basılmış, noktaları sık, belirgin fotoğraflarla bezeli bir mecmuaydı onlarınkisi. O kadar çok, ama o kadar çok fotoğrafı vardı ki; her pazartesi Üsküdarlı'nın cebinden yüz yirmi beş kuruş araklayarak aldığım bu mecmuanın, benim fotoğraflı hatıra albümümden geriye kalır hiçbir yanı yoktu.

O fotoğraflara baktıkça gözlerimi kapar ve şimdiki gibi Ankara'da değil de, oralarda, uzaklarda olduğumu düşlerdim. Fakat bu hayallerimi imkânsız kılan şey ne benim bahtsızlığımdı, ne de Metin Bey'in varlığımdan bihaber oluşuydu.

Ben, uzaklara gidecek hiçbir imkâna sahip değildim.

Dünya, savaştan çıkalı epey oluyordu. Avrupa’yı ayakları altında çiğneyen acımasız yokluğun tesiri unutulmuştu unutulmasına, ancak yine de eniştemin beni sırf gezeyim diye Paris'e göndereceğini hiç düşünmüyordum. Düşünsem bile, beni oraya gönderecek parayı bulamazdı. Ben gitsem, ardımdan illaki Nazar ve Gülizar da gelmek isteyecekti. Ve ben ne kendimle, ne de Metin Bey'in hayaliyle baş başa kalabilecektim.

İşte ben böyle çaresizken, sanki Allah'ım benim bu bahtsız yüreğimin sesini duymuş olmalı ki, bana bir fırsat yarattı.

Metin Bey, on sekizinci yaşıma gireceğim yıl kısa bir süreliğine İstanbul’a yerleşti. Mecmuasında müthiş bir yılbaşı balosu tertip edeceğini, baloya dâhil olmak isteyen mecmua takipçilerini de bir şiir yarışmasına tabii tutacağını duyurdu.

Tek bir kazanan olacaktı ve o kişi mutlak surette ben olmalıydım.

On sekiz yaşımda. Ansızın ölmeden evvel hem de.

Sanırım hiç demedim. Şanssızlığım da, şansım da her daim birdir. Keza ben de yüreği pek güçlü bir kimse değilim. Üsküdarlı bazen bana enayi der. Ama kırılmam, çünkü öyleyim sahiden.

1950 güzünde, en yakın dostum meçhul ve amansız bir hastalığa yakalandı. Öyle ki bende de benzeri olan o iflah olmaz ölüm korkusu, artık onun da tek hayalini bu baloyu ölmeden evvel kazanmak hâline getirdi.

Peki, ben ne yaptım? Üsküdarlı'yı dinlemedim.

Kazanmak uğruna ona yazdırdığım şiirle ile biricik dostumun şiirlerini takas ettim. Ben mutsuz ölsem bile bir şekilde yeniden dirileceğimi biliyordum. Ancak onun, yalnızca tek bir yaşamı vardı: baloyu, Nermin kazanmalıydı.

Ben ve hakkımdaki her şey işte bunlardan ibaret. Gerisi mi?

İşte orası gerçekten uzun hikâye.



(Üsküdarlı ve ben, 1944 güzü)



(Suzi Hanım, Nermin ve Ben)



(Gülru Halam ve Rahmi Eniştem)



(Kuzenlerim Gülizar, Nazar ve Fahriye ablam. Köşke gelen her misafir Gülizar ile Nazar'ı hep karıştırır. Ancak Fahriye ablam onlara çekmemiş. Ben onların simasını Üsküdarlı ile çok benzetirim.)



(Bu da Üsküdarlı. Yani Tarık. Bu fotoğrafı hurdalıkta ben çektim ama istemeden yamuk çekmişim.)



(Üsküdarlı'nın evini temizliyorum)



(Metin Bey'in Kenter mecmuası)


(Cüneyt ve Metin Kenter)



II. FASIL

"Zavallı ve Enayi Rehiye"

Ankara, 1951 Güzü

21 Eylül, Cuma













İnsanoğlunun; yaşamı boyunca tesirini yürekten hissedeceği meselelerin, hangi ara yaşandığını kestirememek gibi bir huyu vardır.

Benim kısacık kaderimde de yaşanacak pek çok hadiseye, o Cuma günü istikamet vermişti.

Tekdüze yaşamımdaki en keyifli meşguliyetimi, Yedi Kocalı Hürmüz piyesindeki başrolümü öğretmenlerimin ricası üzerine terk edeli yalnızca birkaç saat oluyordu. Rüyalarımdaki İstanbul’a veda ettiğim için dargın, akşamüzeri Metin Kenter’i göreceğim için ise dayanılmaz bir saadetin içerisindeydim.

"Kızlar, kızlar! Tutun Rehiye’yi, şiirime bakacak sakın gitmesin bir yere!"

Sınıfın aralık kapısından hepimiz Suzan'ın işittiğimizde; etrafımdaki üç-beş sıra arkadaşım, uykudan henüz ayılmama rağmen bir müddettir bilinmez bir biçimde hatırıma sinmeyi başarmış o son dersin bahsi ile kahkahalar eşliğinde alay geçmekteydiler. Yeşil paltomu büyük bir memnuniyetsizlikle omuzlarıma geçirmiş, çantamı omuzlamış, bir an evvel evimin yoluna koyulmak üzere sınıftan çıkmaya hazırlanıyordum.

“Suzan. Bugün olmasa olmaz mı?” Belki sızlanır, mahcubiyetimi hissettirirsem o günkü mektep sonu buluşmamızı erteleyebileceğimi düşünmüştüm. Ne de olsa bu buluşmalar en başından beri benim rızam haricinde gerçekleşiyordu. “Hem… Ben ne anlarım şiirden… Rica ediyorum benim yerime Nazar’a danışın ne danışacaksanız-”

"Ayol Nazar gitti ki…" dedi Neslihan.

Gözlerim fal taşı gibi aralandı. “Gitti mi?” Aynı evde yaşadığım, aynı sınıfta tahsil gördüğüm, her yere beraber gidip beraber döndüğüm kuzenim bana haber etmeden nasıl mektepten ayrılabilirdi ki? “İyi de n-nereye gider ki? Bana hiç haber-”

“Halan gelip aldı.” dedi Suzan. “Fidan Öğretmen’in dersinde uyuklamaktan göremedin zaar. Hususi izin yazdırmış kızına, acele işleri mi varmış ne. Ee… Kenterler’i misafir etmek her evin harcı değil, iş güç biter mi hiç? Besbelli yerleri çitileyecek hamam böceği.”

Kızlar Nazar’ın yokluğunu fırsat bilip onun bahsi ile doyasıya alay geçerken, ben aklımda bu ihtimalin imkânını tarttım. “Halam bana da bugün temizlik için mektebe gitmememi tembihlemişti. Doğru diyorsun. Doğru diyorsun da, neden beni de almadı ki? Nazar geçen gün akşam ezanında eve döndü diye eniştem pek kızmıştı, acaba ondan mı-”

“Of! Boş versene sen onu. Hadi, mektepten çıktı herkes. Otur şu iskemleye de şiirlerimizi dinle.” dedi Suzan. Örülü saçlarını savurup ardında sıralanan arkadaşlarına döndü. “Kızlar gönderdiniz değil mi şiirleri? Gerçekten çıldıracağım. Yusuf’u görünce ayaklarım titriyor. Metin Bey’i görünce de karnım gıdıklanıyor. Eski aşkımın eteklerine gidip resmen yeni aşkımın hasretiyle yazdığım şiiri postaladım geçen. Acaba kıskanmış- Ay aman neyse ne! Rehiye. Bana bak. Sence Metin Bey bu akşam söyler mi size kimin kazandığını?”

İsmini işitir işitmez yüzümde gülücükler açar sanmıştım, ancak yüreğimde artık bir sebebe hizmet eden bu burukluk Metin Bey'in sevgisine dahi geçit vermedi içimde. Öylece dışarımda, kapımın eşiğinde kaldı.

Kızların hiçbirisi, Metin Kenter’e duyduğum sevgiden haberdar değildi. Bense ondan hoşlanmayan bir kız rolü kesmek hususunda garip bir inada kapılmıştım. Bu, bir nevi kendimi muhafaza edebilmenin yoluydu.

Kıkırtıların arasında kesesindeki kuruşları sayan Yıldız, "Ben gönderdim vallahi." dedi. "Ancak biz göndersek ne olur... Şans Nazar'la Rehiye'nin yüzüne gülüyor."

Suzan, "Bahsini açma şunun. Zaten zor sabrediyorum." diye fısıldadı dudaklarını bastırarak. Aralarında geçen lakırdıları işitmemem için kendince bir çaba göstermişti. "Bugün Cuma tabii, Kenterler geliyor. Biz yüzünü görebilmek için aylık mecmuasını bekleyelim, Rehiye Hanım canlı canlı seyretsin gül cemalini. Neyse. Kader, kısmet, nasip. Ne yapalım şans bunun yüzüne- aman, Rehiyeciğimizin yüzüne güldüyse? Eniştesi Cüneyt Kenter’le ahbap olduğu için pek bahtlı işte. Neyse ki gönlü yok Metin Bey’de. Bir rakip, bir rakiptir. Rehiye demek, sıfır rakiptir.”

Suzan, benimle aynı sınıfta tahsil gören alımlı, işveli bir kızdı; her şeyden öte, Nazar’ın baş düşmanıydı.

Benden karışlarca uzun, biçimli, ince bir bedeni ve elle çizilmişçesine zarif, esmerce bir suratı vardı. Saçları siyah ve küttü, bukleleri tıpkı sınıftaki tüm diğer kızlar gibi kulak memesinde biter, bir kısmını da kulağının arkasına sıkıştırırdı. Hepimiz Suzan’ı epey çapkın hâlleri ve dilerse, dünyanın tüm erkeklerini peşine sürebilecek bir hitabet sihrine sahip olmasıyla bilirdik. Sahiden de gözlerine birkaç saniyeden fazla baktığı, uzata uzata ismini mırıldandığı yahut o koca kara gözlerini belertip masumane bir bakışla ricada bulunduğu tüm erkekleri tesiri altına alabilirdi. Söz konusu Metin Bey’se, o da benim için dişli bir rakipti.

Benden pek haz etmediğini biliyordum. Bense ondan haz edip etmediğimi anlayacak kadar kendimi keşfedememiştim.

“Benim sahiden gitmem gerek.” dedim. “Biliyorsunuz zaten, yarışmanın mühleti dolalı haftalar oluyor. Şimdi bana şiirlerinizi okusanız dahi size hanginizin kazanacağını söyleyemem ben, çünkü… Bilmiyorum. Anlamıyorum! Hepsi kulağıma hoş geliyor, bence hepiniz kazanabilirsiniz. İlaveten, halam beni köşkte görmezse çok kırılacak. Bugün mektebe gitmeyip kalfalara yardım etmemi tembihlemişti de dinlemedim. Keşke dinleseydim. Hem ne aceleniz var ki? Her türlü öğreneceksiniz kimin kazandığını.”

Lise hayatımızın son senesinde, aklımızda ve kalbimizde olan, istikbalimizin dahi önüne geçmeyi başaran yegâne şey Metin Bey'in şiir yarışmasıydı.

Dünyamız yalnızca Ankara’dan oluşuyordu ve bu uğurdaki rakiplerimizin tümünün aynı sınıfta yahut mektepte olduğumuz kızlardan ibaret olduğunu sanıyorduk. Hâlbuki Metin Bey, ezelden beri adı sanı bilinen, sosyeteye mensup bir ailenin ferdiydi. Bir ihtimal Türkiye’deki tüm genç hanımların tıpkı bizim gibi bu yarışmaya katılmış olması bittabi mümkündü.

Edebiyata hiçbir düşkünlüğü olmayan dostlarım, yarışmanın ilanını mecmuada okudukları günden bu yana pek çok şairin derlemelerini hatmetmiş, beğendikleri şiirlerin kendi versiyonlarını yaratmak gibi katakullilere bile başvurmuştu. Gerçekten kendi şiirini yazan bir ihtimal üç beş kişi vardı. Ve beni -yarışmaya katılmadığımı zannettiklerinden- şiirlerine, “Ay bu ne güzel bir şeymiş böyle! Metin Bey kesin bayılır buna!” diyeceğini umdukları bir şiir zabıtı bellemişlerdi. Oysaki ben bile şiir yazmaya tenezzül etmemiş, garanti olsun diye gidip Üsküdarlı’ya yazdırtmıştım.

Kızların tüm ısrarlarına, Suzan’ın ise beni yiyip bitiren hiddetli bakışlarına rağmen onları o mektep çıkışında dinleyemeyeceğime ikna etmeyi başardım. Nazar benden evvel mektepten ayrıldıysa ve bu kadar geçe kaldıysam bu halamdan azar işiteceğim, koluma takacağım bir dostum olmadığından yokuş yukarı derbeder olacağım manasına geliyordu.

“Senin niye suratın asık?” dedi Suzan. Arkadaşlıklarının bir parçası olmamama rağmen kol kola girmiş, birlikte boş koridorlarda ilerleyerek bahçeye yürüyorduk.

Neslihan benden evvel lafa girdi, “Piyesten çıkartmışlar.” Gözlerimi yavaşça yumarak yüzümün aldığı hazin ifadeyi onlardan sakındım. “Ondan saatlerdir uyuyor haspam.”

“Harbi mi kız?” dedi Suzan. “Bir patavatsızlık mı yaptın yoksa?”

İnsanın Suzan’a karşı sessiz kalması yahut kendini müdafaa etmesi mümkün değildi. Lâkin yine de meselenin gevezeliğim ya da patavatsızlığım olduğunu düşünmelerini istemiyordum. “Hürmüz’ü oynamak için fazla kısaymışım.” dedim adımlarımı sayarken. “Haşin kadın rolü bana yakışmıyormuş. Çok… Tatlı görünüyormuşum. Öyleymiş.”

Bahçeye vardığımızda hep bir ağızdan bana güldüler. Buna her nedense çok alındım. Latife edecek bir şey söylememiş olmama rağmen, o gün her zamankinden daha alıngandım sanırım. Canım yanlarındayken bir an öyle daraldı ki, kızların kolları arasında olmanın beni epey huzursuz hissettirdiğine kanaat getirdim. Onları kendi hüznümden uzaklaştırmak için dudaklarımdan, “Ben iyisi mi vakitlice gideyim.” diye bir mırıltı peyda oldu. “Zaten çok geçe kaldım, halam yetişemedim diye nasıl kızacak. E Nazar da gitmiş, eniştem ise geç çıkıyor işten. Nazar’ı evde görünce beni de evde zanneder. Şimdiden yürümeye başlasam yetişirim.”

Yıldız beklenmedik bir yakınlıkla kolunu, boynuma doladı. “Yürümene lüzum yok ki...” dedi. “Sizin at arabası gelmiş.”

Parmağıyla uzattığı yere baktım. Mektebin büyük demir kapısının eşiğindeydi. Bisikletini gri taş duvarlara dayamış, kollarını bağdaştırıp bir ağacın altına yaslanmıştı. Hasır şapkasını çenesine kadar indirdiğinden yüzünü göremiyordum. Gelmesine şaşırmadım ama ayakta bile duramayacak kadar bitkin oluşu beni şüphelendirmişti.

Ondan epey uzakta, binanın son basamağındaydık. O kadar ötede bizi nasıl hissettiyse aniden kıpırdandı. Başındaki şapkasını çekti ve beni görünce derhâl bisikletine doğru ayaklanıp şapkasını başına geri yerleştirdi.

“Ha… Şu İstanbullu çocuk.” dedi Suzan. İnce dudakları kıvrılırken, saçlarını işaret parmağına doladı. “Kuzenin miydi?”

“Üsküdarlı mı? Yok, hayır.” dedim çantamın kayışını yeniden omuzuma geçirirken. “Nazar’ın kuzeni o. Eniştemin yeğeni işte-”

“Bir ara seni o bırakıyordu sanki mektebe.” dedi Neslihan.

“Bir ara.” dedim. “Lazım geldiğinde iyilik ediyor sağ olsun. Onun dışında yasak- Yani… Eniştem onunla çok yakın olmamıza müsaade etmiyor da. Artık dost olunacak yaşı geçmişiz.” Bunu düşünmeden dile getirdiğim için kendime çok kızdım. Nermin en iyi, Üsküdarlı ise benim en yakın arkadaşımdı en nihayetinde.

"Acaba bir gün rica etsem beni de evime kadar bırakır mı sizin Üsküdarlı? Şu bayırları tırmanmaktan telef oluyor bacaklarım. Arkasında taşısa ya beni-"

"Yok, olmaz…”

Bu ani başkaldırışım Suzan'ın kısık, yumru gözlerini üzerime çektiği gibi diğer tüm arkadaşlarımı da şaşkına uğratmıştı. Bir köşeye kıstırılacağım korkusundan geri adım attım.

"B-ben o manada demek istemedim... Suzan, gerçekten o manada demek istemedim! Üsküdarlı beni de taşımayı sevmez ki, tek başına pedal çevirmekten zevk alır o. Hem boylu poslu göründüğüne bakmayın, çelimsizdir o zorlanır. Ondan yani. O yüzden dedim ben-"

Suzan, "İyi, iyi tamam canım darılmadım zaten." deyip beni iki üç adım öteye savuracak bir şiddetle omuzuma vurdu. "Ama hazır yarışma açıklanmamışken bir gün ödünç alırım atını ona göre. Bilirsin ki atların en çok İstanbullu olanlarını severim."

Kızların hepsi benim bu alık hâlime kahkahalar atarken ben yalnız zoraki bir gülümseme takındım yüzüme. Neyi ima ettiğini anlayabilmişim gibi gülüşlerine dâhil olmaya çabaladım.

"E-en iyisi ben gideyim." dedim sonra da. "Atım beni bekler."

Şayet biraz tenezzül etse biricik arkadaşımı da peşinde koşturabileceğine inanan Suzan, aniden bahçe kapısında bisikletiyle beni bekleyen Üsküdarlı’ya doğru yürümek gibi ansız bir hamlede bulundu. Az evvelki tavrım, Suzan'ın cazibesinin gücü karşında çekilmiş hain bir hançerden farksız olmalıydı.

"Pişt! Baksana Üsküdarlı!"

Ona mani olmak için kızları da kuyruğuma takarak peşinden koştum. Üsküdarlı, Suzan’ın düşlediği gibi bir bey değildi çünkü.

Başını bisikletinden kaldırmaksızın, hayli ilgisiz bir edayla dişlerinin arasına bir kürdan geçirdi. "İlla sesleneceksen Tarık Abi de. Üsküdarlı değil benim adım."

Suzan, Üsküdarlı’nın bir koluna latifeyle karışık bir şaplak attı. Öteki elinin parmak boğumları, doladığı saçlardan görünmüyordu. "Tamam, canım… Kızma hemen." dedi. "Çarşıya gidiyoruz da biz. Diyoruz ki, Rehiye'yi de yanımıza alalım. Ama hanımefendi ya evde iş var diyor, ya da Nermin'i bahane ediyor kaç haftadır. O kadar ısrar ettim Nuh diyor, peygamber demiyor. Sen başımızda olursan Gülru Teyze kızmaz hem. Sen de gel... Tarık Abi. Beni kırmazsın, değil mi?"

Üsküdarlı kürdanını diliyle kıpırdatırken, kaçırmaya çalıştığım gözlerimi tek bir hamlede yakaladı. Bana o sessiz bakışlarla, çarşıya sahiden gidip gitmek istemediğimi ve Suzan’ın söylediklerinde haklılık payı olup olmadığını sordu. Kaşlarımı havaya kaldırdım.

"Yok, olmaz." dedi Üsküdarlı. "Misafirimiz var. Rehiye’nin çarşıya gitmek için bilhassa bugünü seçeceğini zannetmiyorum ayrıca. Başkasıyla karıştırıyor olmayasın?"

Kızlar evvela birbirlerine, ardından Üsküdarlı'ya, en nihayetinde de bana baktılar. Bu esnada ben de omuzlarımı kaldırıp sanki mesele Üsküdarlı'dan izin koparamamammış gibi derin bir üzüntüyle başımı iki yana salladım.

"Öyle olsun." dedi Suzan, diliyle yanaklarının içini kaşıdı. Beni süzdükten sonra gözlerindeki tüm ilgiyi, sanki artık hakkım değilmiş gibi üzerimden çekip aldı. "Postaneye gidince Yusuf’a selamımı söyle, Tarık Abi. Görüşürüz Rehiye."

"Görüşürüz-"

"Kızlar! Ben size ne anlatmayı unuttum. Boş verin. Bakın şimdi, geçen Hüseyin'le..."

Ve gittiler. Sağdaki kaldırıma atlayıp, yine kol kola, sanki Rehiye diye bir dostları hiç yokmuşçasına muhabbetlerine devam ederek gözlerimin önünden kayboldular. Bense dikildiğim yerde, sürüsünü kaybetmiş bir karınca gibi uzaklaşan siluetlerini seyrettim.

Üsküdarlı, yasladığı bisikletini bahçenin taş duvarlarından alıp sürülmeye hazır dik bir vaziyete soktu. Neşeyle parıldayan alaycı, sessiz gözleri gözlerime takıldığında ayaklarımı süre süre, biçare yamacına gittim.

"Uçuk da çıkarttığına göre, Rehiye'nin keçileri kaçmış." Pabuçlarını gölgeleyen şapkalı başını bana çevirdi. "Kim üzdü bakayım seni-"

Çantamı, bisikletinin sepetine fırlattım. “Nazar köşkte mi?” diye sordum ağlamaklı bir sesle. “Halamla mektepten hususi izin almışlar ben uyurken. Son derslerin neredeyse hiçbirinde yokmuş. Sana halam mı söyledi gelip beni almanı?”

“Yoo…” dedi dudaklarını kıvırarak. Denge kurmayan öteki ayağıyla boş pedalı çeviriyordu. “Köşke hiç uğramadım bile bugün.”

Yüzümü buruşturdum. “Eve yalnız döneceğimi nasıl anladın peki?”

Üsküdarlı, bana bir şey diyeceği fakat bu diyeceklerinin bende nasıl bir tesiri olacağını kestiremediği vakitler yüzünü garip bir biçime sokardı.

Evvela kısa kısa göz temasları kurar, burnunu sanki hemen hapşıracakmış gibi kırıştırır, işaret ve başparmağıyla ince bıyıklarını okşardı. Bu sualimin ardından yine aynısını yaptı. Her ne diyecekse, söylemeye ya cesaret edemedi ya da henüz çok erkendi.

“Mahsur kaldığını hissedebilmek gibi fevkalade bir kabiliyetim var diyelim.”

“Ha ha! Hiç de gülmedim. Hakikati söyle işte.”

Kem küm etti. “Bir şey konuşacaktım da seninle. Dedim erkenden göreyim, akşam misafirlerden vakit bulamaz.” Tebessümü yavaşça yok oldu. “Mühim biraz.”

Elimi kalbime götürdüm. “Nermin’e bir şey mi oldu yoksa-”

“Yok be. İyi o.” dedi uyuşukluğunu silkeleyerek. “Ben… Bir şey soracaktım da sana. Aramızda.”

“Ha… Şimdi olmasa olur mu Üsküdarlı?” dedim kendimi acındırıp. Gözlerimi kırpmadan gökyüzüne baktım ki gözümden birkaç damla yaş gelsin. “Bugün hiç keyfim yok benim. Mümkünse Kenterleri misafir ettikten sonra rahat rahat konuşalım. Halam çok kırılacak, hadi götür beni-”

“Bugün vesikalıklar dağıtılacaktı. Kendininkini aldın mı?”

Yutkunarak bisikletin sepetine baktım. Ona tam hayır diyecektim ki, Üsküdarlı vesikalıklarımı nerede sakladığımı tek bir bakışımda anladı. Samimiyetimize güvenerek elini çantama daldırdı ve içindeki tek ufak gözden vesikalıklarımı çıkarttı.

“Üsküdarlı!” diye bağırdım. Vurduğum onca fiskeye, şamara rağmen elindeki vesikalıklara doğrudan bakabilmenin bir yolunu bulmuştu. Her hırpalayışımda öteki eliyle kendini siper etti, bense hâlâ onlara uzanmaya çalışıyordum. “Bu kadarı da ayıp ama! Hanımların ceplerinin kurcalandığı nerede görülmüş-”

“E güzel bu…” dedi attığım fiskelerin arasından. “Geçenki gibi örmemişsin saçlarını, çok yakışmış böyle-”

Son fiskemi de vurup, “Aman! Saçımı saldım da ne oldu!” diye hayıflandım. “Tüm kızların saçları küt! Benimkiler resmen kalçama geliyor, bir türlü kestiremedim gitti. Çok çirkin görünüyorum…”

“Kestirme ya.” Dayak yemeye o kadar alışmış ki, elimi saçlarıma götürdüğümde neredeyse dengesini kaybedecekti. “Sana yakıştırıyorum ben uzun saçı.”

Parmaklarımla iki yana örülü saçlarımı okşadım. “İşte senin ne düşündüğünün bir ehemmiyeti yok. Ya Metin Bey hanımlarda uzun saçı sevmiyorsa? Ya modayı sıkı sıkı takip eden hanımları beğeniyorsa? O vakit ben ne yapacağım? Kimin saçı uzun ki artık…”

Üsküdarlı yüzünü ekşitti. “Ona ne ki bundan Rehiye? Saç senin saçın değil mi-”

“O beğenmezse, ben de beğenmem.” Elindeki vesikalıklarıma uzandım. Düşündüklerim sebebiyle bana öyle kurulmuştu ki vesikalıklarımı ulaşamayacağım yükseklere çıkarttı. “Ver artık ama! Nazar görürse alay edecek bak, şimdiden saklamam en münasibi!”

“Saçlarını kesersen vermem. İnat ettim.”

“Ne münasebet!” dedim havaya bir pençe savururken. “Sana ne benim saçımdan ister keserim, ister kesmem. Ver vesikalıklarımı-”

“Ha şöyle... Seni eğitmekten kolayı mı var?” diye sırıttı. “Mümkünse Metin Bey’e de aynısını söyle bakalım. Hatta Nermin’e de.”

Nermin’e de mi?” dediğimde gözlerini kaçırdı. Nihayet biraz sakinlemiştik. “Ne demek istedin?”

“Bilemiyorum. O kadarını da kendin anla.” dedi bir şeyleri ima eder gibi. “Bin hadi.”

O gün ikimizin de üzerinde en başından beri sezdiğim bir fevkaladelik vardı. O her zamankinden ukala, her zamankinden hazır cevap ve her zamankinden gardını almış görünüyordu. Bunu anlamak zor değildi, zira benim bildiğim Üsküdarlı olsaydı Suzan’a katiyen kaba davranmaz hatta rica etse onu sahiden de evine kadar bırakır, centilmenlik ederdi. Bense ona böylesi büyük, kaba lakırdılarda bulunmaz; uslu uslu sırtına atlar, beni evimize götürmesini beklerdim.

Ona tek bir saniye içerisinde, izahını kendime veremediğim esrarlı nedenlerimden ötürü, öylesine bilendim ki bisikletine binmek yerine başındaki hasır şapkasını kaptım. Az evvel beni güldürmek için vesikalıklarımı çalan Üsküdarlı, şapkasını ellerimde görünce ıslak bir kedi yavrusuna döndü ve tıslamaya başladı.

“Rehiye.” dedi çenesini kabartarak, dudakları ip gibi incelmişti. “Hoşlanmadığımı biliyorsun. Gülmüyorum gördüğün gibi. Geri ver çabuk-”

“Sen benim vesikalıklarımı alırken iyiydi değil mi-”

Rehiye.”

Şapkasını güle oynaya kendi başıma taktım. Bu mevzuda ne denli hassasiyet gözettiğini biliyordum. Ama demiştim; o gün ne ben kendimdeydim, ne de o kendindeydi. Üsküdarlı, pek saldırgan bir tavırla şapkasını başımdan çıkarttı. Bana o bakışların eşliğinde, “Bin hadi.” dedi.

Haddimi o anda bildim. Zira bu bakışların öyle herkesinki gibi öfkeli, hiddetli, çatık mı çatık, gaddar bakışlar olmadığını en iyi ben bilirdim.

Bunlar salt, boş bakışlardı.

İçinde pek çok mananın barındığına hükmettiğim kara gözlerinin birdenbire, aysız, güneşsiz, yıldızsız bir semaya dönüşmesi gibi beklenmedik bir felaketti. Artık seni muhatap almıyorum Rehiye, diyordu bu gözler bana. Sana sinirli değilim, sana dünyayı dar edecek yahut korkumdan tir tir titretecek değilim. Seni kırıp incitmeyeceğim. Lâkin bil ki çok sinir ettin beni. Gözlerim sana bakacak, ama ben nerede olduğunu hiç görmeyeceğim.

Üsküdarlı, ya benim bu dengesiz lisanımı pekiyi çözdüğünden yahut hiç çözemediğinden, "Rehiye. Bisiklete biner misin?" dedi. Diretmek ya da gönlümü almak uğruna hiçbir çaba sarf etmedi.

Vesikalıklarımı aynı aldırmazlıkla mukabele ederek paltomun cebine sakladım. Varlığımı duyurmadan, arkasındaki geniş demire oturup ellerimi ceketinin cebine soktum. O ise hiçbir şey söylemediği gibi, hiçbir tepki de lütfetmedi bana. Ayaklarıyla bizi biraz geriye çekti, sonra da pedallara tüm gücüyle abanıp caddenin kenarından kıvrak bir yılan gibi süzüldü ve köşke doğru yola koyuldu.

Eve varana dek hiç konuşmadık. Bu hadisenin beni en üzen tarafı, herhalde onun da benimle konuşmaya pek hevesli olmayışını yürekten hissedişim olabilir. Başım onun sağ omuzuna dayalı, çenem kaskatı kesilmiş, susma orucundan hâllice bir sükûnetin koynunda; üç kuruşluk bir tablonun ilhamı olmaya dahi layık görmediğim, bunaltıcı şehrimin tekdüze caddelerini seyrededurdum. Arkadaşlarıyla seke seke evlerinin yolunu tutan kız talebeleri, bitkin ikindi güneşinin önüne dallarını siper eden çıplak ağaçları; akşamın telaşıyla kalabalıklaşan otomobil dolu caddelerde bir hikâyenin ancak ayrıntısı sayılabilecek, soluk renkli memurları. Yol boyunca ben seyrettim, o da sürdü durdu.

Hiç ama hiç konuşmadık. Dillerimizi yuttuk ve yok olduk.

Bisikletin tekerleri, mahallenin çıkmazına yaklaştıkça acı acı ciyakladı. Asfalt yollar bitmişti, örülü taşların üzerinde sallanarak ilerliyorduk. Köşke vardığımızı anlar anlamaz başımı Üsküdarlı’nın sırtına gömdüm. Gidebileceğim yabancı sokaklar, ezbere bildiğim yarım saat bile etmeyen mektep yolum; bitmiş ve tükenmişti. Artık bu yolların ne dahası vardı, ne daha farklısı, ne de daha güzeli. Parçası olmak istemediğim her ne varsa, memleketimin bu sefil kentindeydi.

Birlikte salına salına, bana mütemadiyen L harfini anımsatan o uzun sokağımızın çıkmazına; iki katlı köşkümüzün yanları kavak ağaçlarıyla kaplı daracık basamaklarına doğru ilerledik. L harfinin ucu ne ise, biz de aynı öyle bir çıkmazda yaşıyorduk. Göğe uzanan iki katlı evlerin koyun koyuna sıralandığı, tek bir çocuğun dahi kapısındaki kaldırımlarda oturup kimseciklerle oyun etmeden büyüdüğü; artık bizden, bizim insanımızdan kopmuş, solgun mu solgun, ölü mü ölü, orta hâlli bir mahalleydi burası.

Vakti zamanında köşkün at arabacısı Cemil Abi’nin kaldığı, fakat şimdilerde Üsküdarlı'nın bir başına yaşadığı tek odalı daire ile sokağın başından görünen köşkün kanatlı iki kapısı karşı karşıyaydı. Bizim birbirine bakan evlerimizden başka sağımızda hiç kimsenin evi yoktu. Çıkmaz; Üsküdarlı’nın evinin arazisine, çitlerle kaplı hurdalık bir araziye açılıyordu.

Evinin tahta kapısına yaklaştığımızda bizi iki ayağıyla durdurdu. Kollarımı belinden çekip yere indim, hır gür çıkartmadan ön sepetteki çantamı aldım. Durgunluğumu sürdürüp laf söz etmeden köşke doğru yürüyecektim ki bir kediymişim gibi, "Pişt." diye seslendi arkamdan. "Geç bakayım karşıma."

Duymaya alışık olduğum bu buyruk öyle kaba, beni haşlamak isteyen yahut abilik taslayan bir tona sahip değildi. Aksine. Buyruklardan pek ürktüğümü bildiği için beni korkutmamaya gayret etmişti.

Gözlerim çoktan ıslanmıştı, hâliyle ona duyduğum sevginin karşısında direnemedim. "Küstün değil mi bana?" Elimin tersiyle yaşlarımı sildim. "Benimle küsmek niyetindeysen boşa kürek çekersin, zira sana bilmem kaç sene evvel yasaklamıştım bana küsmeyi-”

"Karşıma geçer misin Rehiyeciğim?" Bu kez az da olsa, ılımlı sesinde baş gösteren hâkimiyeti teneffüs edebilmiştim. Böyle bir rica karşısında başka bir çaremin olmadığını çok iyi bildiğimden inat etmedim. Çıkmazın köşesine, gözlerden ırak bir kuytuya geçtik. Utançtan suratımı âdeta yere gömdüm.

"Rehiye." dedi Üsküdarlı. "Biz birbirimizi ne vakittir tanıyoruz?"

Pabuçlarımın derisi soyulmuş kayışlarını seyrederken, "Eniştem seni Ankara'ya getirdiğinden beri." dedim. "Çocukluğumuzdan beri işte."

"Evet. Çocukluğumuzdan beri." diye yeniledi lafımı. Ellerini bisikletin gidonuna yaslayıp ayaklarını da pedallardan indirerek de şöyle bir esnedi. "Ben Nazarların kuzeni olabilirim, ama seni onlardan hiç ayırmadım. Aynı evin içinde büyümedik, beni sadece dışarıda görüyorsun ama avcunun içi kadar da iyi tanıyorsun beni değil mi? Tıpkı benim de seni tanıdığım gibi." Başımı salladım. "Bugüne dek, çok seviyor olsam dahi kendimi göz ardı etme pahasına birine fevkalade bir fedakârlık yaptığımı gördün mü hiç?"

Biraz düşünüp hatırımı kurcaladım, "Bilmem ki..." dedim. "Hiç görmedim. Sen zaten yapmazsın öyle şeyler. Yani yapmazsın derken taş kalpliliğinden değil. Yapmazsın işte. Anlatamadım ki… Ama sen anladın beni değil mi Üsküdarlı?"

"Anladım canım." Kendini hesaba çekerken sağ elinin iki parmağıyla bıyıklarını düzeltti. Başını yorgun bir edayla eğdi ve pes etti. "Sana hesap sormak neden bu kadar zor Rehiye?"

"Nasıl yani?”

Dudaklarını bastırıp öfkeli bir nefes aldı. Başını kaldırdığında yüzünün aldığı hâl büsbütün değişmişti. Kimsenin duymayacağı alçak bir sesle, “Neden bana yazdırttığın şiiri Nermin yazmış gibi yarışmaya gönderdin? Postanede çalıştığımı bilmene rağmen hem de.”

Parmaklarımı birbirine geçirip kendi ellerimden tuttum. Oracıkta boncuk boncuk terlemeye başlamıştım. “Şey-”

“Böyle bir şeye sen razı olsan dahi benim yapmamı nasıl bekleyebilirsin Rehiye? Ben o şiiri yarışmayı sen kazanasın diye yazdım. Başkaları kazansın diye değil. Sen kendi hayallerini niçin başkalarına armağan ediyorsun? Armağan ediyorsan da niçin bana yalan söylüyorsun?"

Söylediği son sözleri hazmedemediğimden, "Anlamıyorsun… Nermin benim en iyi arkadaşım. Hem o hasta ve ben onu Metin Bey'den daha çok seviyorum. Tabii ki onun yarışmayı kazanması benim kazanmamdan daha mühim. O da çok istiyor o baloya gitmeyi-"

"Ya Rehiye, nasıl böyle aptalca düşünebilirsin? Sen akılsız bir kız mısın!" Tartışmanın hararetiyle kaşları çatılmış, alnı sinirden kırış kırış olmuştu. "Belki de o, seni Metin Bey'den daha az seviyor. Bunun farkında değil misin sen? Niçin dostun bile olsa insanlara bu kadar itimat ediyorsun? Mühim olan sensin.” Önce beni, sonra da kendini işaret etti. “Biziz. Bırak başkalarının hayallerini anaları babaları gerçekleştirsin. Sen kendini niçin diğer kimseler kadar önemsemiyorsun?"

"Üsküdarlı!" diye çıkıştım. Bir yandan çatallaşan sesim ve de yanaklarımdan ince ince süzülen gözyaşlarımla, münakaşayı kaybetmemek için çırpınıyordum. Sarsılıyor, ya da hıçkırıyor değildim. Bilakis, her zamanki hâlimdi bu benim. "Onun hakkında böyle konuşma... Benim için Metin Bey’den, İstanbul’a gitmekten vazgeçmek kolay mı sanıyorsun? Ama anla işte, Nermin’i o kadar çok seviyorum. Onun mutlu olduğunu, özgürce yaşadığını bilmeye ihtiyacım var çünkü hiçbir ilaç onu iyileştirmeye yetmiyor. Ne malum? Belki de benim hayallerim yeter ona."

Ağzından tam bir şey çıkacaktı ki ağladığımı fark etti. “Rehiye.” dedi bisikletini üzerime sürerek. Çatıdan sarkan kambur dut ağacının gölgesine sokulduk. "Bak. Benim niyetim seni kenara çekip azarlamak değil. Seni bunaltmak ya da habire bir şeylerde hata yaptığını hissettirmek istemiyorum sana. Fakat görüyorum ki hiç kimsenin de sana olanı biteni söylemeye niyeti yok. Ağlayacaksan da bırak ben ağlatayım seni. Ben seni tanıyorum. Biliyorum. Maksadını da biliyorum, ne büyük bir fedakârlık yaptığını da. Ama insanlar bilmiyor işte. Ve sen beni değil, onları dinliyorsun.”

Ne demek istediğini bir türlü anlamadığımdan bana izah etmesini bekledim.

“Bana anlatırken ağzından kaçırdığın her şeyde farkında olmadan kendini kasti olarak küçük düşürdüğünü görmezden gelemiyorum ben. Ya da sırf saygısızlık etmemek uğruna insanlara seni kırmaları için geçit verdiğini görmek de beni çok kızdırıyor. Üzülmüyorum, bildiğin kızıyorum sana. Diyorum ki silkelen, oku, çalış, takma kimseyi kafana, evvela kendini önemse, halanın her buyruğunu yerine getirme, bu evde temizlik yapması icap eden kalfalar var biraz dik başlı ol, yapmak istemiyorum de, gezip tozacağım Nazar gibi de, diyorum. Ne bileyim… Geç o kızların karşısına Metin Bey her sene bize geliyor ve ben de ondan hoşlanıyorum de? Yarışmasına katıldım mis gibi de şiirim var bakalım hangimiz kazanacak de? Sen ne n’apıyorsun? Gidip sevdiğin sevmediğin herkese kul köle oluyorsun. Anlasana, bu insanlar seni beni sevmiyor Rehiye. Kanlarından olalım ya da olmayalım, sen bir ev faresisin bense sokak faresi. Birbirimizden bir farkımız yok. Anlayacağın, dik durmaktan başka çaremiz de yok. Onların her dediğine boyun eğersek hayatta kalamayız. O yüzden rica ediyorum ayağa kalk ve kendine gel-"

"Yanılıyorsun, kimsenin beni… Hor gördüğü falan yok. Hele ki bile isteye." dedim. "Ancak ben senin gibi değilim ki. Yalnız kendimi düşünürsem yaşayamam ben. Hayatta kalmak için sevmeliyim. Sevmek için insanlara tutunmalıyım. Yoksa nefes dahi alamam. İnsansız nasıl yaşarım?"

“Yaşarsın Rehiye.”

“Yaşayamam.”

“İnsansız yaşayamasaydın burada olur muydun hiç?” diye yumuşattı sesini. “Annen… Kendini öldürdüğünde, kundakta bebekmişsin. Babanı öldürdüklerinde daha bir haftalıkmışsın. Havale geçirdiğinde de ufacıktın. Tamam, etrafında hep biz vardık ama tüm o yalnız gecelerinde ölebilirdin ve ölmedin. Tek başına da kalsan, aç susuz da olsan, ateşten yanıp kavrulsan da hayatta kaldın sen. Pekâlâ insansız yaşayabilirsin. Hem de en çok sen yaşayabilirsin.”

“Söylemesi sana kolay tabii…” Biriken gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken gülümsedim. “İnsansız yaşasam bu kez de sensiz yaşayamam ki! Sen askere gidince-”

“Rehiye?”

Aynı anda, ellerinde poşetlerle sokağın köşesinde beliren halama ve kuzenlerimize baktık. Ne hakkında konuştuğumuzu, ne uğruna münakaşa ettiğimizi unutmuştum.

“Halacığım.” Göz göze geldiğimizde yüzünü ekşitti. Hepsi şıkır şıkırdı. Ve üzerlerinde fark edilebilir bariz bir değişim vardı. “Saçlarınız… N-ne kadar güzel olmuş-”

“Sağ ol şekerim.” dedi Gülizar elindeki poşetleri havada sallarken. “Çarşıdan geliyoruz. E Metin Bey’e- aman, misafirlerimize güzel görünmek icap-”

Halam iki üç adımda yanıma gelip kolumdan tuttu, “Ne işiniz var sizin birlikte?” dedi kızının lafını keserek. Bu tavrına şaşırmış değildim. Zira halam ne beni, ne de kendi kızlarını Üsküdarlı’nın ötesinde berisinde görmekten hoşlanmazdı. Onunla olan muhabbetimiz kalfalar haricinde ev ahalisine sahici gelmediği gibi halama da, enişteme de pek münasip görünmez bizi kati surette ayırmayı kendilerine vazife edinirlerdi. “Sen neredesin bu saate kadar hem? Niye geciktin bakayım? Mektebe gitme, temizlik var demedim mi ben sana Rehiye. İnsan halasını dinlemez mi canım?”

“Ben gecikmedim ki halacığım, siz dışardan geldiniz.”

Rehiye.” dedi. “Halaya dil uzatmayı mektepte mi öğretiyorlar sana, yoksa…” Aşağılayıcı gözlerle ardımızda kalan Üsküdarlı’yı boydan boya süzdü. “Neyse al bakayım elimden şunları, vallahi kollarım koptu!”

Halamın elindekilere tam uzanacaktım ki, Üsküdarlı aramıza girdi. “Ben alırım yenge-”

Ben alırım halacığım.” diyerek kendimi ondan kurtardım. Söylediklerinde haklı olmadığını kanıtlamak için halamın elindeki çarşı poşetlerini seve seve aldım, yetmedi kızların uzattığı poşetleri de koluma taktım.

Üsküdarlı bisikletiyle arkamdan dolanarak, “Akşama sakın bana ağlama enayi.” diye fısıldadı. Sonra da ortadan kayboldu gitti.

Kucağımdaki poşetlerle köşkün basamaklarını tırmandık. “Bana da Nazar yok dediler mektepte. Sandım ki temizliğe önden yardım edecek bugün-”

“Ay mankafa!” dedi Nazar. Beni omuzlarıyla kenara itip kapıdan ilk kendisi girdi. “Sen dururken ben tövbe dokunmam o bezlere!”

Gülizar ve halam buna epey güldü. Fahriye ablam ise kapıdan içeriye girer girmez pabuçlarını soyan kardeşlerine ve annesine rağmen, kucağımdaki poşetleri hafifletti.

“Sen bakma bunlara.” diye fısıldadı gözlerini devire devire. “Bütün gün benim de canımı bezdirdiler. Saçlarıma bak. İnsanın saçı misafir geliyor diye kesilir mi? Zaten zor uzuyor!”

Üzülmesin diye içtenlikle kulağında biten siyah saçlarına uzandım. “Çok yakışmış ama Fahriye abla…”

Yanağımdan bir makas aldı. “Ben beğenmedim. Ama sağ ol.”

Poşetleri yere dizip pabuçlarımın kayışlarını çözdüm. “Hala?” dedim onlarla birlikte yere çömelmişken. “Sence ben de mi kestirsem? Belki meşguliyetten hatırına gelmemişimdir, ben de düşünüyorum epeydir saçlarımı küt kestirmeyi.”

Halam doğrulurken belini ovaladı, saçlarımın alacağı biçimi önce gözleriyle tarttı. Omuzlarımdan tutarak bedenimi duvardaki aynaya çevirdi. Kıvırdığı örülü saçlarımla bana kafasından bir model biçti. Doğrusu aklımdakine hiç mi hiç benzememiştim, ama yansımamdaki görüntüden bile çok memnun olmuştum.

“Aa…” diye düşürdü sesini. “Senin çenen de pek gerideymiş annen gibi.”

“Yuh! Nasıl yani? Bakayım.” dedi Gülizar.

“Yok… Yok hala.” Kendimi saklamak, yok etmek istedim. “Olur mu öyle şey, ne gerisi?”

“Ayol bas bariz geride yahu.” dedi bir hata etmişim gibi. Elleriyle çenemi tutup yan çevirdi, kızlara gösterdi. “Ay Rehiye, yakışmaz ki bu saç sana… Şimdi kestirsek firavun faresine dönersin. Yüzün ufak, çenen geri, dişlerin de büyük. Gitmez sana. Böyle iyi saçın halacığım. Ha yok ben ille de kestireceğim hala diyorsan, ev makas dolu. Söyle Firuze Abla’na-”

Firavun faresi mi…” dedi Nazar, annesinin lafını bitirmesini bile beklememişti kahkaha atmak için. “Ay tam isabet anne, bu kadar olur.”

Onların karşısında aciz kalmamanın tek yolu, onların birer parçası olmaktı.

Aralarına katılıp kendime güldüm. Ancak holden ayrıldıklarında, örülü saçlarımı aceleyle çözüp yüzümü ve çenemi saçlarımla sakladım. Gerçi saklasam ne yazar? Dudağımda koca bir uçuk, gözlerimin sönmüş feri, kâkülümün ardında sakladığım sivilcelerim, bir de yetmezmiş gibi firavun faresinden hâllice suratım. O an düşündüm ki kendi kendime; keşke halamlar bana, tıpkı Üsküdarlı gibi, bilmediğim başka kusurlarımı söyleseydi. Bu kusurlar benim tabiatıma nakşedilmiş, ruhumun eşelenmemiş toprağında gömülü olsaydı da ben görememiş olsaydım.

Keşke bana nasıl göründüğümü o gün hiç söylemeselerdi. Belki de Kenterler gelene dek evin tüm işini halledebilirdim. Ama tek bir günde, kendimi sevmeyi nasıl öğrenecektim?

“Evde kaç kadın var saat beş oldu hâlen evin işi bitmedi!” diye söylendi halam. “Daha sofra hazırlanacak, radyo vitrine indirilecek, toz alınacak, kızların elbiseleri ütülenecek... Ah Rehiye, ah… Nerede oyalandın bu saate kadar? Biz yokken evde kalfalara yardım etsen olmaz mıydı be kızım! Kenterler geliyor yahu Kenterler!"

"Özür dilerim halacığım. Ama bu sabah imtihanımız vardı, gitmek mecburiyetindeyim. Fakat buradayım ya şimdi, geldim en nihayetinde..." Paltomu portmantoya asarken, kancayı iki kere ıskaladım. Lâkin hemen sonra, az evvel duyduğum sözcükler ve de bu sözcüklerin ardındaki o ayrıntının doğurabileceği ihtimaller bir şimşek gibi çaktı zihnimde. "Hala. Kızların elbiseleri mi?"

"Mıy mıy mıy konuşma öyle Rehiye, biraz dik dur geveleme ağzındaki kelimeleri kaç kere söyleyeceğim sana! Kızların elbiseleri tabii. Boşuna mı gittik çarşıya!" dedi halam. "Git de ütüle kızım. Geldi gelecek Cüneyt Beyler."

"Ama hala... Metin Bey geldiğinde biz sofraya inmiyoruz ki?" diye sordum, ağzım bir karış aralanmıştı. "Hani kızıyordu eniştem?"

Halam, aynadan kısacık buklelerine avuçlarıyla şekil verirken, "Cüneyt Bey, cümbür cemaat bir akşam yemeğini uygun gördü." dedi. Gözleri bende değildi. "Enişten de topla kızları sofraya insinler, ancak süslenip çitilensinler, öyle paspal paspal gündelik hâlleriyle katiyen görünmesinler misafirlerime, dedi. Ayol kime ne anlatıyorum ben! Kızlar seni bekliyor, sen hâlâ beni lafa tutuyorsun Rehiye!"

"Hala..."

“Ay ama-”

“Hala…” dedim onu hiç duymamışım gibi. Aynadaki gözlerine baktım ki bir ihtimal o da benimkilere baksın. "Ben? Ben de inebilecek miyim ki sofraya?"

Halam saçlarını arzu ettiği kıvama getirdikten hemen sonra baştan aşağıya şöyle bir beni süzdü. "Kendi elbiseni ütüler, banyonu eder, çitilenir, ha bir de kendine çekidüzen verip işlerini halledersen... Evet. Sen de."

“İyi de iki saat kaldı…”

“Hay Allah’ım ya Rabbim! Düştü gene o koca çenen! Saat zabıtı mıyım ben Rehiye, zaman benim elimde mi! Ne kadar çabuk olursan o kadar hızlı yetişiriz kızım haydi!”

O gün, tek bir saniyemi dahi israf etmek kendime edebileceğim en büyük günah olurdu. Düşe takıla kızların odasına doğru merdivenleri tırmandım. Eğer elbiselerini ara vermeksizin ütülersem, geriye kalan kısacık vaktimde çitilenip paklanıp kendimi süsleyebilirdim. Kalan vaktimde de Nerminlere bir koşu uğrar, ona kâbusumu anlatır, hem de bir haftadır soramadığım hâlini hatırını öğrenmiş olurdum. Geriye döndüğümde de bir çırpıda sofranın hazırlanmasına yardım edersem ve şansıma Metin Beyler de bana merhamet edip azıcık geç gelirse, muhakkak ki bu akşama yetişebilirdim.

Odalarının kapısını araladığımda kızları çoktan iç giysileriyle yataklarına kurulmuş, ellerindeki kâğıt parçalarından birbirlerine aheste aheste bir şeyler okuyorlarken buldum. Ayak bastığım halının her köşesi giyilip çıkartılmış elbiselerden geçilmiyordu. Gözlerim ister istemez Nazar'a gitti, yatağında olmayan tek kişi oydu. Kapının tam hizasındaki dağınık tuvalet aynasına oturmuş, başına geçirdiği dantelsiz mavi havlusuyla birlikte bana duyduğu sevimsiz hislerin hıncını çıkarırcasına yanaklarını beyaz bir pudrayla pataklıyordu. Gelir gelmez enselerine yapışan kıllardan kurtulmak için başlarını çeşmenin altına sokuşturmuş olmalıydılar.

Gülizar duvar kenarındaki yatağına oturmuş fısır fısır elindeki kâğıtları okurken, "Nihayet. Rehiye!" diye böldü kendi lafını. "Elbiselere ütü basılacak. Bugün erken geleceklermiş, böyle kalakaldık resmen."

Nihayet fark edilen bunaltıcı varlığım kuzenlerimin afiyetini bozmasın diye, "Merak etmeyin, yetiştim! Şimdi her şeyi hallederim ben." diyerek aralarına dâhil oldum. "Hemen ütülüyorum. Siz ne okuyorsunuz ki?"

"Şiirlerimizin müsveddelerini." dedi Nazar, beni ayaklarında çiğnemeye davet eder bir sesle. Başındaki havluyu çıkartarak halamla birlikte cümbür cemaat kısacık kestirdikleri saçlarına şekil vermeye koyuldu. Peşinden Gülizar da ayaklandı, kız kardeşiyle birlikte kısacık kara buklelerini taramaya başladı. Tabii Fahriye ablam hariç. Şüphesiz en akıllımız o olduğundan, kardeşlerinin alaka gösterdiği her meseleden bizzat kendini mahrum bırakır, mevzu bahis süslenmek oldu mu kuytu bir köşeye çekilip kendini unutturmayı başarırdı. Eniştemin deyişiyle, tam bir erkek Fatma’ydı o.

İçlerinden bana hep en saf geleni Gülizar, "Bu akşam ağzından laf alabilirsek yarışmanın kazananını öğreneceğiz." diye ortaya bir laf attı. Gözlerim ateşle parıldarken kulaklarımı ondan hiç ayırmadım. Ne tepki verdiğime her zamankinden daha çok dikkat etmem gerekirdi. "Babacığım en nihayetinde onca ısrarıma teslim oldu, laf arasında çıtlatıverdi! Sanırım kararlaştırmışlar."

"Bence boşuna bu heyecanınız. En nihayetinde hiçbiriniz kazanamayacaksınız." dedi Fahriye ablam. Diğerleri gibi elini hiç hazırlanma telaşına bulaştırmayan gevşek bir hâli vardı. Eniştemin tembihinin aksine çarşıda giydiği giysileri odanın bir köşesine fırlatmış, bana hep huysuz bir rahibeyi anımsatan ekoseli kara entarisiyle odanın sol köşesindeki yatağında kitabını okuyordu. Belki de şu koskoca Ankara'da Metin Bey'den haz etmeyen tek genç hanım, kuzenim Fahriye'ydi.

"Bir kerecik de ağzından bal damlasa şaşarım ablacığım!" dedi Gülizar. Ardından neşesini tazeleyerek, "Onu bunu boş verin de şimdi benim şiirimi dinleyin. Hem ne malum belki de akşamleyin beğendiği şiiri yanında getirir Metin Bey, sonra da hepiniz ağzınız iki karış açık imrene imrene bana bakarsınız!" dedi.

"Oku bakayım, dinliyorum." dedi Fahriye ablam da. Gözleri, kızların üzerinde değildi. Bakışlarımız kitap sayfalarının arasından denk geldiğinde bana göz kırptı. Ben de ütü tahtasını hazır ederken ona tebessüm ettim.

Gülizar evvela boğazını temizledi. Sahneye çıkıyormuşçasına yersiz bir heyecanla yatağına bıraktığı kâğıt parçasından, "Yüreğim yanıyor, Ankara’da. Can yanıyor, sen orada. Seni mi beklesem, sen mi gelsen? Keşke beni de Paris’e götürsen." diye okudu şiirini.

Önce yüksek bir kahkaha patlatıp, "Garip şiiri mübarek." diye saldırdı Fahriye ablam. "Koskoca Metin Kenter’in yarışmasına bir de utanmadan bu şiiri gönderdim deme bana Gülizar. Yoldan geçen bir çocuğa yazdırsam daha hisli, daha kuvvetli yazardı eminim."

Nazar, biricik kardeşini kendi yerine bir başkasının ezmiş olmasından huzursuzluk kapmış olacak ki, "Sen ne anlarsın ki zaten şiirden?" diye çıkıştı ablasına. Gülizar’sa sıkıntının nerede olduğunu anlamak için şiiriyle biraz baş başa kaldı.

Uzandığı yerden, “Ben mi ne anlarım?” dedi Fahriye ablam. “Senin gibi kıytırık bir lise talebesi değilim ben Nazar, Edebiyat okuyorum. Muallime olacağım. Hatırlatırım.”

“Ha ha ha! Sensin kıytırık, evde kalmış kız kurusu seni. Muallime olsan ne fayda? Hiçbir zaman evlenemeyeceksin ki.”

Fahriye ablam kahkahalara boğuldu. "En azından ben kız kardeşimle bir olup aynı beyi ayartmaya çalışmıyorum geri zekâlı kız.” dedi. “Metin Bey'i bu şiirlerle etkilemeye çalışmaktansa gidip şimdiden kocaya kaçarsanız kendinize de, bana da, ev halkına da, vatana da, millete de, hatta çok kıymetli Türk Edebiyatı’na da hayır etmiş olursunuz. Ben de nihayet huzur içinde odamda bir başıma kafamı dinler yaşar giderim."

"Çok beklersin.” dedi Nazar şöyle bir arkasına dönerek. "Sen asıl kendi derdine yan. Kaç yaşına gelmişsin, ne bir görücüye çıktın ne de seni istemeye geldiler. Benle Gülizar'ı en az üç kere istediler. Sen ilk evvela kocaya kaçabil de sonra yan bizim derdimize. O sivri dişlerinle tüm beyler korkuyor senden, öcü seni. Hem biz Nazike miyiz? Biz niçin kaçıyoruz? Beyler bize kaçsın."

"Nazike mi?" dedim başımı ütü tahtasından kaldırıp. "Nazike kocaya mı kaçmış!"

Nazar, insanı zahmetsiz bir çabayla rencide eden kara gözlerini kısarak, "Yeni mi duydun gerçekten?" dedi.

Başımı sallarken bana gıcık olmaması için mütebessim kalmaya devam ettim. "Ben... Bu hafta o kadar meşguldüm ki-"

Gülizar sözcüklerime geçit vermeden, "Biz Tarık’a kaçar zannediyorduk da yanıldık." diye böldü lafımı. "Bir şey diyeceğim, ama aramızda. Demedi demeyin, Tarık’ta da bir sıkıntı yok değil. Yani kuzenim, halamın oğlu diye bir şey diyemiyorum... Ama yakışıklı da yani. Akrabam olmasa, bize garezi olmasa, tabii bir de kıtlığa düşsem, dünyada erkek kalmasa... Bir düşünürdüm illaki. Eli yüzü düzgün çocuk, niçin öyle aval aval geziyor, sersefil işlerde çalışıyor anlayamıyorum. Şimdiye dek ne kız kaçırmışlığını gördüm, ne de herhangi bir hanımla münasebetini işittim. Bazen geceleri uyku tutmuyor da tepeden evini gözetliyorum ama yok, tek başına. Mahalle de ufak, biz ona gönül besleyenleri illaki işitiyoruz. Ancak niçin onun gönül beslediklerini işitemiyoruz?" Elini çenesine koyup düşündü. Kim bilir ne geçiriyordu o kafasından. "Ay aman… Bizim kuzenimiz... Çürük filan mı acaba? Babam ondan mı eve sokmuyor bu çocuğu-"

"Boş kafalı koyun." dedi Fahriye ablam, bir hışımla yerinden doğrularak. Ona yapıştırılan onca çirkin lakırdıya rağmen bir tek kuzeni hakkında söylenenlere katlanamamasını garipsemiyordum. Şüphe yok ki en çok Fahriye ablam Üsküdarlı'yı kardeşi beller, tıpkı kalfalar ve benim gibi onun evdeki kötü şöhretini muhakkak kulak arkası ederdi. "Tarık sahiden efendi bir çocuk olduğu için şahsi münasebetlerini işitemiyor olabilir misiniz acaba? Kendi gizli saklı yaşantılarına pek ehemmiyet verir o, kimseyle paylaşmaz. Hem paylaşsa dahi kimsenin karısına, kızına bir şey yapmaz. Hele de kuzenlerine o gözle bakacak birisi katiyen değildir. Allah aşkına! Bir erkek sırf eli yüzü düzgün diye kız kaçırmak, evlenmek mecburiyetinde mi! Yahut bir kadın sırf canı istemiyor diye bekâr kaldığında niçin evde kalmış, turşu kurmuş oluyor! Sahiden hayret ediyorum size. Her işinize koşturan, abiniz belleyeceğiniz, kendi hâlinde bir çocuğa bile o gözle bakıyorsunuz ya pes! Fakat yüz yüze geldiniz mi de burnundan getiriyorsunuz. Ne ikiyüzlüsünüz."

"Hiç de bile!" dedi Gülizar. "Alt tarafı misal verdim. O gözle niye bakayım ki! Allah'ım korusun. Gitsin kendi gibi bir fareyle evlensin, bana ne be ondan!"

"O hâlde düzgün, akla yatan misaller ver!" diye haşladı Fahriye ablam. "Hem siz Tarık'ın mahremini düşüneceğinize kendi biçare, zavallı ahvalinizi dert edinin. Aklı bir karış havada, kitap yüzü görmemiş iki kız neyine güveniyorsa Metin Bey'in yarışmasını kazanabileceklerine inanıyorlar! Hadi diyelim kazandınız. Ama diyelim diyorum çünkü hiç imkânı yok. Metin Bey'in kış balosuna nasıl gideceğinizi düşünüyorsunuz pek akıllı kız kardeşlerim? Nasıl olacak bu? İkiniz de aynı beyden, müstakbel eşiniz olmasını mı bekleyeceksiniz kardeş kardeşe? Haydi bunu da geçtim... Babamı nasıl ikna edeceksiniz bakalım? Bildiğiniz balo bu balo! İçki filan da olacak. Kenterlerin çevresi de malum. Babamın hiç tasvip etmediği türden kimseler. E orada giyeceğiniz elbiselerin de pekâlâ usturupsuz olması icap eder. Ya babamın gönlünü alacaksınız, ya da o biçim insanların arasında babamı çileden çıkartacaksınız! Aklınız nasıl yatıyor buna!"

Nazar ve Gülizar, birbirlerini geçiştiren gevrek bir gülümseyişle, "Kim kazanırsa onun hakkıdır Metin Bey tabii." dediler. Sonra ise konuşmayı daha baskın gelen sesiyle Nazar devraldı. "Yarışmaya katıldığımızı babam biliyor, fakat ödülün balo olduğunu bilmiyor. Bugün sohbet ederken bahsi geçer, öğrenir. Hele bir kazanayım, Metin Bey ikna eder zaten babamı. En nihayetinde yakışıklı, zengin, gözü pek bir damat adayı ailemiz için. Zaten utanmasa babam neredeyse ayağına kapanacak Cüneyt Bey'in. Bizden hayran onlara. Böyle bir vaziyette Kenterlerin çağırdığı davete mi mani olacak? Güldürme beni."

"Pardon da, kazanayım derken Nazar?"

"Of bir sus, ağzımdan kaçtı işte." dedi aynadan gözlerini devirerek. "Kazandığımızda tabii."

Ben de bu esnada ütümü bitirmiş, işlerimin geri kalanını halletmek üzere aşağıya inecektim ki, "Sen?" diye seslendi arkamdan Nazar. "Evimizde bir kız daha var tabii. Rehiye. Nasıl da unuturum sütkardeşimi? Sen katıldın mı bakalım Metin Bey'in yarışmasına? Hani şu balo ödüllü olan."

Kalbim ağzımda atıyordu. "Elbette ki hayır." dedim sesimi dizginleyerek. "Ben Metin Bey'e sizler gibi bir alaka beslemiyorum ki. Yüreğinizi ferah tutun. Benim ona ve ailesine duyduğum sevgi, saygıdan öteye gidemez. İlaveten-"

"Of! Tamam tamam, sen de bir şeyi bir kerede anlat. Bıraksak sabaha kadar konuşacaksın."

Lafımı kesen bu sessizlikten yana ne kadar ürksem de biliyordum ki bu cevabım, kazanabilmem onlar için bir tehlike arz ediyormuş gibi yüreklerine su serpmişti. Onlar aralarında konuşmaya, beni görmezden gelmeye devam ettiler. Böylelikle ben de merdivenleri seke seke mutfağa iniverdim.

Halam iki elinde ne olduğunu seçemediğim siyah-beyaz, parçalı bir kumaş tutuyordu. "Ne demek giyemem!" diye söyleniyordu. Evdeki üç kalfa da tezgâhın karşına sıralanmış, diyecekleri boğazlarına dizilmişçesine gariban gariban halamın buyruklarını dinliyorlardı. "Artık dünya değişti. Önümüzde ne savaş var, ne de sefillik! O uzaklarda görüp iç geçirdiğiniz kimseler neyse biz de oyuz artık! Bizim geri kalır ne yanımız var onlardan? İstemiyorum bu paçavraları! Üstünüze başınıza çekidüzen verin! Hadi misafir yokken anlarım, ancak koskoca Fransalardan Cüneyt Kenter geliyor bizim evimize! Böyle başınızda yemeni, altınızda şalvar, nereden geldiğiniz belli bir vaziyette kimsenin gözüne gözükmeyin, o kadar! Gittim kızların aklına uyup size bir de kıyafet aldım ben! Nasıl hizmet edilmeye alışıklarsa o şekilde hizmet edilsin istiyorum misafirlerime. Eski Türkiye yok artık. Savaş bitti. Koltuk değişti. Sizin evinizin beyi o değişen koltuğun vekillerinden biri. Birazcık süsleyin kendinizi, kadınlığı da ben mi öğreteceğim size-"

"Aman hanımım yapmayın etmeyin... Gelmişim altmış yaşıma, bunca vakittir aha da bu iki parça şalvarımla hizmet etmişim size. Şimdi bu entariyi giyip nasıl önlerine çıkarım körpe kızanlar gibi! El âlem ne der?"

"Kim bu sefil, kim bu gariban der! Bu devirde başka ne diyecek!" diye azarladı içlerinden yaşça en büyük olan, tatlı Belkıs Abla'yı. "Dediklerimi işittiniz. Bu akşam o şalvarlarla tek bir tabak dahi koyduğunuzu görmeyeceğim sofraya. Gidin değiştirin üstünüzü."

“Ama hanımım… Bu benim tek götümden bile geçmez ki, bari kalıplı bir şey alaydınız-”

Orada olduğumu ilan etmek için mutfağın ortasına bir adım attım. “Hala?” Sesim neredeyse içime kaçmıştı. Varlığım hissedilince, kalfalar suratlarındaki korkuyu silkelenerek başlarından savdı. Halam ise, arkasında olduğumu ancak başını çevirince fark etti. “Kızların elbiselerini ütüledim. Ben de hazırlanayım mı artık?”

Bana her hiddetlenişinde olduğu gibi ismimin i’sini uzatarak, "Rehiye!" diye bağırdı. "Sen bir de aylak aylak dolaşıyor musun hâlâ? Kırmayım o bacaklarını! Biraz hamarat ol da evlenince elin iş tutsun diye bakıyorum ben! Ütüledim, işim bitti, oh ne ala! Hadi kızım git misafirlik takımları çıkar vitrinden, hadi. En son aldıklarımı çıkart ama! Görsünler öyle orta hâlli, sonradan görme bir Türk ailesi olmadığımızı. Yemek masasına da güzelce diz sana öğrettiğim gibi. Yurt dışlarında nasıl sıralıyorlarsa öyle sırala şu çatal bıçakları bak! Geçen çarşıdan aldırttığım peçetelikleri de çıkart sandıktan. Sonra da git yatak odasındaki koca Philips radyomuzu indiriver aşağıya. Ama böyle tam kapının karşısına, vitrine koy ki daha ilk adımda görüversinler. E kıydık, koskoca son modelinden bir radyo aldık. Görmesinler de ne yapsınlar? Üzerini de şöyle bir sil, tozunu al. Antredeki pikabın içine de eniştenin odasından alafranga bir musiki seç, koy. Geldiklerinde çoktan çalıyor olsun. Sanki her gün alafranga dinlemeden duramıyormuşuz gibi... Hadi kızım, git. Durma öyle ayakta."

"Eee, şey hanımım..." dedi Firuze Abla başındaki mor yemenisini düzeltirken. "Biz burada üç kişiyiz zaten. Belkıs Abla yemeğe bakar, Türkan da halleder evin işini evelallah. Rehiye'm gitsin hazırlansın kızlarla akşama."

Firuze Abla’nın bu söyledikleri, içime imkânı zayıf bir umut ışığı sızdırmıştı. Dudaklarım yarı aralı, yalvaran gözlerle halama baktım. Bakışlarımın ardında her ne gördüyse birden dikildiği yerde kaşınmaya, sızlanmaya başladı. “Dibek kahvesi var mı?”

“Yok valla hanımım. Çay var, Türk kahvesi-”

“Aa nasıl yok? Metin ağzına ne vakit çay sürmüş de geleceği gün evimizde dibek kahvesi yok! Ah, ah. Gördün mü Rehiye? Bu evin işine kimse yetişemiyor. Hadi kızım. Sen git de kahve alıver-”

“Halacığım, niçin endişe ediyorsun ki?” dedim onu yatıştırmak için. “Ben çoktan hallettim bile. Geçen gün Tarık’la aldık bakkaldan. Sen demiştin üstelik.”

“Tarık’la?” dedi tek kaşı havada. “Tarık’la aldınız?”

Halam birden oflamaya başladı. Kolumdan tutup ikimizi de kalfalardan ufak bir köşeye geçirdi.

“Sana bin kere nasihat ettim, gene ediyorum.” dedi sesini alçaltarak. “Sen halacığının başına bela mı açacaksın kızım? Hadi kızlar onu kuzeni. Sen? Sen bu çocuğun hiçbir şeyi değilsin yahu, büyüdünüz artık, laf olur söz olur, gezmeyin birbirinizin peşinde. Daha geçen yakaladım seni, yakaladım da kulağını çekemedim. Radyonu dinleyeceksen git eniştenin odasında dinle. Ne bileyim git salonda, holde dinle. Bekâr bir delikanlının evinde, akşam vakti ne işin olur senin!”

“Ama hala, arkadaşım o benim-”

“Erkeklerle hanımlar ancak karı-koca olur kızım! Arkadaşlık da neymiş, çocuk musunuz siz? Bundan böyle Tarık’ın evine girip çıkmak yok. Aman bisikletine bineyim, ardında oturayım, evinde radyo dinleyim… Yok! Kesme sözümü, yok dediysem yok! Ben nereden bileceğim sizin ne dinlediğinizi? Ben nereden bileceğim o çocuğun sana ne gözle baktığını? O çocukla muhabbetini kesiyorsun. Duydun mu beni?”

“Ama halacığım…” diyebildim sadece. Gözlerim, söyleyemediğim cümlelerin ağırlığından yağmurlara tutuldu. “Sen nasıl münasip görürsen.”

“Ha şöyle... Aferin.” dedi duruşunu dikleştirip. “Yarın öbür gün seni everdiğimde mahalleli demeyecek mi, bu kız bu çocuğun peşinden ayrılmıyor maazallah bir şey etmiş olmasın, diye. Ben bir de onların akıllarındaki şüpheyle mi uğraşacağım kızım!”

Boynumu büktüm ve yalnız, “Haklısın halacığım.” dedim. Bana yapmam gereken tüm vazifelerimi tek tek anlattı. Üsküdarlı’nın bahsi, parçalayamadığım koca bir lokma gibi boğazıma oturmuştu.

Misafirlik takımları yemek masasına dizmeden evvel masa örtüsünü güzelce serdim, zaten evvelsi akşamdan ütüleyip misafir odasına sermiştim. Tabakları ve çatalları hatırımda kalan usule göre sıraladım. Güçbela Philips radyosunu kucaklayıp merdivenlerden düşe kalka indim. Vitrinin orta rafında boş bir yer açıp tam karşıdaki giriş kapısının hizasına yerleştirdim. Tozunu aldım, sildim, tepesine de geçen yaz işlediğim dantellerden serdim.

Fakat bir an için, halamın karşısında dile getiremediğim hislerim içimde öylesine birikti ki yalnız başıma kalabilmenin yollarını aradım durdum. Eniştemin odasına girdim. Hususi eşyalarına dokunmadan, alaturka plaklarını kurcaladım. Ancak ne vakit en arkalarda muhafaza ettiğim taş plağımı gördüm, işte o vakit sırılsıklam ağlamaya başladım.

Pikabın önüne oturup dizlerime sarıldım, şarkımı mırıldanıp onu doyasıya içime çektim. Bir kapağı yoktu; ne kâğıdında, ne de diskin üzerinde ne olduğu yazmıyordu. Fakat onun Seyyan Hanım’ın eski bir taş plağı olduğunu bir tek ben biliyordum. Çünkü bu, Üsküdarlı’nın geçen seneki yaş günü hediyesiydi bana.

Hayat, gülerken ağlatır. Severken ihtiyarlatır. Dünden kalan her ıstırap bize, neler neler hatırlatır.

Benim tanıdığım Üsküdarlı, evdeki kötü şöhretinin tam aksi bir çocuktu. Bazen çok iyi bildiğim, bazen hiç kestiremediğim; ancak ne olursa olsun, uğruna gözyaşı dökebileceğim tertemiz bir insandı.

Benden hemen hemen dört yaş büyüktü. Mazisi ve hususi hayatı hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip değildim. Üsküdarlı on dört yaşından beri, köşkün vaktiyle at arabacısı olan Cemil Efendi'nin eski müştemilattaki evinde bir başına yaşardı. Evin arka bahçesi, çıkmazdaki hurdalık araziyle birleşen bir samanlık olduğundan içerisi fevkalade bir yer olmaktan uzak, ağır bir küf kokusuna sahipti. Sokağa bakan iki penceresi haricinde odasına ışık girmezdi. Damından yükselen dut ağaçları sebebiyle kaldırımı hep kirli ve kaygandı. İçinde kanepeye evirilebilen bir çekyattan, sehpadan, duvarın orta yerindeki musluktan, perdeyle örtülü bir lavabodan ve kitaplarla dolu raflardan başka evinde neredeyse hiçbir şey yoktu. Bir bekâr evi olduğu aşikâr olacak kadar dağınık, ama içinde bir beyin yaşadığına şaşacağınız kadar temiz bir yuvaydı.

Orayı kendi odamdan bile çok severdim. Sonsuza dek o güzelim evin çekyatında, mum ışığının altında uyuyup erimek isterdim.

Üsküdarlı tahsilini yarım bırakmış bir çocuktu. Ankara’daki yaşamında, safi çalıştığını biliyorum. Bazen bir marangozun yanında çıraklık yapar, bazen çarşıda simit satar, bazen gider ayakkabı cilalar ya da berberlerde ayakaltındaki saçları süpürürdü. Bu vesileyle de, kafasından katiyen çıkartmadığı hasır şapkasının altındaki o aydınlık yüzünü, ancak karanlık akşam vakitleri kuytu bir lamba ışığı altında görebilirdim.

Onu ne vakit düşünsem aklıma evvela bisikleti ve hasır şapkası gelir.

Niçin onu takar, niçin hiç çıkartmaz başından ve niçin başından aldığımda sinirlenir bilemem. Gerçi bana yahut bir başkasına anlatmışlığı da yoktur. Anlatmışlığı olmadığı gibi, kendini birilerine anlatmak gibi bir düşkünlüğü de yoktur. Bu yüzden onu çok iyi tanıdığımı zanneder, esasında onun benden kendi rızasıyla sakındığı benliğiyle hiç de dost olamadığımı fark ederim.

Yine de o, benim tanıdığım Üsküdarlı'dır işte. Ona ne vakit herkes gibi Tarık diye seslensem, bana büsbütün yabancıymış gibi gelir. O yüzden soy ismiyle seslenirim. Çünkü o benim ilk gerçek kelimemdir. Muzipliği ve asabiliği birbirine denk olan, yanında her daim bir çatı altında hissettiğim sıcacık çocukluk hatıramdır. Üsküdar denen sahil beldesinden çıkagelmiş, birdenbire ailemin bir mensubu olmuş; o hırçın, çenesi daima öfkesinden kabarık, dudakları peygamber sabrından kıvrılmış, Yusuf yüzlü, uzun kirpikli, beyaz benizli o şapkalı çocuktur.

Eniştemi, yani öz dayısını, hiç mi hiç mi sevmez Üsküdarlı. Birbirlerine olan bakışlarında hep bir husumet, hep gizli bir savaş vardır. Bizden uzak bir yaşam sürmesinden mütevellit kimi zaman onun sahiden, nasıl bir yaşama sahip olduğunu düşünür dururum. Bu kadar çok dosta sahip, benim bilmediğim tüm dünyaları bilen, pek çok işte çalışmakla birlikte aynı zamanda da evin tek erkeği olduğundan ayak işlerimize tam zamanında yetişen bu çocuk; neden kaçıp gitmez, neden güzelim memleketi İstanbul dururken Ankara'nın renksiz, sapsarı ovalarında ya da çıkmaz sokaklarında pedal çevirir, diye düşünür hiç mi hiç yanıt alamam.

Çünkü o, hakiki hislerini çaktırmamanın ustasıdır. Nasihatleriyle dertlerini örter, kendini apaçık gizler herkesten.

Söylemesi güç olmayan bir gerçek ki, Gülizar aslında haklı. Bana da fikrim sorulacak olursa, Üsküdarlı sahiden yakışıklı olması bir yana benim için de hayranlık duyulası bir beydir. Hiç kuşkusuz, halamı da en çok bu delirtir.

Selvi boyu, gülüşünü tamamlayan incecik taranmış kumral bıyığı, yanaklarında dalgalanan uzun gamzeleri, güldü mü yukarıya kalkan kavissiz kaşları, kocaman sıra sıra parlak at dişleri, bana her daim pek kadınsı gelen sık kirpikli simsiyah iri gözleri, incecik kemerli burnu, bembeyaz benekli teni ve de nereden bulduğunu bilmediğim, üzerine cuk diye oturan şık takımlarıyla aslında çoğu hanımın hayallerini süsleyen, efendi bir kimsedir Üsküdarlı.

Tüm bu hoş niteliklerine rağmen öyle masumane, mahcup, saf, mülayim ya da uyuşuk bir tabiatı yoktur. Kaşları belirsiz bir çatıklıkta, gülmeyi pek seven kibar ağzı ukala kimseleri gördü mü biraz biraz bozulmaya müsait; kimi zaman çabucak parlayası gelse de kendini derhâl hizaya çekebilen, sabırlı, hâkimiyet sahibi, zehir gibi akıllı, kendini her ortamda belli eden parlak bir kişiliği vardır. Onun bu tatlılığı, iyiliği ve efendiliği yalnız sevdiklerine; şüphesiz Allah'ın onun tabiatına ektiği merhamet filizlerinden gelir.

Lisan bilir, müzik ve vals bilir, sinemaya her şeyden çok tapar; ecnebiler neyi sever, onların vatanında ne modadır, hangi parfüm daha güzel kokar, ney nereden alınmalıdır, şu sokak nereye çıkar, ya da hangisi çıkmaz sokaktır, hayat nedir, nasıl yaşanılır, bir mektup göndersem kimlerin ellerinden geçer, bir insan sırf ona hissettirdikleriyle hakikatte nasıl bir kişiliktir... Benim aksime bu genç yaşında bunların hepsini bilirdi işte Üsküdarlı.

Tüm bu sıfatları bir kenara, benim onu bütünüyle tarif ederken kullandığım tek bir tabir vardır. O da Üsküdarlı'da değil, Tarık'ta, insanı kendi eksenine çeken göz kamaştırıcı bir parıltının olduğudur.

Ben buna şeytan tüyü derim. Çünkü öyledir. Makul bir izahı yok.

Diyelim ki yakışıklı mı yakışıklı beylerle dolu küçücük bir odaya girdiniz. Hepsi ya tavla oynuyor, ya tütün içiyor, ya kadeh kaldırıyor ya da salt devletten, savaştan konuşuyor diyelim. O biçim erkeklerle dolu, kadınların neşesinden uzak, karanlık bir oda burası. Hatta diyelim ki Metin Kenter de var bu odanın içinde. İçeriye girer girmez gözünüz belki de evvela şekli şemali en göze çarpanına kayıverecektir. Sonra sıra sıra diğer beylere bakıp, baştan sona onları süzerek hoşunuza en çok gideni aramaya koyulacaksınız.

İşte benim, Üsküdarlı'da bir şeytan tüyü olduğunu düşünmeme sebebiyet veren mesele de tam budur. Tarık, kalabalık mı kalabalık bir odada gözünüze ilk çarpan değil; dönüp iki kere bakacağınız yahut yanından katiyen ayrılmak istemeyeceğiniz türden bir beydir.

Onun simsiyah gözlerine kazayla olan tek bir temasınız, hele bir de dudaklarında kıvrılan o farkındalık sahibi, sinsi sırıtışa da tesadüf ettiyse o vakit dönüp başka bir erkeğe bakmanızın imkânı yoktur. Bir ötekine sekemeden, kendinizi yine onu seyrederken bulursunuz. Üsküdarlı ise gözlerinize zahmetsiz bir rahatlıkla bakar, farkında olmadığı yumuşak fakat bir o kadar da arsız cazibesiyle o kalabalığın içinde sizi bir yolunu bulup yamacına sürükler.

Tıpkı az evvel de söylediğim gibi. Gülizar, biricik dostum hakkındaki düşüncelerinde ne yazık ki haklıydı. Gerçi... Dil döktüğüm bu şeylerin hiçbir ehemmiyeti de yok. Kuzenlerimin gözünde ben bir ev faresiysem, o da en nihayetinde bir sokak faresiydi. Bizler onların nazarında; beğenilmeye, sevilmeye layık olmadığımız gibi yakışıklı veya güzel de olamazdık. Bu sebeple bizden başka kızların Üsküdarlı'yı sorup soruşturması ve halamın köşke gelen komşularının onun bekâr olup olmadığını sorması, bizim kızlara merak uyandırıcı geldiği gibi epey gülünç de gelirdi. Onlara gülünç geldiği gibi, ikimizin yan yana bulunması ise eniştemin ve halamın gözünde türlü ahlaksızlıklara denkti.

Çünkü çocukluğumuzdan beri, bize yalnızca Üsküdarlı’dan uzak durmamız tembih edilmişti.

Bilhassa, İstanbul’a dönmek için çırpındığı günlerden beri.


𖣂


Nerminlerin mahallenin en sonundaki, bahçesiz, müstakil evlerinin ikinci katına varla yok arası zararsız bir taş attığımda; Kenterler’in gelmesine olsa olsa yarım saat vardı.

"Rehiye! Hele şükür! Hiç gelmeyeceksin sandım-"

"Nermin!" diye bağırdım ellerim havada. "Annen evde yok değil mi... Lütfen yok de bana!"

"Yok tabii ki! Eczacı Mehmet Amca'ya kadar gitti ama gelir! Bekle beni!"

Kapının eşiğinde onu bekledim. Nermin son bir senedir bana ismi bahşedilmeyen meçhul bir hastalıkla boğuşuyordu. Nedenini bilmediğim ve bana açıkça izah edilmeyen bu düşman, hayatımın en neşeli günlerine bir karabasan gibi çökmüştü. Ciğerleri her zamankinden zayıftı. Eskisi kadar sık gülmüyordu. Kolları, elleri ve yanakları erimiş, kemikleri sayılırcasına bitap düşmüştü. En son ne vakit piyano çalmaya mecali olduğunu bile anımsamıyordum.

Annesi Meral Hanım hem mesleği, hem de anneliği gereği Nermin’in çevresini olabildiğince daraltmış, ona kendi evlerinde her ihtiyacını ve arzusunu görebileceği ufak bir dünya yaratmıştı. Fakat onun da, benim de bilmediğimiz bir şey vardı ki; Nermin, zaten ufak bir dünyada yaşadığı için hastalanmıştı.

Her daim evlerinin pencereleri aralık olurdu. Eve ben dâhil yabancı sokulmaz, her işi Meral Hanım ve bazen de Üsküdarlı tarafından görülürdü. Hâliyle ben de bir senedir evlerine ancak Meral Hanım’ın evde olmadığı vakitler sızabiliyor; Nermin’i ancak salonlarındaki piyano taburesinin başında yarım saatçik görebiliyordum.

“Rehiyecik...” Eşikte otururken ardımdaki kapının aralandığını bile fark etmemiştim. Suzi Hanım, kilidin zincirini çıkartmadan başını uzattı. “Çok az vaktin var, Meral Hanım yoldadır. Gel canım.”

Suzi Hanım, biricik dostum Nermin'in tüm yaşamı boyunca tahsili ve terbiyesiyle alakadar olmuş ince yürekli, müşfik Fransız mürebbiyesiydi. Ne tam manasıyla bu topraklara aitti, ne de dönecek bir Fransa’sı kalmıştı. Nermin’in ve Suzi Hanım’ın kökleri, neredeyse Osmanlı’ya dayanır. Nermin aslında, mahallemizin dokusuna pek aykırı kaçan İzmirli, Katolik bir kızdır. Suzi Hanım’ın ailesi ise bir zamanlar onların atalarına sadakatle hizmet etmiş, aynı evlerde farklı Tanrılara dua etmiş Levanten bir ailenin hayatta kalan son ferdi idi. Dedeleri İzmir’de ticaret yapmış, hanımları ise sığındıkları varlıklı ailelere boyuna hizmet etmişti. Nermin babası öldüğünde, doğrusu kendini asmak gibi hazin bir sonla onlara veda ettiğinde, yeni bir başlangıç gayesiyle kadın kadına Ankara’ya göçmüşlerdi.

Kırklarının ortasında, mavi gözlü, çilli, sarışın bir kadındı Suzi Hanım. Türkçeyi fevkalade bilmesine rağmen tüm kelimelerdeki i sesini mütemadiyen bastıra bastıra, garip bir tonda telaffuz eder ve şefkat duyduğu herkesin isminin yanına da bir cik eklerdi.

“Suzi Hanım… Benim en acilinden Nermin’le görüşmem gerek. Ona anlatacağım çok fazla şey birikti. Zaten benim de acelem var, biliyorsunuz bu akşam Kenterler geliyor memleketinizden.”

Bedenine sardığı siyah şalını serbest bırakıp yanaklarımı okşadı. “Rehiyeciğim. Bana sakın darılayım deme, lâkin mümkün değil Nermin’e yaklaştıramam seni. Ama…”

“Olmaz… Lütfen Suzi Hanım! Benim onunla konuşmam gerek. Neredeyse bir aydır camdan cama konuşuyoruz. Ona da konuşmak denilirse! Salonun penceresi öyle yüksekte kalıyor ki Nermin az daha sarksa sokağa inecek zaten. Ben de üzerine çıkacağım bir taş bulamıyorum-”

Suzi Hanım kıkırtılarını bastırarak bileklerimden tuttu, beni alt kattaki kullanılmayan banyolarına götürünce kafam hayli karışmıştı. “Şimdilik böyle idare edin güzel kızım.” Nermin pencere önündeki küvetinin içinde dizlerini kırmış, hatıra kutusuna sarılı bir vaziyette oturuyordu. Aramızdaki banyo perdesini aralayıp mızır bir gülüşle bana el salladı. “Meral Hanım geldi gelir. Perdeyi çekmeyin. Ne Nermin daha fazla hastalansın, ne de sen hastalan yavrucuğum.”

Küvetteki Nermin’e baktım. O benim gelişimden mütevellit gayet mutluydu, ama ben aramızdaki perde sebebiyle ağlamamak için hayli direndim.

Onu üzemezdim. Onu üzmek yasaktı.

Suzi Hanım kapıyı üzerimize kapattı. Eşikten uzaklaşan topuk seslerini duyar duymaz ikimiz de fırlayıp birbirimize sarıldık. Başımı göğsüne en son ne vakit yasladığımı bile hatırlamıyordum. Belki de aylardan sonra ilk kez bu kadar yakınlaşmıştık.

“Rehiye, ağlama lütfen-”

Ona tutunup daha da göğsüne yapıştım.

“Rehiye.” dedi Nermin. İki eliyle yüzümü okşarken beni öpmemek için kendini zor tutuyordu. Pembe çiçekli beyaz entarisi ıslak tenine yapışmıştı. “Suzi Hanım duyarsa bizi ayırmak mecburiyetinde kalır bak. Anneme yeminler etti. Lütfen yapma.”

Gözyaşlarımı paltoma silip silkelendim. Sapsarı kesilmiş suratına baktıkça bir şeyler diyesim geliyordu. Bir şeyler demeyi her istediğimde de genzim gıdıklanıyor ve yine gözyaşlarına kapılıyordum. Nermin’in yönlendirmesiyle Suzi Hanım’ın uygun gördüğü nizama geçtik. O, kuru küvetin içindeki tabureye geçip aramıza banyo perdesini çekti. Ben de dışarıda kaldım.

“Klozete otur istersen. Ayakta kalma. Temiz.

Küvetin dibindeki klozete baktım. Onu kullanmadıklarını ben de biliyordum ama içim kaldırmıyordu işte. Ne yere çömeldim, ne de klozete oturdum. Bu çekincem Nermin’i pek güldürdü.

“Gülru Teyze, Nazar’a da bu kadar vazife verseydi acaba o da senin gibi olur muydu çok merak ediyorum.”

“O ne demek şimdi?”

“Boş ver...” Yüzünü, ifadesini, mimiklerini görmek istiyordum. Ama neye, ne tepki verdiğini anca perdedeki siluetinden tahayyül edebiliyordum. “Anlat bakalım. Geliyor mu Kenterler?”

“Geliyorlar.”

“Sence…” dedi uzata uzata. “Kazanma ihtimalim nedir? Bunu hesap etmekten resmen kafayı yedim Rehiye!”

Nermin’in bu keyifli hâllerine sevinmem icap ederdi. En nihayetinde bir şeyler, onu hastalığını düşünmekten kendi rızasıyla alıkoyuyordu. Ama niyeyse fesatlık edesim tuttu, yüzümdeki tebessüm giderek beni terk etmişti. Dostumun daracık dünyasında yaşadığı mutluluk boğazımı düğümlemiş, mahrem umutlarıma o anda gölge düşürmüştü. Yaptığım hatanın pişmanlığıyla iliklerime kadar titredim. Heyecanını, bir tehlike olarak görmeye başladım.

Ya Nermin de Metin Kenter’den hoşlanırsa? O vakit ben ne yapacaktım?

“Ben bilemem ki bunu Nermin.” Başımı utançla öne eğdim. “Yarışmanın mühleti doldu. İkimiz de mektuplarımızı postaladık zaten. Bugün, yarın açıklanır herhalde.”

“Doğru söylüyorsun.” diye geçiştirdi, sonrasında biraz sessiz kaldı. “Tarık ne yapıyor?”

“Tarık mı?” dedim garipseyerek. “Ne yapsın. Ev, iş-”

“Biliyor musun? Kazanmayı çok isterdim.” Aniden duraksadım. “Ama senin de kazanmanı isterdim Rehiye. Hem de çok.”

Diyecek bir şeyim yoktu, orada yokmuşum gibi sessiz kaldım.

“Keşke ben baloyu, sense Metin Bey’i kazanabilseydin. Hatta ne diyeceğim. Keşke yanımızda başkalarını da götürülebilseydik.” dedi. “Böylelikle ölmeden evvel hür olmanın tadını bilirdim ben de.”

Ölmeden evvel mi!” diye sıçradım yerimden. Yüzünü görebilmek için banyonun perdesini pençeledim. “Böyle bir şeyi nasıl dersin! Benim sana… Çok ihtiyacım var. Aklının dahi eremeyeceği kadar çok. Ölmekten ne kadar korktuğumu biliyorsun. Uyumaktan, kâbus görmekten ne kadar korktuğumu biliyorsun. Yaşadığım dünyada da sen olmayacaksan, ben kendimi avutmak için nasıl uykulara dalarım? Beni nasıl sensizlikle-”

“Rehiye. Ben öleceğim.” Perdeyi büsbütün çekip yüzünü benden sakladı. En başından beri takındığı neşenin hakiki olmadığını o an anladım. "Ben iyi değilim. Görmüyor musunuz? Bu kadar hassas olursan benden evvel sen ölürsün asıl. Ağlamayıp sızlama. Sanıyor musun ki kimse ölmeyecek, herkes sonsuza dek on sekiz yaşında kalacak. Hayır. Öyle bir dünyada değiliz. Sen de bu hakikati kabullenirsen yararına olur.”

Gerçekleşmesinden deliler gibi korktuğum bir şeyi bizzat onun dudaklarından işittiğimde, diyeceklerimi diretmek tahmin ettiğimden daha zahmetli bir hâle geldi. Büyük bir düş kırıklığı eşliğinde yalnız onu dinledim.

"Ömrüm evde geçiyor. En son ne zaman mahallenin dışına şöyle bir yürümeye çıktım hatırlamıyorum bile. Sağ olsun, geçen Tarık çıkarttı biraz annem yokken. Doğru dürüst nefes alamıyorum, ciğerlerim parçalanıyor. Şimdi hekimin ilaçları biraz iyi geldi de dindi öksürüğüm. Yoksa iki kelam dahi edemiyor, boğazlarım kanayana kadar öksürüyorum. Annem beni bitkin düşürecek her şeye mani oluyor. Seninle bile dilediğim kadar görüşemiyorum. Dışarının mikrobunu bana bulaştıracaksın diye korkuyor, fakat sadece bu da değil. Ne açıp bir kitap okuyabiliyorum, ne de eskisi gibi piyanomu çalabiliyorum. Suzi Hanım bazen bana hikâye anlatıyor, bir öyle uykuya dalabiliyorum. Ama mesele ne biliyor musun? Ben hasta değilken de bu hayatı yaşıyordum. Annemin, mürebbiyemin dizi dibinde etliye sütlüye bulaşmadan. Arı bile sokmadı ki beni. Kolum bile kırılmadı. Bir yabancıdan korkmadım. Sokaklarda hiç kaybolmadım.”

Gözlerine bakamıyordum. Ona ne söyleyebilirdim şimdi? Beni ondan farklı kılan neye sahiptim?

"Biliyor musun?" dedi az evvel dediklerini unutmuşçasına. Lafını yarıda bırakıp yere çömeldi. Eşi bende olan pembe teneke kutusunu küvetten çıkartıp kutunun içinden bir zarf gösterdi bana. İçini açmadı, yalnız havaya kaldırdı. "Bir liste yaptım. Ölmeden evvel yapılacaklar-"

"Hii! Sakın Nermin." dedim yüzünü avuçlarımın arasına alarak. "Tamam, kâfi. Öyle şeyler yok. Biz genciz, ölmeyeceğiz. At bu listeyi."

Yalan söyleme Rehiye, dedim kendime. Ölmeyi senden iyi kim bilebilir?

"Dur da bir dinle. Biliyorum. Olacak. Belki hemen değil, ama bir gün. Bir gün sen de öleceksin, ben de. Bu bir hakikat. Şimdiden alışırsak belki daha az canımız yanar. O yüzden diyorum ki, birlikte böyle bir liste yapalım hazır yaşıyorken. Benimki de bitmiş sayılmaz hem, üç beş tane şey yazmışımdır. Benimkiler de öyle aman aman şeyler değil. Ama diyorum ki sen de yap. Yarın gel, birlikte yazalım. Annem tüm gün olmayacak evde, hem mektep de yok rahat rahat gelirsin. Sen, ben ve Suzi Hanım. Hep birlikte adaçayı içeriz. Banyoda değil tabii."

Gözlerim zarfın üzerindeydi, "Nasıl bir liste ki bu?" diye sordum.

"Babamın kitaplarını hatırlıyor musun? İçlerinden birinde buldum. Kendine bir liste yapmış.” Gözleri kısılırken burnunu buruşturdu, bu ağlamak üzere olduğu manasına geliyordu. “Ölmek isteyen bir insan neden yapmak istediklerini sıralar ki?”

Onu yatıştıracak bir şey söyleyebilmek için fazla cahildim. “Belki de istediği hiçbir zaman ölmek değildi.”

Nermin bir yanıt vermedi. Zaten babasının intiharı, hiçbir zaman karşılıklı konuştuğumuz bir mesele olmamıştı. “Görünce aklıma yattı işte, dedim ben de yapayım. En azından kendimle meşgul olur, bugüne ne dek neyi yaptığımı ya da neyi yapmak istediğimi öğrenmiş olurum. Belki annemi de ikna ederim. Zor değil, yalnız yapmayı ertelediğim şeyleri sıralıyorum o kadar."

"Yapmayı ertelediğim şeyler..." diye tekrarladım fısıltıyla. Nermin'in varlığı ve de bahsini ettiğimiz bu meselelerin sıkıntısı, bana ansızın kâbusumu hatırlatmıştı. Zaten ben de bunları anlatmak için burada değil miydim? Ancak Nermin zaten içinden çıkılamaz derdinin kuyularına düşmüş, bir yardım beklerken şimdi ben ona neyi zırvalayacaktım ki? Yeniden geleceğimi yahut geçmişimi gördüğüm o rüyaların bahsini mi edecektim? Hiçbir hastalığım, derdim yok iken yakında benim de onun gibi öleceğimi hissettiğimi mi söyleyecektim? Peki ya adı? Neden rüyamda benim de adım Nermin idi? Rüyamın sonunda öldüysem, bu Nermin'in öleceği manasına mı geliyordu şimdi? Bundan daha feci, daha korkunç nasıl bir rüya olabilirdi ki böyle?

Nermin'in yüzüne baktım. Bu ürkünç rüyayı içimde bulunmayan, adresi ve tarifi belirsiz bir arazinin ortasına bıraktım. Ayaklarımla çiğnedim, yok ettim.

“İyileşeceğine inanıyorum ben.”

Alayla kıkırdadı. “Ben inanmıyorum ama.”

“İnanmanı kimse beklemiyor ki senden.” dedim. “Ama ne diyor Runa Duna, gerçek mucizeler ancak-"

"Yollarını gözlemediğimizde bizi bulurlar. Biliyorum."

İçim ısındı. “Ben bile ölürüm, ama sen ölmezsin. Korkma. Hep benim gibiler ölmeye yakındır zaten. Ağlayanlar, zayıf düşenler-”

“Rehiye, sen zayıf değilsin ki.” Uzaktan tatlı sesiyle sanki başımı okşadı. “Sen sadece küçüksün.”

“Görücülerim öyle demiyor ama.” dedim gülerek.

“Küçüksün.” dedi inadına. Bir parmağını kafasına dayadı. “Aklın küçük.”

Bu dediğine alınmadım bile. Sahiden de bunun alınılası bir şey olmadığını sanacak kadar küçüktüm. Bir iltifat gibiydi bu söylediği bana.

“Benim aklım büyüyeli epey oluyor. Gitme sırası sende değil, bende.” dedi. “Çünkü hayatın bana öğreteceği bir şey kalmadı. Sana ise öğreteceği çok fazla şey var.”

“Ne demek bu?”

“Şu demek…”

Kollarını küvetten sarkıtarak bana döndü. Fakat ne demek istediğini bana bir türlü izah edemedi. Suzi Hanım içeriye girdi. Pencereden bizim sokağı seyrettiğini ve misafirlerimizin çoktan köşke teşrif ettiğini haber etti.

Metin Bey gelmişti.

Ve ben ne süslenebilmiş, ne yıkanabilmiş, ne de terli mektep üniformamı değiştirebilmiştim.

 

 

III. FASIL

"İlk Kötü Günüm"

౨ৎ

Ankara, 1951 Güzü

Cuma Akşamı


Oradaydı.

Aramızda aşılacak duvarlar kalmamıştı. Kapılar, kâğıtlar, mecmualar, dile dökülmemiş görünmez kelimeler ve de uzak mı uzak diyarlar. Hiçbiri yoktu. O gözler, alelade bir kâğıt parçası değildi. Canlıydı. Bakıyor ve görüyordu.

Metin Kenter’in hakiki mevcudiyetiyle yeniden aynı odadaydım.

Bu kez zaman ikimizi de değiştirmişti. Ben ona yetişebilmek umuduyla biraz daha büyümüştüm. O ise benden kaçarcasına daha büyük adımlar atmış, büsbütün bir yetişkin olmuştu. Her manada farklı görünüyordu. Gençliğindeki gibi bezgin, sıkılgan, misafirlikten zerre keyif almayan oturgan hâli yoktu. Kıpır kıpırdı. Neyi içmeyi sevdiğini bile bilmeyen o kibirli çocuğu gözlerinde göremiyordum.

Bir sene, insanı nasıl bu kadar değiştirebilmişti?

Daha evvel dişlerini bile görmemiştim. Oysa şimdi her birini sayabileceğim kadar gülüyor, cilveleşiyor, tek tek herkese alaka gösteriyordu. Besbelli kilo almış, ölçülü bir biçimde irileşip büsbütün mantosuna dolmuştu. Bir delikanlıdan ziyade, bir adam gibi görünüyordu. Buna sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim. Her zamankinden cazibeli, her zamankinden erkeksi bir değişim vardı bu hâlinde. Masmavi gözleri, güneşten açılmış kumral saçları ve henüz çıkartmadığı fiyakalı gri mantosuyla eniştemi dinliyor; dudaklarındaki arsız tebessümü ile tek tek evin hanımlarıyla selamlaşıyordu. Kızların hepsi benim aksime süslenmiş, senelerce yanlarına inemedikleri Kenterlerin huzurunda kavuştukları haklı hürriyetlerini kutluyorlardı.

Peki ya ben? Ben ise hâlen değiştiremediğim terli üniformamla, karşımdaki kişinin benim Metin Kenter'im olup olmadığını sezinlemeye çalışıyordum.

"Vallahi senden üç tane olsa, üçünü de kızlarıma alırdım be Metin..." dedi eniştem kös kös gülerken. "Tabii sen daha benim parlak zekâlı, ay yüzlü, oturmasını kalkmasını bilen kızlarımla tanışmadın. Aslında gönlüm yoktu sofraya inmelerinde yalanım yok bak! Amma… Baban Bey bu seferlik cümbür cemaat bir akşam yemeği arzu edince haber saldım, geldiler. Hem artık yaşlarınız da denk sayılır. Doğru, kaç yaşındaydın sen Metin oğlum? Hatırımda kalmamış. İnsan iş güç derken kendi yaşını unutuyor yahu!”

Metin Kenter, eniştemin boş sözlerine zoraki bir kıkırdamayla mukabele ederken sadece babasına bakıyordu. Cüneyt Bey de güldü buna. Esrarını çözemediğim o puslu, hâkimiyet sahibi, ürpertici bir tebessüme bulanmış mavi gözleri ile.

“Kasım’da yirmi beş yaşıma gireceğim." dedi bir kâğıttan ezbere okur gibi. Gözlerindeki o uslanmaz, küstah ifadeyi eksik etmeksizin sıraya dizilmiş kuzenlerime tek tek büyülü bir alakayla baktı. "Ben de ne vakittir bu küçük hanımlarla tanışmayı bekliyordum."

Lafını bitirir bitirmez yanında getirmiş olduğu gülleri takdim etti. Söylediğine göre hepsi Paris’tenmiş. Nasıl kuruyup gitmediklerine hayret ettim ama kızlar inandı buna. Bir eliyle çiçeğini verirken, diğer eliyle de nezaketen öpmek üzere halamın eline uzandı. Ancak ne var ki, bu öpücüğün tesiriyle yeni yetme bir genç kızmış gibi halamı yersiz bir kikirdeyiş alıverdi. Elini çekerken yanında sıraya girmiş kızlarına bakıp neşesini bastırdığını fark ettim. Kendi aralarında omuzlarını tokuşturarak Metin Kenter’in centilmenliğine ana kız gülüşüyorlardı. Komik olan neydi bilmiyorum, ancak onları seyrederken ister istemez ben de onlar gibi tebessüm etmeye başlamıştım.

Bana baksalardı, belki de benim de bu anın tatlılığıyla yumuşadığımı görecekler ve beni de aralarına alacaklardı. Belki halamla birlikte ben de gülüşecektim. Bana tebessüm edecek, omuzuma hafiften vurup latife edecekti. Baksana Rehiye, diyecekti. Ne centilmen bir çocuk, benim bile elimi öpüverdi! 

Ancak aklıma, bu hayalimden daha ehemmiyetli bir ihtimal saplandı; eğer sıraya geçersem, benim elimi de öper miydi? Metin Bey, bana da bir gül lütfeder miydi?

Sıraya dâhil olup olmadığım anlaşılamayacak bir çabuklukla Nazar'ın az yanına sokuldum. Sıra kuzenlerime geldi. Gülizar, Metin Bey’i dansa kalkacakmış gibi sonradan görmüşlüğü aşikâr yersiz bir reveransla karşıladı misafirimizi. Peşinden, öpmesi için elini uzattı. Metin Bey ise elindeki diğer gülü alelacele kuzenime takdim edip onun bu yılışık, çocuksu tavrını nezaketle başından savdı. Fakat ne olursa olsun yine de gözlerini ondan kaçırmadan büyük bir ilgi ve alakayla elini öpüyordu. Ardından ona pek muhabbet beslemeyen Fahriye ablama ve en sonunda da Nazar'a geldi sıra. Nazar diğerlerine kıyasla, bu tanışma faslını uzatarak Metin Bey'i biraz lafa tutmaktan yana oldu. Metin Bey’e doğru atıldı ve sıranın bana gelme ihtimali uzadıkça uzadı.

"Şey! Metin Bey… Ee, güller için çok merci. Ömrü hayatımda bu kadar güzel güller görmemiştim…"

Nazar bakışlarıyla resmen Metin Kenter’i kuvvetli bir büyünün tesiri altına almaya çalışıyordu. Elleriyle elbisesinin kabarık mavi eteklerini kıvırırken; bir sağa, bir sola salınıp müstakbel kocamın gözlerine hayranlıkla baktı. Doğrusu, bu bakışları çok kıskanmıştım. Sanki birileri tabağımdan hakkım olan lokmaları gasp etmiş gibi haset dolu çaresiz bir bakışla başımı kuzenime çevirdim. Ama sonra, Nazar’ı izlerken istemeden donakaldım. Kendinden emin duruşunu, göze hitap eden cüretkâr latifliğini, burnuma süzülen lavanta kokusunu karşıma geçirip şöyle bir hesaba çektim. Bir kendime, bir de ona baktım. Manikürlü ellerine, cilalı parlak tırnaklarına ve incecik tüysüz kollarına doladığı şıkır şıkır yeşil bileziklerine. Sonra ise ceplerime sakladığım kendi ellerime baktım. Onunkilere benzemiyordu.

Nazar’la aynı odadayken nasıl beğenilmek, sevilmek isteyebilirdim ki? 

Biraz hevessiz, “Rica ederim küçük hanım.” dedi Metin Bey, iri mavi gözlerini aynı bıkkınlıkla kocaman aralayıp söndürdü. Alaka göstermiş olmak içinse, yanından uzaklaşmadan evvel göz ucuyla yeniden kuzenime baktı. “İsmin…”

“N-Nazar!” dedi bir adım öne atılarak. “İsmim Nazar, Metin Bey.”

Başını salladı. “Çok memnun oldum, Nazar.”

Metin Bey, artık canını kurtarmak istiyormuş gibi adım adım yanlarından uzaklaşırken, "Paris erkeklerinin centilmenliğini buram buram hissettirdiniz! Ben de sizinle tanıştığıma çok memnun oldum…” diyerek konuşmayı inatla sürdürdü kuzenim. Hepimiz başımızı ona çevirip sabır diledik. Zira Nazar'ın bu hâlleri, onun tabiatına aykırı olduğu gibi eniştemin de hiç tasvip edeceği türden davranışlar değildi. “Keşke kız kardeşiniz de gelseydi. Kendisini yakinen takip ediyorum, Paris Güzeli seçildiğini işitince pek sevinmiştim doğrusu. Bu kadar küçük yaşta bunca şeyi başarmak herkese nasip olmaz. Tatlı şey... Zannederim pek meşgul, ne vakittir mecmualarınıza da kapak olmuyor. Şahsen tanışmayı çok isterdim. Tıpkı size çekmiş, çok şeker bir kız-"

Metin Kenter, babasına baktı. Cüneyt Bey, boş bakışlarıyla başını eğdi ve nezaketinden ötürü hiçbir şey demedi. O esnada eniştemin, tebessümünü bozmaksızın salıverdiği ivedi bir öksürük kızını nihayet hizaya getirmişti. Giderek bana yaklaşıyordu. Ellerimi ona nasıl uzatacaktım? Üstelik sokaktan gelir gelmez yıkamamıştım bile.

"İsterseniz bana verin mantonuzu!" diye bağırdı Nazar. Bu garip tavırlarındaki aceleyi bir türlü anlamlandıramıyor, kafamın içinde sebebini düşünemiyordum. Nazar hiç de yılışık, kendini rezil edecek cinsten laubali bir kız değildi. "Ben muhafaza ederim. Şimdi kalfalar kaybeder onu. Kim bilir kaç liraya aldınız, yazık olacak…"

Cilveli bir istihfafla, “Lira?” dedi Metin Bey gülerek. Kuzenime göz kırptı. 

Bu vaziyet artık onu bile rahatsız etmiş olacak ki, “Nazar…” diye fısıldadı Fahriye ablam. “Yerinde dur. Rezil oluyorsun. Çabaların boşuna.”

“Sen kapasana çeneni, erkek Fatma.”

Metin Bey muhakkak ki kuzenimin bu fısıltılı ikazını duymuştu. Duymuştu tabii. Lâkin her ne hikmetse yüzündeki o tatlı kibri, kızlardan gördüğü ilginin onu ne denli boğduğunu ve aynı zamanda da ne denli tatmin ettiğini zannımca bir tek ben görebiliyordum. İstifini hiç bozmadan, kuzenimin gösterdiği bu sevimli hayranlığa yalnız gülümsemekle mukabele etti: "Sizin gibi güzel, genç hanımlar bu ellerle bir şey taşımamalı." 

Her şey, zihnimde dönüp duran ufacık birkaç saniyenin içerisinde vuku buldu. Öpeceğini umduğum ellerime, mantosunu uzattı.

Neye uğradığımı şaşıracak vakti bile vermemişti bana. Bense misafirlerin eşyalarını muhafaza etmek benim vazifemmiş ve benim, Metin Kenter’e kendimi takdim etmeye katiyen hakkım yokmuş gibi hiçbir itirazda bulunmadan mantosunu kollarımın arasına aldım. Ardından Cüneyt Bey, sonrasında da eniştem. Hepsi bana kabanlarını uzattı. Bana lütfettikleri bir kese altınmış gibi minnet edercesine hepsinin kabanlarını hürmetle aldım. Asla sesimi çıkartmadım. Nazar'ın, düştüğüm bu vaziyete kıkırdadığını işitsem bile.

Bu küçücük tanışma faslının ardından pek çok şey oldu. Her taraftan ayrı bir ses yükseliyordu. Halam, ev halkını ve misafirlerimizi sofraya çağırırken bir yandan da ardımızda dikilen kalfaları şalvarlarıyla birlikte bize yaklaşmamaları hususunda tembihliyordu. Eniştem, salona ilerlerken Cüneyt Bey’e kendini övüyor; Nazar ve Gülizar ise, iki koluna girerek Metin Bey’i benden olabildiğince uzaklaştırıyor ve onun bana olan bu tavrı için âdeta ona minnet duyuyorlardı.

Eniştem önümden geçerken, "Heh, bu da Rehiye, Cüneyt Bey. Vallahi her yerden bir kız çıkıyor, saymayı unutuyorum yahu!" diye takdim etti beni. "Gülru'nun yeğeni olur. Daha bebeyken yetim öksüz kaldı kızcağız. Anası doğurur doğurmaz kıymış kendi canına, delirmiş. Yok ben çocuk istemem, alın bunu başımdan, kaldırın diye diye yırtmış kendini. Nasıl yitirdiyse aklını emziremesin de ölsün diye memelerini kesmiş geceleyin. Sabahta Gülru’nun abisi ölüsünü bulmuş. Bu kızcağız açlıktan bağırmasa Allah bilir o da ölecekmiş, kimse duymamış seslerini. Her yer kan revan. E be kadın sen yaptın ya bu bebeyi, kime isyan ediyorsun! Anasısın tabii ki bakacaksın, yahu siz söyleyin Cüneyt Bey… Neyse, babası da bakamamış kızcağıza. Erkek adam ne yapsın anası ölmüş bir günlük bebeyle… Onca iş, güç, hangi biriyle ilgilensin! Zaten o da bir kavgaya karışmış köyde, topuğuna sıkıp öldürmüşler bir hafta sonra. E Gülru da o vakit Nazar’ı doğuruvermişti. Sütü var diye şehre getirdiler Rehiye’yi. Emzirdi, büyüttü, alıştı bizimle kaldı yetim. Ne yapalım, kader işte! Okutuyorum kızcağızı, ileride bir muallime olur bir şey olur belki de kurtarır geleceğimizi. Şimdi ben olmasam belki de çoktan evlenmiş, eline iki çocuk vermişlerdi bu yaşında. Tarlada, bağda, bahçede koyun otlatır, bebelerini emzirirdi. İnsanlık ölmüşken bu kızcağızı sokağa mı atsaydım? Siz söyleyin Cüneyt Bey..."

Cüneyt Kenter ile ilk kez, o an göz göze geldim.

Gözleri, buğulu bir camdan yansımamı izlemek gibiydi. Mavi diyemeyeceğim kadar aydınlık, gri diyemeyeceğim kadar da renkli ve parlaktı. Karşımdaki buzdan farksız bu gözler üzerimdeyken, yerimden hareket edemedim. Eniştemin lakırdıları beni öyle utandırdı ki, paltomla göğüslerimi örtmek gibi içgüdüsel bir kaygının çelmesine takıldım. Sebebini bilmediğim bir kasvet o bir çift gözle ciğerlerime oturuvermişti. Gözlerini benden ayırmadan, “En iyisini yapmışsınız.” dedi, enişteminkine hiç benzemeyen düzgün bir Türkçe ile. "Bu ülkenin sizin gibi kadınlara kıymet veren, tahsil tutkusuyla yanıp tutuşan, merhametli devlet adamlarına ihtiyacı var. Tebrik ederim Rahmi Bey."

Eniştem duymaktan hoşnut olduğu bu övgülere boyun eğerken, masanın bir ucundaki halama kaş göz hareketiyle bir şeyler ima etti. Halamsa beni yanına çağırmak yerine her nedense benim ayağıma kendi geldi.

"Firuzeler şalvarla çıkmasın. Bir rezillik daha kaldıramam." dedi alnını ovalayarak. Birdenbire tüm diriliğini yitirmiş, resmen karşımda hâlsiz düşmüştü. "Halacığına merhamet et de bugün servisi sen yapıver Rehiye. Vallahi bir aksilik daha kaldıramam, düşüp bayılırım yoksa. Şimdi sofraya oturursan da görgüsüzlük olur, mektep üniformasıyla bir de. Allah’ım Ya Rabbim… Kokmuyorsundur inşallah. Sen içeride yiyiver bugün. Paltonu da çıkart. Neyse... Şalvardan iyidir. Hadi kızım!"

"Tabii halacığım." dedim uyuşuk bir sesle. Kendimi eskaza koklarsam, banyoya girmeden nasıl duracaktım şimdi? "Sen hiç üzülme, ben hemen halledeceğim."

Kollarımdaki emanetleri güzelce misafir odasına bırakıp aceleyle mutfağa geçtim. Halamın buyruklarını aynen kalfalara ilettim. İlk baş itiraz etseler de, bugün hayli fırça yediklerinden seslerini çıkartma cüreti göstermediler. Hatta işimi kolaylaştırmak adına her şeyi tepsilere hazır edip servisimi hazırladılar.

"Rehiye?" dedi Türkan Abla. Sırtımı sıvazlarken çenesini başıma yasladı. "Ağladın mı, ağlıyor musun yoksa sen?"

Yemekleri benimle birlikte tabaklara dolduran kalfalara baktım. "Yok, abla." dedim cansız bir tebessümle. "O da nereden çıktı-"

"Ağlamış bu kız ağlamış..." dedi Belkıs Abla uzaktan. Elleri belinde, topallayarak yamacıma sokuldu. "Ne diye ağladın kız sen, söyle bakayım? Hanımım mı bir şey dedi yoksa? E bize de şalvar giymeyin diyor biz ağlıyor muyuz kız! Yoksa... Rahmi Bey mi bir şey dedi?"

"Ağlamadım ki Belkıs Ablacığım..." dedim çorba kâselerini doldururken. "Nermin'in yanından geldim ya, belki ondan ağlamışımdır biraz. Hem eniştem ne desin ki? O kızmaz bana."

Firuze Abla dediklerimi cımbızla ayıklayarak, "E Nermin’i anası çıkartmıyor ki evden?" diye sordu bana. "Nasıl gördün kızcağızı?"

Yanlarından süzülüp tezgâhın başında yüzüme azıcık su tuttum ki, yaşaran gözlerimi hatırlarından silsinler. "Pencereden görüştük Firuze Abla."

"Ee nasılmış bari kızcağız?"

"İyi." dedim. "Çok ama çok iyi."

"Ay sen götürmesen mi acaba Rehiye... Hanımım buyurdu evet de, Rahmi Bey kızacak-"

Masadan aldığım tepsiyi tam içeriye götürecektim ki kaşlarımı çatarak Türkan Abla'yı dürtükleyen diğer kalfalara baktım. "Niye öyle diyorsunuz ki?" Adım adım onlara yaklaştım. "Bir şey var değil mi? Zaten eniştem bana niye kızsın ki…"

Bir müddet bana verecekleri cevabı içlerinde kararlaştırdılar. En nihayetinde konuşma cesaretini bulan yine Türkan Abla oldu. "E neden olacak... Kızların yaşı aldı başını gidiyor." dedi diğerlerinden de kabul görmek ister gibi. "Hadi Nazar senin gibi talebe. Ama diğerleri... Mektep yok, iş yok, güç yok. E enişten de haklı, Metin Bey gibi bir talip dururken evermek istiyor bir tanesini. Cüneyt Bey'le sıkı fıkı olmak istiyor zaar."

Bu duyduklarım beni daha da feci, hayallerden uzak bir karanlığa sapladı. Yutkunurken mutfağın mermerlerini seyrediyordum. "Hayırlısı olsun." dedim sakin sakin. "Hem... Belki evlenirlerse yataklardan biri boşalır. Belki bana da bir oda yaparlar. Bence de evlensinler değil mi, Firuze Abla?"

Üzüntümü hissetmiş olacak ki Belkıs Abla tombul parmaklarıyla saçlarımı okşadı. "Sen ne diye üzülüyorsun be kız?" Diğerleri de etrafımı sarınca, gözyaşı dökmemek artık daha da güçleşmişti. "En güzeli, en tatlısı sensin diye sokmuyorlar seni içeriye. Üzülmen değil, sevinmen gerek kuzum."

"Tabii ya!" dedi Türkan Abla da. "Metin Bey'in aklı sende kalırsa bu huysuzlarla bir ömür burada nasıl yaşarız biz? O yüzden çağırmıyorlar ya seni!"

Ağlıyor olmama rağmen beni güldürmeyi başarmışlardı. Tüm bunlar bir yana, benimle latife ettiklerinin farkındaydım ben. Gözümün gördüğünü, yüreğimin hissetmediğini en iyi ben bilirdim. Metin Bey'in bende ne aklı, ne de gözü vardı. Ben onun için elini öpmeye dahi değer görmediği bir hizmetçiden, bir askılıktan başka bir şey olamazdım. Fakat yıllardır içimde yeşeren bu ümidi, nasıl bir çırpıda üzerimden atıp kurtulabilirdim?

Beni ayakta tutan, kapana kısılmış yaşamıma nefes aldıran bu aşk; sadece tek bir düş kırıklığına kurban edeceğim kadar zayıf düşemezdi yüreğimde. Belki şimdi fark etmemişti beni, ancak nereden biliyordum onun da bir gün beni sevmeyeceğini?

Muhakkak ki Metin Kenter zamanın neresinde olursam olayım bir gün beni, benim onu sevdiğimden bile daha çok sevecekti.

Şimdi olmasa da. Elbet bir gün sevecekti.

Neredeyse bir-iki saat boyu Metin Kenter’i yalnız sofra servislerinde gördüm. Bir ihtiyaçları varsa diye başlarında bile bekledim, ancak yılların ardından ilk kez bir tek ben hizmet ediyor olmama rağmen Metin Bey başını çevirip bana bakmadı bile. Beni kasti olarak görmezden geldiğini düşünmeye bile başladım, ne var ki tatlı servisini bitirdiğimde ufacık bir şey yaşandı.

Yanlarına her gelişimde sofrada rahatsız edici bir sessizlik peyda oluyordu. Bu suskunluğu, “Yeğeniniz de pek hamaratmış. Kalfalarınıza iş bırakmadı.” diyerek bozdu Cüneyt Bey.

Mutfağa girip kaderime küsmek üzereydim. Ellerimde kalan boş bakır tepsiye sarılırken, bahsim beni olduğum yere çivilemişti. Mutfak kapısının eşiğinde, Cüneyt Kenter’e ve de ardına dönmek suretiyle istihfafla beni süzen ev ahalisini baktım. Metin Bey, başını tabağından kaldırmaksızın sütlacını kaşıklıyordu. Eniştemle göz göze geldiğim gibi bakışlarımı yere indirdim. Sanki böyle bir şey demesini isteyen bendim.

Eniştem, “T-tabii canım…” dedi lokmasını yutarken. Elini bana uzattıktan sonra iskemlesinden sarkıttı. “Valla Gülru çok ısrar ediyor. Otur kızım, yapma kızım diye ama kanında var kızcağızın. Çalışmadan duramıyor işte-”

“Kızlarınız onun kadar hamarat değil zannederim.” Cüneyt Bey, ağır ağır kelimelerini bitirdiğinde bir kadehe doldurulmuş ayranını yudumladı. “Yahut kendi evlerinde misafir gibi yaşatılmaya pek bir alışmışlar.”

Eniştem ile halam, masanın iki ucundan birbirlerine bakarlarken kızlar masanın altında bacaklarını çimdiklemekle meşguldüler. Tam o esnada Metin Kenter başını kaldırmaksızın bir homurtu patlatarak babasının sözlerine güldü. Her nedense bu gülüş biçimini Üsküdarlı’ya pek benzettim. Sanki bir şeyle alay edermiş yahut alayı edilen meselede parmağı olsun istermiş gibi küstah, lakayt bir gülüştü bu.

Ne diyeceğimi, ne karşılık vereceğimi şaşırdım. Bu benim için bir lütuftu. Bana bakmamıştı belki ama bana değil, benim için gülmüştü birilerine.

Eğer orada kalmaya devam etseydim başıma büyük bir bela alırdım. Bu sebepten hakkımda konuşulanlara kulak vermeden mutfağa döndüm. Misafirlerimizin tatlı keyfi bittikten, kahve faslına geçeceğim ana kadar bulaşıkları yıkayıp kalfaların yanında kalmayı tercih ettim. Ne de olsa masaya oturmam münasip görülmemişti ve bu lafın üzerine habire ayakaltında dolanırsam, halama hak etmediği bir isyan bayrağı çekmiş olurdum.

“Rahmi Bey de az değil ki…” diyorlardı içeri girdiğimde. Herhalde benden bahsediyorlar, birileri benim dile dökemediğim ama farkında olduğum meseleleri konuşuyor diyordum ki: “Tarık’ı bir rahat bırakmıyor.” diye ekledi Belkıs Abla. Kulak kesildim.

Firuze Abla öksürerek, "He kız abla." dedi önündeki sütlacı kaşıklarken. Bir an dikkati dağıldı beni görünce. "Türkan, salona geçtiklerinde sen git de sofrayı topla. Rehiye az dinlensin. Yahu zaten edebinden içeriye girdiği yok çocuğun. Gel diyoruz geliyor, git diyoruz gidiyor. Pazara çık diyoruz, işini gücünü bırakıyor pazarlık düzüyor. Sofraya bile oturmuyor ki yavrum."

"Benim içim gidiyor, ana yüreği işte. Benim Muhittin'im gibi buncağız da. Sabırlı kuzum. Acaba hanımıma desek de evde bir yer mi açsak şu Tarık'a?" dedi Belkıs Abla. "Gönlüm el vermiyor o körpecik, tek odalı ahırda yaşamasına. Biz kadın başımıza tek bir odaya sığışamaz mıyız kız? Elbet yemek gönderiyoruz, besliyoruz da o evde tek başına ne yaşıyor bu çocuk bilmiyoruz ki! Zaten tüm gün sokakta, gazete dağıtıyor, mektup topluyor, bir de koca köşkün işine yetişiyor. E Rahmi Bey, İstanbul'a da salmıyor ki çocuğu gitsin memleketine. Evlenmekte de gözü yok garibimin, e askere de gidecek yaşı geliyor, aramıza alsak da yalnız kalmasa mı acaba?"

"E abarttın sen de abla. Oldu olacak altını da bağla yanında uyut, kazık kadar oldu ayol-"

“Sen ne anlarsın analıktan, bakarım ben yavruma-”

"Elimizde büyüdü diye kıyamıyoruz, hâlâ çocuk geliyor gözümüze ama kaç yaşına geldi oğlan abla gözünü seveyim. Az evvel sen dedin, askere gidecek yaşı geliyor diye. Olur mu öyle! Kuzenleri olsa da kaç tane kız var içeride. Hepsine de nikâh düşüyor, e nefis bu insan karşı koyamaz ki aynı otakta. Ay aman, Allah korusun! Vallahi hakkı var Rahmi Bey'in, en iyisini yapıyor eve sokmamakla. Ne güzel hiç alışmadılar birbirlerine."

"Ne olacakmış kız nikâh düşüyor diye. Tarık bakar mı bu huysuzlara! Hadi Fahriye’m koca kız oldu. Diğerleri? Vallahi Yecüc’le Mecüc mübarek, Rabbim affetsin…" Hepimiz güldük. "Yok, yok… Ben razı değilim dışarıda kalmasına yavrumun. O evin rutubetini siz görmediniz zaar. Rahmetli Cemil Efendi de ciğerinden mevta olmuştu. Yavrumun da nefesi kesiliyordur o evde belli, hiç durmuyor içeride. Habire pedal çevirmeye çıkıyor geceleri. Görüyorum ben kurban olurum. Bari Üsküdar'a dönse? Hem artık bizimkiler çocuk değil ya, bakılmaya muhtaç değiller nasıl olsa. Biz de yetiyoruz evin işine hamdolsun. Desek de geri mi dönse acaba İstanbul'a ha? Kaç senedir burada bize çalışıyor garibim, gençliği çürüyüp gidiyor vallahi kıyamıyorum. Kız Türkan, git de tıklat şunun kapısını. Hazır Rahmi Bey de salona geçecek, gelsin bu akşam burada yesin yemeğini. Hadi be kızım.”

Türkan Abla yemek masasından getirdiği kirli tabakları yıkamam için bana teslim ettikten sonra bir koşu sokağa fırladı. Belkıs Abla perdeyi aralayarak onları seyretti. İçeriye geri döndüğünde Üsküdarlı’nın yemeği köşkte yememek için çok direttiğini ama bir yolunu bulup onu ikna ettiğini söyledi. Aramızdaki son muhabbet de bir hayli tatsızdı. Şimdi karşıma geçse ve bana sofraya neden benim hizmet ettiğimi sual etse, ona ne cevap vereceğimi bilmiyordum.

Türkan Abla, "Demeyim dedim, diyeceğim. Aramızda kalsın ama Tarık da geri dönmek istiyor İstanbul'a." dedi nefes nefese sedire kurulurken. Dikkatimi ona vereceğim derken neredeyse yıkadığım tabağı kırıyordum. "Geçen gece su içmeye diye kalkmıştım, kapının önünde dayısıyla konuşurken işitir gibi oldum kazayla. Dayı gideyim artık, askere gitme yaşım geçti, birliğe teslim olmadan bir kez göreyim annemi, dedi de Rahmi Bey katiyen müsaade etmedi. Ben biliyorum senin orada ne yapacağını, ispiyoncu seni... Otur kapımın önünde gözümün önünden ayrılma, dedi. Vallahi iki kulağımlan duydum."

"Neden ki?" diye sordum aniden. Bu duyduklarım çocukluğumdan bu yana yanıtını hep merak ettiğim sualleri hatırlatmıştı bana. Üsküdarlı, niçin hâlâ Ankara'daydı ki? "Ama erkek o, niçin eniştemden müsaade istiyor? Dilediği yere gitmekte özgür değil mi?”

"Bacısı yüzünden, neden olacak." dedi Belkıs Abla. "E biliyor Tarık'ı. İstanbul'a varır varmaz anasının yanına gidecek, bir gören olunca da çocuğun üzerine sonra da Rahmi Bey'in namına yapışacaklar. Devlet adamının bacısı-”

“Abla…”

“Aman işte. Boş ver Rehiye’m. Sen koru namusunu, diğerleri gibi olma. Yanında Tarık olmadan öyle tanımadığın erkeklerle ahbaplık edeyim deme sakın. Nasibinde varsa beyin tutar elinden alır seni zaten. Sakın acele edeyim deme. Öptüreyim deme, koklatayım deme, dokandırayım-"

“Ne oluyor ya?” Üsküdarlı mutfağa girdiği gibi içerinin tüm havası değişti. “Bu ne biçim muhabbet böyle-”

“Ah yavrum…” dedi Belkıs Abla, ayaklanıp Üsküdarlı’nın beline sarıldı. Her zamanki gibi eniştemin kız kardeşinin bahsi alelacele ortalıktan kaldırılmış, hakkında konuşulan yakışıksız şeyler oğluna gösterilen süslü ilgiyle örtbas edilmişti. “Şey diyordum Rehiye’ye…”

“Tamam ya, latife ettim ben. Beni alakadar etmez.”

Üsküdarlı ceketini, sırtını yasladığı divana serdi. Başındaki şapkayı biraz kaldırıp parmaklarıyla saçlarını taradı ve yerine geri yerleştirdi. Ben bulaşıkları yıkarken Firuze Abla, Üsküdarlı’ya ayaküstü bir sofra hazırlamıştı. İçeride olduğu süre zarfında onunla hiç konuşmamayı, hatta mümkünse göz göze dahi gelmemeyi kafama koymuştum. Ardıma dönmüyor, yalnızca işimle meşgul oluyordum. Onlarsa kahkahalar ata ata Üsküdarlı’ya gülüyor, kimisi omuzuna vuruyor, kimisi sırtını sıvazlıyor, kimisi ise biten tabağını yeniden doldurmayı teklif ediyordu. Bir ara gülmekten o kadar çok, ama o kadar çok katıldılar ki bu vaziyetten ben bile huzursuz olmuştum. Hatta nispet yapar gibi durmadan manasız manasız şakalar uydurup kalfaları güldürmesinin sebebiyetini dahi kendi üzerime alınmak gibi bir ahmaklık yaptım. Ne de olsa ona gülmeyen bir tek bendim.

Ve de içeriye dalıp bu samimiyete son veren eniştem.

“Ulan…” Mutfağa sızıp kapıyı itinayla kapatarak gürültüyü bastırdı. Kalfalara tam kızacaktı ki, sedirde patlıcana ekmek banan yeğenini gördü. “Ne işin var senin burada?”

Üsküdarlı, istifini bozmadan lokmasını ağır ağır çiğnedi. Yemeğin yağına bulanmış iki parmağıyla masayı gösterdi. “Yemek yiyorum, hayırdır. Ne oldu?”

“İnnallahe meassabirin…” Eniştem dudaklarını bastırdı, yumruklarını ardına sakladı. “Yahu az sessiz yiyemiyor musun? Ne bu lak lak, ne bu gürültü! Misafirim var yahu, misafir!”

“İyi bağırma o zaman-”

“Enişteciğim b-ben kahve kaynatıyorum size şimdi…” diye böldüm münakaşalarını. Gözlerimi belerterek Üsküdarlı’yı susturdum. “Siz içeri geçin, ben hemen getireceğim.”

Eniştem derin derin soludu, gene sabır diledi Allah’tan. Nihayet salona geri dönüyor diye umutlanmıştım ki, Üsküdarlı’nın gömleğini az çekiştirip, “Üstüne başına çekidüzen ver. Madem girdin içeri, selam vereceksin.” dedi. “Cüneyt Bey seni sorup durdu zaten.”

Beni mi?” dedi Üsküdarlı alnını kırıştırarak. “Herife bak, nerede görmüş beni de-”

“Yahu usturuplu konuş be çocuk!” dedi eniştem, kapıyı araladı ve saydıra saydıra yanımızdan kayboldu. “Ben bahsettim, nereden bilecek! Oğlum olsa senin adını mı zikrederim ben! Bin tane kadın var evde ulan!”

Kapı kapandı ve çıt çıkartmadan hepimiz gözlerimizle konuştuk. Üsküdarlı sakin sakin yemeğini yerken; Türkan Abla şık bir tepsi aramaya, Firuze Abla holdeki vitrinden takım fincanlarımızı çıkartmaya, Belkıs Abla ise kilerde serinlettiği baklava tepsisini almak üzere yanımızdan ayrıldı. Üsküdarlı ile misafirlerin kahvelerini kaynatırken istemeden de olsa baş başa kaldık.

Bir ara gözlerim ateşin dalgalarına dalıp gitti. Farkında olmadan, “Sence ben firavun faresine mi benziyorum?” diye sordum ona.

“Ne?” dedi hayretle. “Kim dedi bunu?”

“Kim dediyse dedi.” Yaslandığım duvardan doğrulup ona baktım, ağzı tıka basa doluydu. “Erkek olduğundan soruyorum sana. Benziyor muyum, benzemiyor muyum? Acımasız ol.”

“Şöyle söyleyeyim, ben daha çok benziyorum.”

Köpükleri fincanlara eşit pay ettiğimden emin olunca, Metin Bey’in kahvesini cezvede bırakıp Üsküdarlı’nın karşısına oturdum. “Bana küstün mü?”

Peçeteyle dudaklarını sakladığına göre tebessüm etmemek için zor dayanıyordu. Ellerini bağdaştırıp dirseklerini masaya dayadı. “Küseyim mi?”

Masanın altından dizlerini tekmeledim. “Latife etme işte…” dedim. “Sen bana küsersen ben yaşayamam.”

“Bal gibi de yaşarsın.”

“Yaşayamam.” Bağdaştırdığı kollarından birini tuttum. “Sen benim en sevdiğim insansın. Seninle konuşmadan bir gün bile geçiremem ki ben.”

“Bak bak...” dedi alayla. “Metin Kenter ne zamandan beri vazifesinden kovuldu da sıra bana geldi-”

“Öyle değil. O âşık olduğum insan, sense en sevdiğim insansın. İkisi farklı şeyler-”

“Hadi geveleme de söyle.” Uykusu gelmişçesine gözleri seğirmeye başlamıştı. “Sohbet mi ettiniz? Bu kadar neşeli olmana şaşmamalı.”

Ellerimle kıkırtılarımı bastırdım. Ona Cüneyt Bey’in sofrada söylediği şeyi ve Metin Bey’in verdiği tepkiyi aynen taklit ederek anlattım. Fakat bu onu benim kadar heyecanlandırmamış gibiydi, aksine, “Sen niye hizmet ediyorsun bunlara ya?” diye yanıtını veremeyeceğim bir soru sordu.

“Of! Ben ne anlatıyorum, sen diyorsun! Belkıs Abla önlüğe sığamıyormuş-”

“Ne?”

“Ay unut bunu, söylemedim say.” dedim. “Üsküdarlı… Sence hoşlanır mı benden? Sen erkeksin, anlarsın. Sence böyle gülen biri benim farkımdadır değil mi? Bugün öyle bahtsız bir günümdeyim ki hem uçuğum çıktı, hem de firavun fareleriyle akraba olduğumu düşünmeye başladım.”

“Rehiye, kahve-”

Kendime saydıra saydıra yerimden fırladım. “Eyvah… Dibi tutmuş bunun!”

“Tamam onu bana ver sen, Metin Bey’e taze kaynat.”

“Ama acı olmuştur bu içilmez ki…”

“Bir şey olmaz.” dedi yanıma gelerek. Nereden bulduğunu bilmediğim bir bezle yere dökülen kahveleri sildi. “Zaten bende çarpıntı-”

“Ay hayır! Onunla silinir mi, masaya seriyoruz onu, dantel o!”

Üsküdarlı çömeldiği yerden kalkıp elindeki örtünün kahveli nakışlarına baktı. “Tamam. Yıkarız geçer-”

“Geçmez! Dantel o… Kaynar suyla silsem büzüşecek, anca kuruyunca arap sabunuyla yıkayabilirim. Çitilediğimde bile telveleri kalır! Düğümleri de çözülecek, sapsarı kalacaklar... Halam o takımı çok seviyordu, şimdi ben ne diyeceğim-”

“Rehiye.” Alçak sesi, gürültümü bastırmaya kâfi gelmişti. “Tamam.” dedi ensemi huylandırarak. “Kızarsa kızsın. Ben yaptım. Sen değil. Hallederiz ne olacak.”

Parmaklarım kaşınan saç diplerime gitti. Gözlerimi ondan kaçırdım. Üsküdarlı ise danteli suya tutmayı denedi, ama dikkatimin hâlâ yapacağı hatalarda olduğunu sezdiğinden pes edip tezgâha bıraktı. Ceketini aldı ve omuzlarına geçirdi.

“Sana iyilik yapayım, ödeşelim.” dedi gözlerimi yakalamaya çalışarak. “Ben içeri gireceğim şimdi, Metin Bey’le sohbet etmeyi deneyeceğim-”

“Yok-”

“Dur da bir dinle.” dedi. “Yarışmayı kimin kazandığını öğrenmeye çalışayım. Ya da karar verip vermediğini işte. Ne bileyim. Ne sorayım? Ne istersin?”

Darılmasın diye teklifini kabul ettim. “Yarışmayı sorma, üzülüyorum.” dedim.

“Ne sorayım o vakit?”

Düşündüm. “Kahveyi beğenip beğenmediğini sor.” diye gülümsedim omuzlarımı kaldırarak. “Ama ben gittikten sonra. Ben varım diye övsün istemem.”

O da gülümsedi. Başını sallayıp, “Tamam. Onu sorayım.” dedi ve gitti.

Baklava tabaklarıyla kaynattığım kahveleri anca iki serviste salona götürebildim. Cüneyt Bey ve Metin Bey, salondaki tekli berjerlere oturmuştu. Kızlar ve halam bir kanepeye, eniştem ise Cüneyt Bey’in yanındaki diğer kanepeye yerleşmişti. Ben ikinci gelişimde halamlara kahvelerini takdim ederken, “Sen de otur kızım.” diye bir ses işittim. Başımı kaldıramıyordum, sıra halamın kahvesindeydi.

Rehiye mi?” dedi halam. Bir bana, bir de misafirine baktı. Dudaklarına belirip kaybolan, tutukluk yapmış bir tebessüm yerleşmişti. “İlahi Cüneyt Beyciğim… Rehiye ufak daha. Cahildir o. Şimdi kazayla patavatsız bir lakırdı eder-”

Bir sultanın huzurundan ayrılıyormuşçasına boynumu büküp gerisin geri salondan çıkmaya hazırlandım, ama Cüneyt Bey, “Küçük kızınızla akran değiller miydi?” diye sorarak kalmamda ısrarcı oldu. “Otursun. Cümbür cemaat olalım. Bir koltuk boşta.”

Halamdan icazet almak için gözlerine bakmıştım, ama o karşı kanepedeki eşine bakıyor ve kahvesini yudumluyordu. Bu kez oturmamı buyuran Cüneyt Kenter’e baktım. Gözlerini yumdu ve başını eğdi, oturmamı söyledi. Peşinden oğluna baktım. Eli çenesinde, bacak bacak üstüne atmıştı. Pantolonunun kumaşını kazıyan o asık suratında, âşık olduğum Metin Kenter’i görünce hemen kanepenin ucuna oturdum. O sırada salona Üsküdarlı girdi. Oturduğumu görünce bana sebebini sorarcasına kaşlarını çatıp göz kırptı. Üstüne başına çeki düzen verdiğine göre bunca vakittir lavabodaydı.

Önce herkese selam verdi. Erkek kısmı, eniştem de dâhil olmak üzere ayağa kalktılar. Metin Kenter, göz teması kurmadan Üsküdarlı’nın uzattığı eli kuru kuru sıktı. Sıra Cüneyt Kenter’e geldiğinde ise pek çok kere el sıkıştılar.

"Efendim, yeğenim Tarık." diye takdim etti eniştem, onlar el ele tutuşurken. "Kız kardeşimin oğlu olur. Babası daha doğmadan evvel vefat etti, e anası perişan tabii... Kadın başına nasıl bakacak erkek çocuğuna değil mi efendim? Çalışsa eli iş tutmaz, e hadi çalıştı diyelim el kadar bebeğe kim bakacak! Ben nasıl işi gücü bırakıp gideyim Üsküdar'a! Hanım da o vakitler benim büyük kızı doğurmuştu. E büyüyünce de tuttum ben de elinden tabii. Erkek çocuğu bırakılır mı öyle anasıyla bir başına, vallahi ana kuzusu olur çıkar efendim! Siz söyleyin... Bıraksa mıydım yetim öksüzü? Burada gözümün önünde, erkeklerin içinde büyümesin de ne yapsın efendim?"

Cüneyt Bey, ayakta uzun uzun Üsküdarlı’yı seyretti. Kısık gözleriyle baştan ayağa, karşısındaki bu yabancı delikanlıyı didik didik inceledi. Belki yerinde bir tabir olmayabilir, amma velâkin ben arkadaşımın üzerinde gezinen bu bakışlarda gayriihtiyari bir huzursuzluk, hatta biraz biraz da tiksinti hissetmiştim. O gün, evden birinin küçümseneceği hissi zaten en başından beri içimdeydi.

Eniştem yine o tertip öksürüğüyle henüz ağzını bıçak açmayan yeğenini hizaya çekmeye çalıştı. Üsküdarlı ise selamlaşma merasiminin ardından eniştemle benim arama oturdu.

Sanki tüm derdimiz buymuş gibi ona fısıldadım. İlgimi, kimseyi seyretmeyen Metin Kenter’den alamıyordum. “Sehpadaki kahve senin bak, enişteme yanık denk gelmesin-

“Delikanlı ne işle meşgul?” diye sordu Cüneyt Bey.

“O mu? Ufaklıktan beri çalışıyor o. Merkez Postane’sine soktum. Dayılık vazifesi işte… Kuryelik yapıyor haftanın dört günü. Geri kalanında da içeride çalışıyor.”

Kahveyi şimdi mi sorayım, sen gidince mi?

“Tahsil gördü mü?”

Tabii ki de sorma! Artık tövbe çıkamam salondan, Cüneyt Bey tembihledi oturmamı.

“Y-yok efendim. Okumadı. Tutturdu okumam da, okumam diye. E ben sana imkân sundum be çocuk? Elinin tersiyle itilir mi gül gibi tahsil imkânı-”

Bence sen buradayken sormak en güzeli. Baksana, canından bezmiş herif.

“Şapkasına pek düşkün herhalde. Hiç çıkartmadı.”

O, onun her zamanki hâli. Sorarsak tersleyebilir de. Hem baksana… Bir yudum bile almamış kahvesinden daha. Boşa çabalarız.

“Tarık. Şapkanı çıkart evladım. Misafirlerimize ayıp oluyor.”

Yok be, ama başka bir şey de sorabilirim istersen-

“Tarık.”

İkimiz de yerimizden sıçradık. Aynı anda başımızı kanepenin köşesinde oturan enişteme döndüğümüzde; yüzüne gergin bir tebessüm takınmış, ardındaki Cüneyt Bey’i ima ediyordu.

Misafirimiz. Diyor ki, pek düşkün herhalde şapkasına. Hiç çıkartmıyor.” Üsküdarlı tek kaşını kaldırıp indirdi. Dayısını dinlerken istemsizce çenesi kabarmıştı. “Vallahi çok söyledim Cüneyt Bey. Taktığı da erkek şapkası olsa bari... Çok dedim, madem süslenmeye meraklısın e in çarşıya, al parayı, kendine şöyle şık, her kılığına uygun bir fötr şapka al, diye. Ama dinleyen kim? Kadın şapkası yahu! Hâlen çürüyüp gitmedi ya ben ona şaşıyorum. Varlık içinde yokluk çekmeye düşkün bu çocuk vallahi! Altına batırsan, mektebe götürsen nafile! Ruhu gariban.”

Metin Bey elini çenesinden kaldırmadan, sohbete dâhil olmak ister gibi, “Sonbahar için fazla yazlık bir şapka tercihi değil mi?” diye sordu.

Üsküdarlı ansızın gardını aldı. “Sizde kıymeti olan şeyleri hep mevsimlerine göre mi ayırırsınız?”

“Her yerde kadın şapkası mı takarsın böyle?” dedi Cüneyt Bey de. Yüzünde hiçbir duygu, hiçbir sıcaklık yoktu. Sadece gülüyordu. “Yoksa kadın gibi görünmeye karşı doğuştan gelen bir zaafın mı var?”

Hepimiz nefesimizi tuttuk. Benim gibi o da, eniştem de böyle bir karşılığı beklemiyordu. Fakat ikisinin aksine, Üsküdarlı yeniden bir kaşını kaldırıp indirmiş, ona yöneltilen bu suale soğuk bir tebessümle karşılık vermişti.

Zira o, böyle şeylerden utanan yahut birinin ricasıyla kendini kökünden değiştirme mecburiyeti hisseden biri değildi. Nasıl göründüğünün, nasıl giyindiğinin bir önemi yoktu. O nasıl olmak istiyorsa, öyle olurdu. Lâkin misafirimizin bilmediği ve de eniştemin çok çok iyi bildiği bir huyu vardı; Üsküdarlı, gördüğümüz en inatçı insandı. Etrafımızdaki kimsenin ondaki laf cambazlığına, kışkırtıcı tahrik gücüne sahip olmadığının farkındaydı.

Bir tartışmanın içinde o varsa, eniştem orada olsun ya da olmasın, her daim kazanan olacağını bilmenin rahatlığını takınırdı.

“Bir şeyi takarken hangi cinse ait olduğuna bakmıyorum ben. Babamın şapkasıydı.” dedi. “Ama illa merak ediyorsanız oğlunuz hanımlarla alakalı suallerinizi benden daha iyi yanıtlayacaktır. Ne de olsa kadınların müptelası olduğu magazin mecmualarını her ay icra eden kendisi. Bense sadece Üsküdarlı bir balıkçının oğluyum.”

Onu koruyabilmek için kulağına bir şeyler fısıldamaya yeltendim, ama halam gözlerini dikmiş bizi seyrederken yerimden dahi kıpırdayamadım. Enişteme baktım. Bu vaziyete müthiş kızacağını sanıyordum ancak hayli gerildiğini, kırışık alnından terler boşandığını gördüm.

“T-Tarık. Çıkart şapkanı, hadi.” dedi göstermelik bir tebessüm ile. Sehpadaki süslü peçetelerden biriyle yüzünü kuruluyor, kravatını gevşetiyordu.

Üsküdarlı kendisine yapılan bu saygısızlığa geri adım atmamakta kararlıydı. Gözlerini dikmiş, eniştemin kıymetli misafirlerine bakıyordu.

Eniştem gene, “Tarık.” diye yineledi buyruğunu. Yeğeninin kendisini işitmediğini düşündüğünden, elini Üsküdarlı’nın bacağına yerleştirdi. Kalkmaması için avucunun içiyle, elini diz kapağına kaydırdı. Üç kere dizine vurdu. “O şapkayı çıkart.”

Üsküdarlı, eniştemin elini bacağında hisseder hissetmez anında ona baktı. Şapkası yüzünden ne tepki verdiğini göremiyordum. Eniştemin yüzünde o gergin, suratına ait olmayan tebessüm vardı hâlâ. Ama Üsküdarlı ona her nasıl baktıysa, eniştemin ilk kez yeğenine karşı mahcup tarafta olduğunu hissettim. Çünkü elini hızla bacağından çektiği gibi öksürmeye başlamıştı.

Üsküdarlı?” diye fısıldadım.

Yüzünü döndü ama bana bakmadı. Eniştemle onu aramızda sıkıştırmışız gibi büzüldü, büzüldü ve içine çekildi. Dimdik duran göğsü, omuzları yavaşça yıkıldı. Kaburgaları birbirine geçti. Bacaklarını birleştirdi ve gözlerini kırpmadan yalnız halıyı seyretti. Az evvel latifeleştiğim Üsküdarlı resmen kuş olup uçmuştu. Bedeni yanımdaydı. Lâkin ruhu niçin şapkasının altında kaybolmuştu?

“Efendim, siz bakmayın onun kusuruna. Cahil işte. Sokakta büyüdü. Nereden bilsin edebi adabı…”

Tarık?

“Müsaadenizle.” dedi birden. Sehpayı kenara çekti ve hır gür çıkartmadan salondan çıktı.

O an enişteme, en kötü halama bakıp müsaade almam gerekirdi ancak bu hâline hiç alışık değildim. Kimseden müsaade istemeksizin peşinden koştum. Seslenişlerime kulak vermedi.

Belki merhamet edip durur diye, “Üsküdarlı!” diye seslendim peşinden.

Askıdaki paltosunu almadan kapıya uzandı. Fakat dışarıya adımını atamadı. Dehşet içinde ardına sakladım. Bir gün bu anın geleceğini hep biliyordum. Gelen Suzi Hanım’dı.

“Tarık… Tarık, yardım edin.” diye sayıkladı ellerini uzatarak. Burnu kızarmış, güzelim sarı saçlarını çalı süpürgesi gibi birbirine girmişti. Sırılsıklam ağlıyordu. Üsküdarlı, ona uzanan elleri tuttu. “Yardım edin-”

“Suzi Hanım? Ne bu hâliniz?”

“Tarık…” dedi yeniden. “Nermin… Nermin kendini asmış.”


౨ৎ

Bu bölümü bitiren herkesi tebrik ediyorum.

Çok uzun bir zamandır Siyah Gözlere'yi kısaltmaya ve uzattığım kısımlarını hikayeyi zenginleştirecek ayrıntılarına yüklemeye çalışıyordum. (Evet, anca bu kadar kısaldı.) Çünkü kitabı arka planda pek çok kere baştan yazdım ve ilk beş bölümde istediğim tadı hiç alamamıştım. Ama şimdi çok şükür ki çok memnunum.

Bu bölümü 10 iq ile bir gece yarısı atıyorum. 23 yaşıma günler kaldı ve ben hayatta bir b*k olmayı başaramadım. Yüzümde histerik bir gülüş var ve yakında Joker'e dönüşeceğim.


Bana ulaşmak için *-*,

Instragram: rahelkatipoglu & azizerup

Sizi seviyorum, öteki bölümde görüşmek üzere <3

(Aylar sonra yani :P

Friendly Fire sjsj)




Yorumlar

Popüler Yayınlar