Siyah Gözlere, 2. Bölüm: "Rehiye Ağaçlıtepe"
SİYAH GÖZLERE
౨ৎ
"Bir yer yatağında,
çocuğuz bir anda,
omzun evin benim."
Koşuyolu, Nilipek
İKİNCİ BÖLÜM: "REHİYE AĞAÇLITEPE"
I. FASIL
“Ben & Hakkımdaki Her Şey”
౨
Rehiye Ağaçlıtepe
Ankara, 1951
Ne vakit kendimi
yitirsem, beni bir korkum ve de bir tutkum kucaklar.
Tutkum, yeni yeni
devlet işlerine karışan eniştem Rahmi Bey'in yüksek sosyeteye dâhil olma
arzusuyla hiç utanıp arlanmaksızın her güz vakti ısrarla köşkümüze davet
ettiği; o genç, alaylı dudaklarından dahi zarafet damlayan, pembe bindallı cici
bici odalarında kendisinin Kenter
mecmuasından çıkacak tek bir resmine yana yakıla susamış gencecik kızların
biriciği, meşhur, yakışıklı Metin Kenter'dir. Onun aşkına, masmavi gözlerindeki
cüretkâr bakışlarına layık olabilme umududur.
Korkum ise pek yakında,
on sekiz yaşıma basar basmaz öleceğim gerçeğidir.
Kanıtlayabileceğimden
şüpheliyim. Lâkin buna her şeyden çok eminim: ne ilk kez yaşadım, ne de ilk kez öldüm.
Detaylarını,
mucizelerini, imkânsızlıklarını ve de hemen hemen bazı kısımlarını pekiyi
hatırlamamakla birlikte, bana ait olmayan hayatlarımla ilgili mühim hadiseleri
seyretmeye zannederim mektep çağlarımdayken geçirdiğim bir havale sonrasında başladım.
Pek bahtlı bir çocuk
olmadığımı biliyorum. Annem doğduğum günün gecesi memelerini keserek kendini
öldürmüş. Babamın ailesi ona zır deli
dermiş fakat oğulları da pek aklı baliğ bir kimse değilmiş, doğduğum hafta
muhatabı olmadığı bir kavgaya karışıp kendi ölümüne sebebiyet vermiş. Daha
gözlerimi bile açamadan hem yetim, hem de öksüz kalmışım. Karla kaplı bir
Aralık ayı. Annemden başka lohusa, benden başka da bir bebek yok. Öyle zamansız
doğmuşum ki babaannem bana bir sütanne bulamadığından, içten içe telef
olacağımı kabullenmek mecburiyetinde kalmış. Kemikleri sayılan, çelimsiz bir
bebekmişim. Ya hep böyleymişim, ya da vaktinden erken doğmuşum. Söylemediler.
Her ne olduysa, ailesiyle
kati surette görüşmeyen ve kendine köydeki geçmişinden uzak, modern bir yaşam
inşa eden halam babaannemin ısrarlarına boyun eğmiş. Kuzenim Nazar’ı doğuralı
dört ay oluyormuş, bol bol sütü varmış. Amma velâkin yanına, Ankara’ya gönderilme meselemi bana da
haklı gelen sebeplerle epey iteleyip durmuş. Art arda hamile kalmış; hem doğum,
hem de düşükler yapmış. Üç kızından en büyüğü anca dört yaşına varabilmişken
eve bir çocuğun, daha doğrusu ilgiye ve süte muhtaç ağlak bir bebeğin gelmesi
halamın hayatını cehenneme çevirirmiş.
Babaannem, kızını her
nasıl korkuttuysa iki haftalıkken şehre; Altındağ’a gönderilmişim. Emeklemeye
başladığım gibi o da vefat edince gidecek kimsem kalmamış. Mecburiyetten ömrümü
ve gençliğimi köye gönderilmeksizin halamın Ankara’daki köşkünde geçirmeme müsaade
edilmiş.
Başıma gelen esrarlı
rüyaların evvelinde, hayatımı kelimenin tam manasıyla sessiz olarak tanımlarım. Zira öyleydi.
Durgun, içine kapanık,
zayıf bir kız çocuğuydum. Kimi vakitler kafamın içerisinden dahi bir düşünce
geçmez, nefesim başımın duvarlarında çarpa çarpa rüzgâra karışırdı. Üç kız
kuzenimin arasında varla yok arası, gürültüsüz bir yaşam sürüyordum. On yaşıma
kadar güçbela konuşmuşum. Ağzımdan çıkanlardan ne yapmak istediğim yahut neye
ihtiyaç duyduğum anlaşılmazmış, konuştuğum vakitlerde de halamın tabiriyle mıy mıy mıy kelimeleri ağzımda hatta
burnumda yuvarlar, mütemadiyen kekelermişim.
“Rehiye’yi de mi
mektebe yazdıracaksın?” Halam bir gece yarısı, eniştemin kucağındaki evrak
kâğıtlarına bakarken elleriyle dizlerini dövüyordu. Salonda gizlice
konuşmaktaydılar. Kaç yaşında olduğumu sorarsanız mümkün değil söyleyemem,
hatırlamıyorum. “Allah aşkına Rahmi, biz savaşın ortasında dört kızı nasıl
okutacağız hiç düşündün mü sen? Ne lüzumu var! Kız çocuğu bunlar, kız!
Dizimizin dibinde oturmaları icap eder. Tahsil görse nerede çalışacak, çalışsa…
Evine kim bakacak! Hadi Fahriye zeki bir çocuk, o istisna, muallimleri de
okusun diyor. Hadi diyelim Gülizar’la Nazar da ablalarına çekmiştir. Yahu…”
Fısıldayarak salonun kapısını kolaçan etti. Çünkü kimseyle irtibat
kuramadığımdan, onu mütemadiyen işittiğimi ve geceleri ruh gibi etrafta
gezdiğimi biliyordu. “Rehiye zeki bir
kız mı sence? Senin kızların gibi mi? Basbayağı aklı geri onun. Gözüne bakan
anlar yahu, şahit gerekmez! Aklı beş karış havada. Kaç yaşına geldi el kadar
bebeler bile konuşuyor. O? Daha iki kelimeyi bir araya getiremiyor ki gitsin
mektebe! Besledim, büyüttüm bir de okumasıyla yazmasıyla uğraşacağım… Anası
kılıklı işte. Konuşmayı sökene kadar canımdan can alır, hangi muallim uğraşır
onunla Rahmi, hay Allah’ım Ya Rabbim! Otursun dizimin dibinde de bana yardım
etsin-”
“Yahu el âlem demeyecek
mi kızlarınızı okuttunuz, yetiminizi niçin okutmadınız diye? Adıma leke mi
sürdüreyim-”
“Bize ne canım el âlemden!
Yetim benim yetimim, kız benim kızım. Hepsini ben büyüttüm, besledim. İcap
ederse istikbaline de ben karar
veririm. Gören de haset ediyorum sanır, yahu ben Rehiye’yi tanıyorum. Avucumun
içi gibi iyi biliyorum onu. O kız mümkün değil okuyamaz.”
Halam, söylediklerinde
haksız sayılmazdı.
Ben sahiden de mektebe
gitmeye hazır bir çocuk değildim. Sütkardeşim Nazar’la yaşıttık, fakat aramızda
öyle görkemli bir fark vardı ki peş peşe doğduğumuza ben dahi kimse inanmazdı.
Bir kere görünüşlerimiz bile çok farklıydı. O, etine dolgun, esmerce ve uzun
bir kızdı; bense onun aksine sarışın ve tıfıl oluşumdan mütevellit, beti benzi
atmış hastalıklı bir görünüme sahiptim. Onunla yan yana geldiğimde, aylarca
ağzıma ekmek koymamışım gibi entarimin üzerinden kemiklerim sayılırdı. Aramızda
değil dört ay, neredeyse dört sene olduğunu düşündüğüm vakitler bile olmuştur.
Nazar, aslında halamın
sandığının aksine okumakta niyetli değildi. Süsüne düşkün, az biraz çatlak ve
dedikoduyu seven bir tabiatı vardı. Ağırbaşlı değildi, ama ablası Fahriye gibi
idrak kabiliyeti yüksek bir çocuktu. Bu onu her manada, benden ötelere
sürükleyen bir lütuf gibiydi. Çevresini keşfedebilen, insanların maksatlarını
hissedip birbirinden ayırt edebilen cingöz bir kızdı. Azıcık çabalaması, bir
şeyde muvaffak olabilmesi için kâfiydi.
Çünkü ona mütemadiyen
uzatılan bir el vardı. Annesinin, babasının, hiç değilse ablalarının eli. Bense
onun aksine halamın değil, taşralı kalfalarımızın elinde büyümüştüm.
Oturmayı, kalkmayı,
edebi, adabı halamın hâkimiyeti altında öğrenmediğimden sık sık gözlerine
batardım. Hiçbir taşkınlık yapmamama, sokakta oyun eden çocuklara karşılık
yalnız merdiven basamaklarına kurulup yamalı bebeklerimle sessiz sessiz günümü
gün etmeme rağmen sanki Ankara’nın tüm tozunu toprağını yutmuşum ve türlü
bataklıklara girip çıkmışım gibi halamın nezdinde bir türlü kabul görmezdim.
Evin içine girdiğim gibi entarimin dantel yakalıklarından tutar, oradan oraya
savurur, herkesin içinde mahrem falan dinlemeden üzerimi çırılçıplak soyar ve
beni kaynar suyla çitilemek üzere hamama sürüklerdi.
O yaşlarımdaki en
korktuğum şeyin, halamın dikkatini kazanmak olduğunu anımsıyorum. Beni fark
ettiği anda, içinde sakladığı öfkeyi benden çıkartmak gibi kendine çaresiz bir alışkanlık
edinmişti çünkü.
Eniştemin lafına laf
söylerse kendi dayak yerdi. Kalfaları her gün durmaksızın azarlasa, sessizce
boyun eğeceklerini bildiğinden içi rahatlamazdı. Kızlar eniştemin biriciğiydi,
zaten kendi de toz konduramazdı onlara. Hâliyle baştan ayağa ona ait olan tek şey bendim. Hıncını benden
çıkartmayı kendine hak bellemişti.
Ağlayacağı vakitleri,
kirlendiğimi düşündüğü anlara denk getirirdi. “Bu hâlin ne senin Rehiye!” derdi
içeri girdiğim gibi. Bebeklerimin kafasından tutup bir köşeye fırlatır; beni
ise yakaladığı gibi köşkün daracık hamamına sokar ve çitilerdi. Yaz, kış demeden.
Şömine yanıyor mu, ısınabilecek miyim, bunları dert etmezdi. Sanrılarının
aksine tertemiz bir çocuk olmama rağmen tenimin keselerden yırtılması onu
alakadar etmezdi. Halam kaynar suların içinde eniştemden gizli, gözyaşlarını
tazeler; esasında beni değil, kendini kendinden çitilerdi. Bense Firuze
Abla’nın bedenime sürdüğü merhemlerin ateşiyle rüyasız uykularıma dalar,
sabahları şen şakrak mektebe götürülen kuzenlerimin seslerine uyanırdım.
Onların ne kadar
büyüdüğünü, ne kadar serpildiğini seyreder; içimde, dile getiremediğim tüm
kelimelerle kendi on yaşımla konuşur, dostça kavga ederdim.
“Baba bak! Ne yazmayı
öğrendim...” Nazar her akşam yemeğinin ardından enişteme bir yığın parşömen
uzatır, ona mektepte talim ettiği el yazısını gösterirdi. Eniştem ise o
vakitler yeni yeni parti işlerine karışmıştı. Kızlarını vakti zamanında mektebe
yazdırmanın dâhiyane bir hamle olduğunu düşünüyordu, çünkü evvelinde kızların
okumasını lüzumsuz bulan sığ bir görüşü vardı. Bilhassa ufak kızı Nazar’ı böyle
anlarda sıkça pohpohlar, kucağında havalara uçurur ve takdir ederdi.
“Fahriye’nin derslerini bile okuyabiliyormuşum, muallimem öyle dedi…”
“Fahriye değil kara kızım, Fahriye ablam…”
“Of baba…” derdi Nazar
da, gözlerini devirip babasını yakalarından silkelerdi. “Sen dediğimi duydun
mu? Fahriye’nin derslerini bile okuyabiliyorum diyorum sana! Niçin
sevinmiyorsun! Rehiye daha konuşmayı bile bilmiyor ben neleri okuyabiliyorum!”
Her daim olduğu gibi
işittiğim bu lakırdıları da içime atardım. Zira duyduklarımı dışarıya nasıl çıkarabileceğimi
bilmiyordum. Kimse bana bir şey öğretmemiş, öğretmeye de tenezzül etmemişti.
Müthiş bir ihmalin enkazı olarak aralarında gezmekten gayrı hiçbir vasfım
yoktu.
Üsküdarlı ile 1944
yazında tanıştık.
O, on dört bense on
yaşındaydım. Sorsanız, dünyanın nerede
olduğunu bile bilmiyordum.
Senenin ortalarında
Nazar ve Gülizar ilkokul tahsillerini, Fahriye ablam ise ortaokul tahsilini
bitirmek üzereydi. Savaşın tesirini derinden hissediyorduk. Kalfaların
lakırdılarından işittiklerime bakılırsa eniştem hayli dardaydı. Köşkü satmayı
ve daha ufak bir yere kiraya çıkmayı dahi düşündüler, ama her nedense halamın
ısrarları galip geldi.
Bir gün İstanbul’dan
döndüğü bir akşamüzeri, eniştem yanında birini getirdi. Halam da dâhil olmak
üzere hepimiz şaşırdık zira eniştem iş seyahatlerinde yanında sürpriz bir poşetle
bile dönmezdi.
Sokağın başında,
omuzlarına gelen sırık gibi bir çocukla köşkün kapısına yürüdü. Birbirlerinden
birkaç adım uzaklardı, mesafeli bir tavır takınmıştı ikisi de. Çocuğun
hepimizden büyük olduğunu düşündüm ama o da her hâlükârda mektep çağında
olmalıydı. Başına siyah kuşaklı hasır bir şapka takmıştı. Ankara’nın zamansız soğuğunu
hesaba katamamış olmalı ki, paçalarını dizlerine kadar sıvadığı yazlık bir
tulum giymişti. Beyaz, çilli teninde ben
buradayım diyen iri, zeytin gibi koygun gözleri vardı. O kadar siyah, o
kadar gariptiler ki Firuze Abla’nın keten bebeğime diktiği düğmeden gözlere
benzetmiştim onu. Pabuçlarından başını kaldırmayan bu gözler, yolunu kaybetmiş
yahut kâinatın tüm yollarını ezbere biliyormuş gibi kuru bir cesaretle doluydu.
Çenesi kabarıktı. Bir savaşa mı yenilmişti, yoksa birini mi yenmişti; bir türlü
anlayamıyordum.
Halam kaş göz
hareketiyle uzaktan bu işin aslı astarını sordu kocasına, ama şikâyet edecek
cesareti kendinde bulamadı. Ona sual edilmeden köşke bir besleme daha
getirilmişti.
Fakat işin ilginç yanı,
bu besleme bir erkekti.
“Şimdi...” demişti bizi
hizaya çekmek için. Nermin ile ben, korkudan el ele tutuşmuştuk. Gülizar
misafirimizi süzüyordu, Nazar kollarını bağdaştırmıştı ve Fahriye ablamsa bizi
mutfağın penceresinden seyrediyordu. “Bu abinin adı Tarık. Üsküdar’dan geldi.
Bakmayın öyle yahu, tanıyorsunuz siz onu… Kuzeniniz o sizin, kuzeniniz.
Halanızın oğlu.”
“Halamız mı?”
“İyi de… Sen halamız
yok demiştin baba?”
Eniştem boğazını
temizleyerek eşine baktı. “Sen yanlış duymuşsundur güzel kızım. Herkesin bir
halası vardır yahu!” diye kıs kıs güldü. Ama hiçbirimiz ona gülmedik. “Bundan
böyle bu abiniz bizimle kalacak. Ha… Öyle içeride değil ha!” Arkasına dönüp
birkaç ay evvel kiracılardan boşalan müştemilat dairesine baktı. Köşkün at
arabacısı Cemil Amca rahmetli olunca, eniştem daireyi tadilat ettirmiş ve içine
fahiş bir fiyatla kiracı sokmuştu. “Aha da burada kalacak. Ben yokken evin
erkeği olacak. Bir isteğiniz mi var, ekmek mi bitti, domates mi bitti hop…
Tarık’a sesleneceksiniz, alacak. Oldu mu güzel kızım?”
Üsküdarlı hiçbir vakit
evin erkeği olmak gibi bir vazifeyi üstelenemedi. Çünkü Ankara’ya en başından
beri bunun için getirilmemişti.
Varlığına
alışamadığımız bu oğlan çocuğu hayatımıza dâhil olduğu günden beri çalıştırılıyor,
sofraya oturmasına müsaade edilmeden tıpkı bana yapıldığı gibi herhangi bir iş
kitlenerek ayakaltından uzaklaştırılıyordu. Bunca vakittir köşkteki tek erkek
eniştem olduğundan ben de hayatıma birdenbire giren bu yabancı, yeni abimi
diğerleri gibi garipsemekten nasibimi almıştım. Ona nasıl davranacağımı
bilmiyordum. Konuşsam, anlatamayacağımı; gevelesem, dinlemeyeceğimi sanıyordum.
Esasında onun hakkında hep yanılıyordum.
Üsküdarlı bir gün,
bisikletini kapının önündeki lamba direğine yaslarken beni köşkün basamağında
otururken fark etti. İkindi henüz okunmamıştı ama gökyüzündeki altuni günbatımı
çoktan gözlerime bulaşmıştı. Kızlar mektepteydi, Nermin ve annesi çarşıya
gitmişti. Halamsa gündeydi. Ben bu yalnızlığı fırsat bellediğimden bebeklerimi
karşıma dizmiş, Nazar’ın dokunmama katiyen müsaade etmediği porselen çay
fincanlarıyla oynuyordum. Mektepten döndüklerini anladığım gibi onları bir koşu
sandığına geri koyacaktım.
Dudağını tatlı tatlı
büzüp sesini inceltti, “Sen niye burada oturuyorsun bakayım?” dedi bana dikildiği
yerden.
O ana dek biriyle
konuştuğunu hiç görmemiştim, ilaveten dışarıdan bakıldığında insanları muhatap almayı
sevmeyen ketum bir tavrı da vardı. Ona bir yanıt vereceğimi umdu. Bense
hayretle suratına bakıyordum. Şapkasının altındaki terli saçlarını
parmaklarıyla tarayıp kılığını düzeltti. Her nereden geliyorsa sırılsıklam
olmuştu.
Bana yanaşıp, “Soru
sordum ama ben sana.” dedi dikkatimi çekmek için. Bebeklerimin az ötesine
oturdu, ellerini yaşlı bir adamın yorgunluğuyla dizlerinden sarkıttı. “Senin
mektebin olmuyor mu bu saatlerde?”
Başımı iki yana
sallayınca Üsküdarlı kumral kaşlarını çattı.
“Hadi ya…” dedi
doğrularak. “Niyeymiş o? Yoksa bebeklerin sen yokken aç kalır diye mi? Ondan mı
gitmedin bugün?”
Onu bir kez daha
başımla yanıtladım. Ama bu kez, her daim halamın beni takdim ettiği gibi. Elimi
kafa hizamda salladım: Ben deliyim.
Mektebe nasıl giderim?
Kaşları daha da
çatıldı. Aklından ne geçiyordu bilmiyorum fakat kendince derdimin ne olduğunu
anlamaya çalıştı. “Beni tanıyor musun?” diye sordu sonra, başımı salladım.
“Benim adım Ali Tarık. İstanbul’dan geldim ya hani-”
Gözlerimi belerterek
yine başımı salladım. Herhalde tavrımdaki parıltıyı fark etti.
“Bak bak… İstanbul deyince de bir başka baktın
şimdi. Sever misin sen İstanbul’u?” Evet.
Hem de çok severim. “Oradan geldim işte. Üsküdarlıyım ben. Hatta sana bir
sır, babamın soy ismi bile Üsküdarlı’ymış biliyor musun? Ezelden beri
balıkçılarmış-, ya ben sana bunu niye anlatıyorum ki. Şimdi sen söyle. Bak, ben
sana kendimi anlattım. Adımı söyledim, nereli olduğumu söyledim. Sen de bana
anlat kendini.”
Esasında konuşma yetisi
olmayan, ahmak bir çocuk değildim. Yalnızca o kadar ihmal edilmiş ve ezilmiştim
ki, bazı meziyetlerim olmadan doğduğuma inandırılmıştım. Üsküdarlı’ysa benim
aksime yaşından da zeki bir çocuktu. Hangi dünyadan geliyorsa besbelli iyi
eğitilmiş, iyi terbiye edilmişti. Daha benimle kurduğu ilk münasebette sıkıntımı
sezmiş, anlamış ve incitmeden bunu çözmenin bir yolunu bulmuştu.
Ona güçbela
mırıldanarak, “…R-Rehiye.” dedim. Sesimi duyurabilmek için öksürmem gerekmişti.
Birkaç harfi fazla yuvarladığımdan anlamamıştır diye de işaret parmağımı
göğsüme batırdım.
“Rehiye…” dedi çenesini kaşıyarak. “Ne güzel bir isimmiş. Hiç
işitmemiştim.”
Ben de hiç
işitmemiştim. Biraz oturduk. Ona çay koymamı rica etti, ben de önündeki fincana
hayali bir çay ve kurabiye koydum. Hepsini yiyip bitirmiş gibi yaptı.
Bebeklerimin isimlerini sordu. Söyleyemedim. Bana sorduğu hiçbir şeyi cevaplayamadım.
Niçin konuşamadığımı ve
niçin mektebe gönderilmediğimi bilmiyordu. Ama bunu bana doğrudan sormamak
konusunda da kendiyle epey inat etmişti.
Gözlerimizle konuşmaya
o yaşlarda başladık. Benim için çabaladığı yolların ilki epey aptalcaydı, bana
bir kalem ve kâğıt getirdi. Kâğıdın üzerinde bir şeyler çiziliydi, ne olduğunu
anlamadığımı fark edince, “Doğru ya…” dedi. Köşkü kolaçan etti, biraz kayıp
bana yanaştı ve defterine yeni çizikler attı. “Bak bakalım Rehiyecik. Bunu
gördün mü, dağa benziyor değil mi? Ortasına bir de kemer çizdim şimdi. Bu A harfi. Neymiş? Söyle bakayım…”
Ona bakmadan,
baktığımda da tebessüm etmeden duramıyordum. Ellerim çenemde onun kim olduğunu düşünüp
varlığının acayipliğini sorguluyordum. “…A.”
“Aferin sana ya.” dedi.
“Benim ismimin baş harfi bu bak, Ali Tarık, oradan gelsin hatırına. Ankara’nın
da A’sı aynı zamanda. Bak bu da B. Bebeğin B’si. Söyle bakayım.”
Akşam ezanına dek bana
tüm harfleri tek tek söyletti. Bazen kalemi elime verip benzerlerini çizmemi
istedi. Bu benim için zahmetsiz bir şeydi çünkü resim çizmeyi seven bir
çocuktum. Lâkin daha çok öğrettiği harfleri telaffuz etmemi istiyordu benden.
Onları kesiyor, biçiyor, birleştiriyor, kelimeler hâline getirip dile dökmemi
bekliyordu. Bense ona hayranlıkla bakmaktan hiçbir ilerleme gösteremiyordum.
Biri niçin bana bunları öğretiyordu ki? Bu öğrendiklerim neyin nesiydi? Hayatımdaki
bu yeni insan bunca tuhaf şeyi nereden biliyordu?
“Evet… Ben gidiyorum
artık, sana yarına ödev vereceğim. Ödev
nedir biliyor musun? Neyse, izah ederim onu da. Ben gitmeden evvel bana
hatırında kalan bir kelime söylemeni istiyorum. Bu adın olabilir, sevdiğin bir
eşyan olabilir, söylemek istediğin bir cümle olabilir. Beni anlıyorsun, o hâlde
dünyanın tüm cümlelerini kurabilirsin değil mi? Diyebilir misin bana bakayım?
Öğrenip öğrenmediğini böyle anlayacağım.”
Elim çenemde, arsız bir
tebessümle kafamı salladım. Bana döndü ve öğrettiklerinin meyvesini almayı
bekledi gururla. Bunlar, benim ilk gerçek kelimelerim olacaktı.
“Üs-küdarlı…” Ona
duyduğum hayranlığı ifşa edercesine elimle yanağına dokundum. Parmaklarımın
ancak uçları tenine değdi, gerisi havada asılı kaldı. “Çok… İyi.”
Sevinmedi. Sarf ettiğim
tek tük birkaç kelime ansızın onu içine hapsetti. Elini, havadaki elime uzattı;
bileğimden tuttu ve ışıldayan, ıslak, şaşkın gözlerle yüzümdeki tebessümü seyretti.
“A-aferin sana...”
Uzaklara gitmeden biraz düşündü, temiz yürekli bir abi edasıyla kâküllerimin
üzerinden alnımı öptü. Bana bir şeyler fısıldadı: “Sen hepsinden daha akıllısın. Unutma bunu sakın.”
O günden sonra Üsküdarlı’yla
hiç kimseninkine benzemeyen iki emsalsiz dost olduk. Hayatımdaki herkesi
toplasam bir o etmezdi, ama onun
esrarlı hayatında da bir ben var
mıydım? Umurumda dahi değildi.
Üsküdarlı, adildi. Hem
kurnaz bir laf cambazı, hem de kimseyi bile isteye incitmeyen nazik bir
çocuktu. Sevgisinde cömertçe, ama kimi zamansa bunaltıcı derecede ketum ve nazlıydı.
Bakışlarındaki sıcaklık bazen bir arkadaş, bazense abi gibi hissettirdi. Benim
hayallerimde, söylemesi ne utanç verici ki, sığınılası bir baba gibiydi.
Nereye gittiğimi,
günümün nasıl geçtiğini ezbere bilirdi. Tek arkadaşım Nermin’in mahallemizde
bir mürebbiyeyle tahsil gördüğünü öğrenir öğrenmez, onlara akrabalarıma karşı beni
sahiplenmeleri gerektiğini bile bizzat kendisi söylemişti. İşiyle çakışmadığı
vakitler beni kendince ödevlendirirdi. Fakat yanımda olmadığında geriye kalan
her şeyi Nermin ve onun Fransız mürebbiyesi Suzi Hanım sayesinde pekiştirdim.
Zamanla harfleri öğrendim. Onları nasıl birleştireceğimi, nasıl sarf edeceğimi,
mektebe giden bir çocuk gibi sayıları ve şekilleri öğrendim.
Ama en mühimi,
konuşmayı öğrendim. Halamın dünyasının başına yıkıldığını fark bile edemedim.
“N-ne demek Rehiye de
mektebe gidecek? Konuştuk biz bunları Rahmi?” demişti halam, hepimiz
sofradaydık. “Yahu… Bitti bile, okuyacağı ne kaldı ki? Nazar ortaokula geçecek,
bu yaşta ilkokula mı başlanır canım… Otursun evde. İyi ne güzel konuşuyor, zil
takıp kutlamak mı gerek illaki-”
Eniştem kravatını
gevşetti, huzursuzluğu oturuş biçimine dahi sirayet etmişti. “Şu karşı
sokaktaki mürebbiye.” dedi keyifsiz keyifsiz. “Sınava tabi tutacakmış. Geçerse,
ortaokula atlayabilirmiş.”
“Ne!” dedi Nazar.
Elindeki çatalı gürültüyle masaya bıraktı. “Ne vakittir mektebe gidiyoruz biz!
O ne hakla bizimle aynı sınıfta okuyabilir!”
“Nazar doğru söylüyor.
Hem el âlemin gâvur mürebbiyesi benim yeğenime ne hakla karışır!” dedi halam.
“Sınava tabi tutulacak da geçecek, hay Allah aşkına! Bu kızlar beş sene okudu,
beş sene! Rehiye nasıl bir senede ortaokula geçiyor-”
“Ben hepinizden daha akıllıyım
çünkü…” dedim art niyetlerinden bihaber. Çatalıma batırdığım koca patatesi gülümseyerek
ağzıma tıktım. “Üsküdarlı öyle söyledi.”
“Üsküdarlı mı?” dedi eniştem. Ona böyle hitap edişimi pek bir alaya alırdı.
“O piç, tövbe tövbe, o kâfirin oğlu ne biliyor da konuşuyor?”
O kâfirin oğlu her şeyi biliyordu.
Etrafındaki herkesten,
her şeyden zekiydi o. Gözlerin ve niyetlerin ardındakini bilir; kimin bir
cevher, kimin bir israf olduğunu tek bir bakışıyla sezebilirdi. Bende gördüğü
ney ise kendisinden mahrum bırakılan tahsil imkânını âdeta avuçlarımın içine
koymuştu. Hiç sevmediği dayısını karşısına almıştı. Beni başından savabilecek
öğretmenlerle, bir poşet domatesin pazarlığını yapar gibi çocuk hâliyle bir bir
konuşmuştu. Beni mektebe başlatabilecek her ihtimali elleriyle kazıyıp önüme sermişti.
Tek bir senemi bile
kaybettirmeden. Benim sahip olduklarıma tek bir gün bile göz değirip hasetlik
etmeden. Çocukluğumun o karanlık yılları, Üsküdarlı bir balıkçının sivri dilli
oğlu sayesinde ardımda kaldı.
Fakat bendeki bu
fevkalade değişim, halamın eziyetlerini garip bir biçimde tetiklemiş, katbekat
arttırmıştı. Sessizliğim vesilesiyle beni çitileyerek derdini kustuğu günlerin
yerini, beni susturmaya çalıştığı günler aldı. Bir vakitler hiç konuşamayan
ben, şimdi de hiç susmuyordum.
“Hala… Canımı
yakıyorsun!”
“Canını mı yakıyorum!” diye
çimdikledi kolumu. Sırılsıklam ağlıyordu. Kim bilir ne için münakaşa
etmişlerdi. “Şu hâlini görmüyor musun sen? Ellerine, tırnaklarına bak. Düğüm düğüm
keçe gibi saçlarına bak! Mektebe gidersen böyle olur işte. Kurtlar, böcekler
yer seni uykunda. Allah büyük… Sözümü dinlemezsen böyle-”
“Ama bugün cumartesi
hala, ben mektepten gelmedim ki. Az evvel sen uyandırdın beni-”
Halam yanağıma okkalı
bir tokat yapıştırdı. Acımdan tam ağlıyordum ki, parmaklarının arasında
dudaklarımı sıkıştırdı. Sesim duyulmasın diye de çeşmeyi sonuna kadar çevirdi.
“O dilini kopartırım. Duydun mu beni?” Benden çok ağladığını görünce sesimi
çıkartmadım. Beni hırpalamasına, kafasındaki dertleri benim hayali kirlerimle
çitilemesine müsaade ettim.
Mektebe gittiğim her
günün akşamı, halam kendiyle birlikte beni de yıkardı. Ne var ki on üçüncü
yaşıma gireceğim sene, buna benzer bir çitileme hadisesinin peşinden bitkin
düşüp havale geçirdim. Aslında bir bakıma her şey tam bu sırada patlak verdi.
Üç gün boyunca
neredeyse ölmemi beklediler. Hiç şüphesiz buna kahrolanlar yalnızca kalfalar ve
Üsküdarlı’ydı.
Başımdan ayrılmayan
kalfalar sabaha çıkamayacağım diye korktuklarından etmedikleri dua, temin
etmedikleri deva kalmamıştı. Halam, en başından beri iyileşeceğimi ummuyordu.
Savaş sebebiyle epey sefil vaziyetteydik, beni hekime götürmek onlar için bir
lükstü ve benden çoktan pes etmeleri bir yana, on üç yaşıma kadar hayatta
kalabilmiş olmam bile bir mucizeydi. Bir deri, bir kemiktim. Suratımda can
yoktu, iştahsızdım. Üsküdarlı’nın ısrarlarıyla Nermin’in hemşire annesi evimize
sokuldu. Ne gülünçtür ki benim ölmemden değil, onun evimize dinini
bulaştırmasından korkuyorlardı. Bedenim öyle zayıfmış ki, vücudum bakterilerle
savaşamıyormuş. İlaçlar bile beni güçlendirmeye kâfi gelmezmiş. Ateşimin, tıpkı
annem gibi, benden aklımı almaması için dua etmeli ve gökten bir mucize
dinmesini beklemeliymişiz.
İlk ölümümü, havale geçirdiğim
gece gördüm.
Bir rüyaydı.
İstanbul’daydım. Daha evvel ayak basmadığım, ama hayaliyle yanıp tutuştuğum o
şehirdeydim.
Kendi hâlinde geçinen,
padişahına ve dinine sadık, hak yemeyen gariban bir tüccarın en küçük kızıydım.
Kalabalık, iki-üç gözü olan, derme çatma bir evdi. Mutfağa doluşan yeni
serpilmiş genç kızlar, onların uzağında eve odun taşıyan delikanlılar ve
kemikleri etine batan, kınalı sakallı, sarıklı, mavi gözlü bir adam vardı.
Garip. Kim olduğunu
bilmiyorum. Ama biliyorum da işte. Ayrıntıların
birer çehresi yok, sadece bir his bırakıyor damağımda.
Babam o adam.
Ablalarım. Abilerim.
İstanbul’dayız ve bir annemiz yok. Göçmüş, gitmiş.
İlk gece yalnız bunları
gördüm. Evimizi, ailemizi ve benim onlardaki yerimi. Her dakika uyandırılıyor,
hamamda soğuk suyla yıkanıp katıla katıla ağlıyordum. Oysa parmaklarımın
uçlarında babamın sakallarını hissedebiliyorum. İçine kâinatın tüm dalgalı
denizlerini sığdıran, o kısık, mahzun bakışlı mavi gözlerini biliyorum. Başımı
boynuna sokup uyukladığımda tenine sinen o ağır sandal kokusunu duyabiliyorum.
Gelip beni kurtarmasını
bekliyorum. Ama nerede olduğumu niçin bilmiyorum?
Üçüncü gece gördüğüm
rüyada öldüm.
Babamın, kalabalık bir
çarşıda ufak bir dükkânı vardı. Kapısının önünde birkaç çocukla oyun ediyordum.
Saraydan taşan müthiş bir kutlama gecelerdir devam ediyordu. Davullar
çalıyor, şarkılar söyleniyordu. Boynuna kobra yılanı dolamış insanlar, yüzleri
boyalı soytarılar, altın saçan adamlar, alkış tutan kadınlar... Derken uzakta,
epey uzakta babamı gördüm. Seslendim, duymadı. Benden ufak bir kızın tasına
limonata dolduruyordu. Başka bir kızdı bu. Ne kardeşimdi, ne de bildiğim
biriydi. Tasından limonatasını içti, babam başını okşadı şefkatle.
Ne hiddetlendim. Oracıkta dünyayı ve dünyadaki tüm
ufak kızları yok etmek istedim.
Bağırdım, gene duymadı. Sahi. O insan cümbüşünün
içerisinde benim vızıltımı duyabilmesi mümkün müydü ki? Yanına gitsem, gidemem.
Çok uzakta. Nasıl fark ettiririm kendimi? Nasıl hissettiririm ona ne denli
öfkelendiğimi?
Belki aklı başına gelir, belki en çok beni sevdiğini ona hatırlatırım
düşüncesiyle saraya yürüyen atların önüne geçtim. Yollarını kesersem, bir
ihtimal belki şenliği durdursam ve biri de çıkıp, “Efendi! Al şu kızını
buradan! Görmüyor musun, ne perişan, besbelli seni istiyor! Sense gitmiş başka
yetimleri doyuruyorsun!” dese, babam benim kıymetimi anlar ve yalnızca benimle
alakadar olur diye ummuştum.
Bacağımın dizimden
itibaren büsbütün benden ayrıldığını, araba tekerlerinin ve de etine dolgun, o
irice atın nallarının karnımı parçaladığını hatırlıyorum. İzdihamın arasında
savrulmuş, bir çamur birikintisine düşmüştüm. Her yerim kir içindeydi. Hayatımı
ve uzvumu kaybettiğimi yaşadığım şaşkınlıktan anlayamadım. Art arda tokat yemiş
gibi bir arbedenin ortasında mahsur kalmıştım. Uzandığım yerden babamı
göremiyordum. Nasıl uyuşuk bir acıydı bu böyle? Nasıl hızlı, resmen nefesimi
kesmek için dörtnala koşuyor içimde. Babamın kalabalığı yarıp niçin herkesin
orada toplandığını anlamasını bekledim. Ancak nefesim yetmedi. Hayatımın son
hadisesi, birine el uzatamayacağım tek bir göz açıp kapayışımda vuku buldu.
Hâlbuki ne de kıskançtım
o gün. Bir baktım, yok oldum.
“Baba…”
“Ah gariban kuzum…”
Türkan Abla bir eliyle ateşime bakıyor, öteki eliyle de sırtıma havlu
sıkıştırıyordu. “Bu kızcağız hâlâ baba diye sayıklıyor abla. Hekime de
götüremedik… Bir şey mi oldu yavrucağa, vallahi affetmem kendimi.”
Kalfalar, Türkan
Abla’nın serzenişine suspus kesilmişti. Zira babasını dünya gözüyle görememiş
bir kız çocuğunun bir babayı sayıklaması karşısında ne diyeceklerini haklı
olarak bilmiyorlardı.
Rüyalar ya da kâbuslar,
isimleri her ney ise peşimi senelerce bırakmadı. İşin sonunda tamamen hasarsız
bir biçimde iyileştim. Amma velâkin bu rüyaların, hastalığımın bende bıraktığı
uğursuz bir emanet olduğunu düşünmeden de edemiyordum. Her yeni yılda yeni
yaşıma girmeden birkaç ay evvel, havale geçirirken gördüklerime çok benzeyen
başka rüyalar görmeye başladım. Bu rüyalarda ben yine bendim, lâkin beni ben yapmayan pek çok unsur da oralarda bir
yerlerdeydi.
Mesela rüyalarımın
ilkinde İstanbul’da, geriye kalanlarında ise şimdiki gibi Ankara’da ikamet
ediyordum. İyi veya kötü bir ailem vardı. Anne ya da baba diye seslendiğim
başkaları. Abi, abla dediğim kardeşlerim. Tıpkı mektepteki arkadaşlarım gibi normal bir hayata sahiptim. Gördüğüm her
rüyamda, o seneki yaşımdaydım. On dört isem, on dört. On beş isem, on beş. Bu
yazılı bir kural değildi. Birileri bana kaç yaşında olduğumu ilahi bir biçimde,
çoğunlukla bir sualin kılığında, hatırlatıp duruyordu.
Biliyordum. Bir histi bu.
Rüyalar birkaç gün
sürer, beni yatağımda debelendirir, kimi zaman altıma kaçırmama bile sebebiyet
verirdi. Zira hepsi, tüm damarlarımda hissedebildiğim dehşetli birer ölümle
nihayet bulurdu.
Birisinde öyle kaçınılamaz
bir yaşama sahiptim ki, hiç düşünmeden kendimi damdan aşağıya fırlatmakta
çareyi buldum. Kimisinde kendimi boğar, ahırda tavana asardım. Hiçbirisinde tek
bir kere güldüğümü, gezip tozduğumu yahut yaşadığım diyarlardan ayrılıp gençliğimin
sefasını sürdüğümü hatırlamıyorum. Şimdi olduğum kişinin aksine ben hayli
bedbaht, kederli bir kızdım. Büsbütün olmasa da, cahil birer çocuk sayılırdım.
Rüyalarımın bahsini
açtığım ilk kişi, Nermin’di.
Nermin, mahallemizin
başındaki iki katlı kâgir[u1] bir evde hemşire annesi ve Fransız mürebbiyesiyle
yaşayan, hâli vakti yerinde, İzmirli, Hristiyan bir kızdı. Hekim
babası, birkaç sene evvel intihar etmişti. Onun ölümünün ardından ailesi oradan
oraya savrulmuş, Anadolu’ya yerleşip kendilerine yeni bir hayat kurmuştu.
“Bu çok acayip Rehiye…”
Mürebbiyesi Suzi Hanım’ın demlediği ıhlamurları yudumluyorduk. Ben içmiş
numarası yapıp fincanımı sehpaya geri bırakıyordum. Piyano talimi on ikiden
sonra başlardı ve ben ıhlamurlardan nefret ederdim. “Yani şimdi sen… Hep aynı rüyayı mı görüyorsun? Bu ne demek
olabilir ki?”
“Aynı rüya değil!” diye
itiraz ettim. Sesimi, annesi Meral Hanım’a duyurmamak için bilhassa
alçaltmıştım. Gevezeliğimden tıpkı halam gibi hoşlanmazdı. Ağırbaşlı, ketum bir
kadındı o. “Farklı rüyalar bunlar.
Hepsinde ölüyorum ve hepsinde başka biriyim.”
Nermin beni yanıtsız
bıraktı, ince parmakları piyanosundaki birkaç beyaz tuşa yapışmıştı. Boyuna
düşündü. Meraklı suratının gölgesine doğru fısıldadım:
“Bir insan kaç kez ölür
Nermin?”
Cevabını bilmediğine emin
olmama rağmen benden büyük oluşuna sığınmıştım. İyice düşündükten sonra, “Önce
kaç kere yaşadığını hesap etmek gerekir.” gibi manasız bir karşılık verdi.
İkimiz de cahil ve aptaldık. Fakat besbelli Nermin daha az cahildi benden.
Cümlesini bitirir bitirmez aklında bir yıldız parladı, kısa bir an için
gözlerinin önünde süzülüşünü seyretti. “Tabii ya…”
Topuklu kırmızı rugan
pabuçlarını parkelere vura vura üst kata çıktı. Yanıma döndüğünde elinde zar
zor taşıdığı ciltli, kalın bir kitap vardı. Bu büyüklükteki bir kitabın ancak
bir ansiklopedi olabileceğini düşündüm. Gözleri, içinde ne aradığını
biliyormuşçasına dolandı. En nihayetinde sayfanın üstünde parmağını şıklatıp
Fransızca bir şey geveledi.
“Reincarnation.”
“Rey ne?”
Benim anlayacağım dilden
anlatmanın bir yolunu bulamayınca, “Babamın kitabı bu. Ölmeden evvel hep böyle
şeyler okurdu, yaşımdan ötürü anlam veremezdim ama okuyabiliyorum artık. Geçen hafta
tam da bu kısmı okumuştum. Kenarlarına epey not almış, baksana.” dedi. “Ruhun
beden değiştirmesi gibi bir şey. Tenasüh gibi.”
“Tenasüh mü?” dedim. “O ne demek ki, ben onu bilmiyorum Nermin…”
“Şey gibi… Nasıl desem…
Ben de pekiyi bilmiyorum sanırım.” Elindeki kitapta sualimi yanıtlayacak bir
metin olmadığından aklının sayfalarını karıştırdı. “Misal. Ben ölüyorum, sonra
yeniden doğuyorum ama ben, ben
olmuyorum. Bir… Çay yaprağı oluyorum. Ihlamur yaprağı.”
“Ihlamur yaprağı mı?”
“Ya da bir kedi. Nasıl
yaşadığına bağlı. Kimi kötü insanların ölümden sonra bir yere gitmediklerini,
cezalandırılmak için taşa ya da yılanlara dönüştüklerini duymuştum. Öyle bir
şey bu dediğim.”
“Kötü insanlar taşa, iyi
insanlar da ıhlamura mı dönüşüyor ölünce?”
Nermin işaret parmağıyla
alnımı itti. “Hayır, şapşal…” dedi ciddiyetini bozup. “Misal dedim ya.”
Bu dediklerini epey
düşündüm, çok geçmeden benim suallerime yaraşır bir yanıt alamadığıma
hükmettim. “Kitapta okuduğun neydi peki?” diye sordum. “Re ile başlayan…”
“Reincarnation.” Kitabı
piyano tuşlarının üzerine yasladığında birkaç ahenksiz nota fırladı. Parmağıyla
babasının el yazısını işaretleyerek evvela içinden çevirdi, sonra da bana dışından
okudu. “Reincarnation, insan ruhunun
ölümden sonra başka bir bedende tekrar dünyaya gelmesi inancıdır, diyor
burada. Çok eski bir inanışmış. Hindistan’da, Mısır’da ve eski Yunan’da
görülüyormuş.”
“İnsan neden böyle bir
şeye inanır ki?”
“Bilmem. Demek ki senin
düşlerinde gördüklerini gören başka kimseler de var.”
“Peki ama… Neden?” diye sordum. “Bir insan niçin
düşlerinde yeniden doğup fena vaziyetlerde öldüğünü görür ki Nermin… Öleceksem
niçin yeni baştan doğuyorum? Doğuyorsam niçin tekrar ölüyorum?”
Sıkıntılı bir nefes aldı.
Piyano talimine olsa olsa birkaç dakika kalmıştı. Suallerime bir çare
bulamamanın endişesiyle babasının el yazısına dokundu. Sanki ondan yardım
istemişti. “Eksik olan, tamamlanmak için
geri döner. Yarım bırakanın yazgısı,
döngüde kaybolmaktadır. Tabakta neyi bıraktıysan, dönüp onu yemek
mecburiyetindesin. Çürüse bile.” Alayla güldü buna. “Babam yazmış.” İkimiz
de hiçbir şey anlamamıştık. “Bilemiyorum… Belki de sen yaşaman icap edeni
yaşayamadığın için ödüllendirildin? Belki de Tanrı sana hazin sonlarını telafi
edecek bir armağan verdi Rehiye.”
“Beni her yeni yaşımda
neden öldürmeye devam ediyor o vakit-”
“Rehiye!” diye bastırdı
sesimi. “Büyük günah, deme öyle. Bir sebebi vardır muhakkak.”
“O vakit neden sebebini
söylemiyor bana!”
Nermin, yenilmek üzere
olduğu bu savaşta aklına ilk geleni söyledi. “Ama sana rüyalar gösteriyor?”
dedi çaresizce. “Yolunu kaybetmemen için ardında ekmek kırıntıları bırakıyor.
Ya hiç haber etmeden öldürseydi? Bizim gibi…”
Pençesine takıldığım bu
esrarlı hadisenin sahiden de akla yatan bir gerekçesi var mıydı, bilemiyorum.
Nermin inancını sorgulama pahasına bana gönülden inanıyordu. Lâkin
birilerinin bana inandığını bilsem bile, bu bana bir türlü kâfi gelmiyordu.
Sorularımın ya daha evvel bir soranı yoktu, ya da cevapları hiç yaratılmamış
gibi belirsiz ve bulanıktı.
O kitabın kapağını bir
daha hiç açmadık. Nermin gördüğüm rüyalardan gayrısını deşmedi ve bense bu
gizemi çözme arzumu o gün, o salonda bırakıp gittim.
1951 güzüne dek, bu da
yaklaşık beş rüya eder, geçmiş yaşamım olduğuna hükmettiğim bu ölüm sahnelerini
yılda birer kere olmak üzere görmeye devam ettim. Her yeni yaşımın arifesinde,
gireceğim yaşın hazin vedasını seyrediyor ve giderek daha da içime
gömülüyordum. Benim kadar yaşama düşkün, gülmeyi, eğlenmeyi seven, yerinde
duramayan bir kız çocuğunun kendi ölümlerini seyretmesi kadar dehşetli bir şey
yoktu.
Amma velâkin,
o sene başıma şaibeli bir hadise geldi. On sekizinci yaşıma birkaç ay kala,
daha önceki değil, kuvvetle muhtemel daha sonraki
ölümümü gördüm.
Dünya, elbette ki benim
dünyama ait değildi. Geçmişte olduğumu tahmin edebileceğim kadar uzaktaki bir
dünyada da değildim. Birileri mütemadiyen bana en yakın dostumun adıyla, Nermin diye sesleniyordu. Elimdeki metal
bir kutunun sarkan iplerinden sayamadığım kadar şarkı dinliyordum. Daha da
garibi, bu rüyalar diğerleri gibi iki-üç gün sürmemişti. Çok uzun bir müddet bu
kızı, bu kendimi hiçbir gece
ıskalamaksızın düşlerimde görmeye devam ettim.
Kendime benzemiyordum,
uyuşuk ve sıkılgan biriydim. Vaktimi güzelim İstanbul’u gezerek, devasa
otomobillere binip kulağıma nereden uzandığını kestiremediğim şarkıları
dinleyerek geçiriyordum. Uyandıktan sonra gördüklerimi belli belirsiz
hatırlıyor; yalnızca işittiğim şarkıları kelimesi kelimesine, notası notasına anımsayabiliyordum.
Birinin yankısını yahut çığlığını mütemadiyen işitmek gibi, karşı konulamaz bir
hadiseydi.
Ta ki o geceye kadar.
Nermin’in bahsettiği gibi
bir döngü etrafımda geziyorsa bile ya sırası karışmıştı, ya da ben bana ne
olduğu hususunda feci yanılmıştım. On yedi yaşıma kadarki tüm kâbuslarımı
ezbere biliyordum. Hepsi gelmiş ve en nihayetinde geçmişti. Seyretmesi acı
verici dahi olsa beni bekleyen bir tehlike yoktu etrafımda.
Ama on sekizinci ölümüm
neredeydi?
Neden on yediden, direkt
on dokuzuncu yaşıma atlamıştım? Geçmişte, bir yerlerde, hiç ölmemiş miydim on
sekizimde?
Hâliyle
bu keşif, aklımda tek bir suali canlandırdı; on sekizinci yaşıma bastığımda,
muhtemelen öleceğim. O ölüm, bu ölüm.
İşte tam bu noktada, beni
diri tutan tutkumun bahsini etmem gerekir. Ne de olsa o, bana ölümü unutturan yegâne kimsedir.
Metin Kenter hayatıma,
ben on beş yaşındayken girdi.
Mektebe başlayalı öyle
değişmiştim ki ne çenemi tutabiliyor, ne de hayallerimi zapt edebiliyordum.
Halam münasip bir yaşa eriştiğimde uslanabilmem için beni evermekte ve elimi
ayağımı mektepten çekmekte çok istekliydi. Gözlerine hayli batmıştım. Bana
sorsa ben de evlenmek isterdim aslında, tabii beni beklediğini söylediği
görücülerimin yüzünü de görmeme müsaade etseydi. Bana vaat edilen eşler,
görücüye gelen kısmetler kuzenlerime kıyasla hep bizim mahallemizden, bizim
çevremizden kimselerin oğullarıydı. Hayatımı hep evde mi geçirecektim
uslanabilmek için? Mucizeler baba evinden, koca evine taşınınca mı bulurdu kız
çocuklarını?
Ama besbelli benim
mucizem, beni olduğum yerde yakalamıştı.
Metin Bey'i, babasıyla evimize
bir akşam yemeği için davet edildiği sırada görmüş; onun, benim nihai
kurtuluşum olduğuna kanaat getirmiştim. Henüz taze olsalar da o berbat
rüyaların tesirindeydim. Ufacık yaşıma rağmen hayatın güzelliklerini güç bela
ayırt edebiliyor, kafamı kaldırıp da gökyüzüne bakamıyordum. İstikbalim çoktan
çizilmişti. Fakat Metin Bey’in varlığı, beni evleneceğim kişiyi bizzat benim seçebileceğim ihtimaliyle
tanıştırmıştı. O, benim tanıdığım hiçbir kısmete denk değildi. Ondan
hoşlanıyorsam şayet, o vakit niçin benim kaderimi büyüklerim çizmeliydi?
Geziyordu, okuyordu,
dinliyordu. Dans ediyor, yaşıyor ve yaşıyordu. Zihnimde canlandıramayacağım
kadar zengindi, imkân ve tahsil sahibiydi. Her şeyden öte aleladelikten epey
uzak, bakımlı ancak erkekliğini koruyan ağır bir cazibeye sahipti. Boyu benden
çokça uzundu. Kavruk buğday teni, uçları güneşten daha da açılmış ensesi
tıraşlı sarı saçları ve yuvarlarından taşan iri, masmavi gözleri vardı. Hiçbir
şekilde daha evvel gördüğüm erkeklere benzemiyordu. Türk olmasına rağmen
oldukça Avrupai bir siması vardı.
Onun hayatının kalitesi
ve ailecek sahip olduklarının niteliklerine bakınca, daha o gün onun dünyasının
bir parçası olmayı kendime hayal bellemiştim.
Onun eşi olursam, belki
ben de düşlediğim o diğer hanımlar gibi olabilirdim. Elleri bulaşık suyuna
değmemiş, akşama yapacağı yemeğin telaşına düşmemiş, temizlemeyi unuttuğu
kuytular yüzünden hakaret işitmemiş, bir ihtimal hakiki bir tahsil görmüş,
gezmiş, tozmuş, süslenmiş ve kendine bakmış o güzelim hanımlar gibi. Belki
Metin Kenter ile evlenirsem, ben de o kadınlardan biri olabilirdim.
Kenterler, bize daima
baba-oğul ziyarete gelirlerdi.
Babası Cüneyt Kenter; vaktiyle Fransa Konsolosluğu'nda büyük makam
sahiplerinin yanında tercümanlık yapmış, akranlarımın adını sanını pek sık duymadığı
bir yatırımcı, arada bir siyasetçilere destekte bulunan ve de kendi
kültür-edebiyat mecmualarını basan küçük bir yayın şirketinin kurucusuydu.
Cüneyt Bey bu mecmualarda genellikle kendi kaleme aldığı politik fikirleri ve memleket
şiirleri ile tanınırdı; bu şiirlerin altında bizzat kendi çektiği İstanbul
kareleri olurdu. Boğazı, Beyoğlu’nu, Üsküdar’ı, ismi hatırımda olmayan semtleri
ve çoğunlukla şehrin siluetini çekerdi. Onu tanıdığım ilk vakitlerden beri
Fransa'nın başkenti Paris'te ikamet ediyor olmasına rağmen ondaki memleket anlayışının
niçin yalnızca İstanbul’un en Avrupai semtlerine karşılık geldiğine bir türlü anlam
veremezdim. Bu kadar memleket aşığı bir adamın ülkesine senede birkaç kez gelmesi
de tuhafıma giderdi, ancak en nihayetinde kendince bir sıla hasreti çektiğine
hükmetmiştim işte.
Cüneyt Bey'in bir kızı
ve de bir oğlu vardı. En büyük ve tek oğlu Metin Kenter, benden olsa olsa beş
ya da altı yaş büyüktü. Babasının gençlik fotoğrafıymış gibi yanında gezerdi.
Herkesle muhatap
olmazdı. Misafirimiz olduğu vakitler ya başını öne eğer, ya da babasından komut
beklercesine ağzının içine yan gözlerle bakar, o iki dudağın arasından
süzülecek buyrukları yerine getirebilmek üzere cansız bir hâl takınırdı. Metin
Kenter'in, babasına olan bu bağlılığına rağmen hiç de pısırık, çekingen bir
tabiatı yoktu. Bilakis, beni ona âşık eden; kendine pekâlâ güvenen, şımarık,
biraz kurnaz; fakat bir başkası olsa onu benden itecek bu niteliklere rağmen de
insana pek hoş gelen sinsi bir ışıltıya, çekici, aldırmaz bir yaradılışa sahip
olmasıydı.
Cüneyt Kenter'in eşini
ve biricik kızlarını hiçbir vakit yüz yüze yahut yanlarında görmedim. Buna
karşın müstakbel görümcemin benden epey küçük olduğunu, Fransa'da ikamet
ettiğinden Türkçeyi bizler kadar iyi konuşamadığını biliyordum. Öte yandan kız
kardeşinin annesi ile Metin Kenter’in annesi farklı kişilerdi. Cüneyt Kenter o
zamanlarda Fransız bir kadınla evli olduğundan tüm dünyasını Paris’e taşımayı
seçmişti. Halamın sonradan görme sosyete bozması misafirleriyle ettiği
lakırdılardan işittiğim kadarıyla da Metin Kenter tıpkı benim gibi öksüzdü.
Annesini çok ufak yaşta yitirmişti ve benim hayallerimde o, beni anlayacak en
doğru insandı.
Böylelikle Eylül ayına
girdik mi, ıstırap dolu hasret günlerim nihayete ererdi.
Koca bir sene boyu,
ikamet ettiği Paris şehrinden döneceği günü beklediğimden köşkün kalfalarıyla
beraber hep bir elden o akşamki ziyafetin hazırlıklarına katılırdım. Aralarında
birer yaş olan kuzenlerim Nazar, ortancaları Gülizar ve en büyükleri Fahriye ablam
bu hazırlıklara katılmadıkları gibi benimle birlikte sofraya da oturamazlardı.
Onlar odalarında durur yahut kapıdan köşeden Metin Bey'i gözetler, Fahriye
ablam ise bu beyde ne bulduklarını anlayamadığından eline ekşi, yeşil mi yeşil
bir elma kapıp üst kattaki odasında istirahate çekilirdi.
Eniştem Rahmi Bey, tabii
o vakitler biz de pek küçük olduğumuzdan olsa gerek, kızlarının
Kenterler gibi elit, güzide sosyetiklerin huzurunda lüzumsuz lüzumsuz
konuşmalarını istemediğinden; her misafirliğe gelişlerinde evdeki genç
sınıfından kimseyi o sofraya oturtmamak gibi katı bir kural koymuştu.
Ancak Metin Bey'i,
kızların arasında en çok ben görebilirdim.
Çünkü ben, onların bir
parçası değildim. Bana bahşedilen hayatın karşılığında terbiye edilmiş bir
köpek gibi nerede oturacağımı, nerede susacağımı, nerede saklanacağımı ve
nerede, ne ile meşgul olacağımı pekâlâ bilirdim.
Köşkün mutfağı, ne mutlu
ki, yemek salonunun içindeydi. Hâliyle ev halkı, bizim misafirlere görünmemizi
her ne kadar istemeseler de hizmet etmek için sık sık gözlerinin önünden geçmek
mecburiyetindeydik. Tek bir kapı, Metin Kenter’e âşık olmam için tüm sebepleri
yaratmaya kâfi gelmişti. Ancak yaptığım hiçbir hizmet, benim gözlerime
bakmasına sebebiyet veremiyordu. Alakasını cezbetmek, zannedemeyeceğim kadar
zahmetliydi.
Bir gün ben sofrayı toplarken
Rahmi Eniştem şöyle dedi: “Yahu buyurun salonda içelim kahvelerimizi. Ofisim
dardır. Üç adam sığamayız şimdi. Firuze Hanım! Demlenmedi mi bizim çaylar!
Cüneyt Bey’inki şekersiz olsun ona göre! Metin, sen nasıl içersin çayını
oğlum?”
Metin Bey yemek
masasının ardındaki şifonyerin önünde dikilmiş, kıvırdığı dudaklarıyla vazodaki
çiçeklerin yapraklarını okşuyordu. Okşamaktan ziyade buna yolmak da diyebilirdim.
Ukala bir tavırla omuzlarını kaldırdı, “Ben çay sevmem. Kalsın.” dedi. Eniştem
biraz bozulunca Cüneyt Bey uzaktan oğlunun gözlerine baktı. Hiçbir duygu,
hiçbir ima yoktu. Lâkin o bakışların kuvvetiyle Metin Bey sahiden de üzerindeki
sıkılgan hâli bir kenara bıraktı, belki hisleri ve ifadesi büsbütün
değişmemişti ama “Şekerli olsun.” diyecek kıvama getirmişti onu.
Mutfağa girer girmez
herkesin çayını, servisini tam takır hazır ettim. Kalfalar ısrar etse de
dökmeyeceğime dair yeminler ederek elimde bakır bir tepsiyle salona girdim.
Evvela büyüklerin, peşinden de Metin Kenter’in huzurunda dikildim. Bezginliğini
koruyan aheste bir edayla yaslandığı kanepeden doğruldu. Elini tepsiye tam
uzatmıştı ki payına kalanın bir fincan olduğunu gördü. İlk kez, kazayla da olsa
gözlerime o an bakmıştı.
“D-dibek kahvesi.”
Gözlerimi utançla tepsiye indirmiştim. “Belki bunu seversiniz. Damla sakızlı.”
Metin Bey babasına,
sonra ise gözlerimi kaldırdığım an bana baktı. Hiçbir şey demeden sessizce
fincanını aldı, sehpasına koydu ve başıyla teşekkür etti. Ve bense onu senede
bir kez, yalnızca bu kısacık saniyelerde görmeye; elimde bir çiviyle, kendimi
onun hafıza taşlarına kazımaya devam ettim. Herkesin ortasında bir hata
yapmazsam, ya da beni fark etmesine sebebiyet verecek bir adımda bulunmazsam
gözlerine üç saniyeden fazla bakamazdım.
Ama şanslı olmalıydım.
Zira benim biçare hafızamı, Metin Kenter'in kalıcı suretiyle kutsayacak
mucizevi bir hadise gerçekleşti.
Metin Kenter’in ufak
kız kardeşi, Fransa'daki bir güzellik yarışmasının ardından Bayan Şeker mahlası
ile ünlenmiş; bazı bazı sinema filmlerinde de küçük roller almaya başlamıştı.
Pembe kurdeleli sapsarı saçları, allık bocalanmış pembe yanakları, abisine çok
benzeyen masmavi gözleri ve her daim gülümseyen güzel çehresi ile bu çocuğu
muhakkak kimi mecmuaların kapaklarında görüyordum ben de. Bu şöhret öyle
beklenmedik bir zamanda meydana gelmişti ki, benden küçük bir kimsenin bahtına
imrenir olmuştum.
Kenterler hanelerine
giren bu büyük meblağların bir kısmını matbaacılığa yatırdı. Avrupa'daki yüksek
sosyeteden haber getiren, hele ki benim akranlarımın aç susuz takipçisi olacağı
Kenter adını verdikleri bir magazin
mecmuası çıkarttılar. Eniştem Rahmi Bey, daha da zengin olan bu ahbabını
cebinde tutmanın ve de hâlâ evimize girip çıkmasının sevincini yaşıyor iken ben
aşkımın kederi içinde boğuluyor, onu iyileştirmek için kendi ellerimden bir
çare bekliyordum.
Çünkü benim saf, cahil
aklım Metin Kenter'in suratındaki bıkkınlığın sebebini küçük kız kardeşinin
gölgesinde kalmasında buluyordu.
Ona acıyor, merhamet
ediyor, kalbimdeki sevgimin babasının ona gösteremediği şefkati
telafi edebileceğine inanıyordum. Hâlbuki içten içe ben dahi farkındaydım ki
benim aklımda tasavvur ettiğim Metin Kenter, şüphesiz gerçeğinden tamamen
farklı; esasında kedere ve yaşamın acizliklerine karşı pek vurdumduymaz,
ayakları yere basan, hatta gözyaşı dökmeye dahi lüzum görmeyen, yüreği benim
aksime hayli kuvvetli, daha az hisli bir kimseydi.
Lâkin nedendir
bilinmez, belki de ömrümde başka bir sevginin emsalini hiç görmediğimden, ben
de onun Üsküdarlı’sı olmak istemeye başladım.
Ondan ufak olmama rağmen
üzüldüğü vakit bana sarılsın, benim dizlerimde ağlasın ve derdini bir tek bana
anlatsın istiyordum. İstiyordum ki ben bir şekilde onun sığındığı, başını
yasladığı, yüreğindeki esas Metin Kenter'i sakınmadan korkusuzca sergilediği
bir kimse olayım onun için.
Hiçbir şey olmamış,
sanki benim varlığımdan bihaber oluşu beni hiç kırmıyormuş gibi Metin Bey'in
sırf kız kardeşi kendisinden daha da ünlendi, sevildi diye gözlerimin içine
bakmasını; başına gelen bu talihsizlik sebebiyle, benim şefkatime muhtaç kalmasını
ve "Rehiye... Anladım ki böylesi büyük, böylesi benzersiz bir sevgiyi
senin yüreğinden başka kimse veremezmiş bana." demesini arzu ediyordum.
Tabii bu hayallerin
gerçekleşeceğini ummak ne güç… Yalnızca düşlerimde yaşıyordum ben bu hayatı.
Hakikat ise; çıkarttıkları o mecmualardan, köşe yazılarının etrafına
iliştirilen manzara fotoğraflarını kırpmak ve yatağımın altındaki pembe hatıra
kutumun içinde muhafaza etmekten öteye geçemiyordu.
İnsanların burun
kıvırıp sayfalarını çevirdiği o fotoğraflar, benim Ankara'dan kurtulabilmemin
tek yoluydu.
O vakitlerde herhangi
bir fotoğrafın bende bu kadar kıymetinin olmasının sebebi; savaşın kıtlığına
denk gelen çocukluk ve ergenlik hatıralarımı kayda alacak hiçbir şeye sahip
olmayışımdan ileri geliyordu. Resimli gazeteleri bulabilmek şöyle dursun,
gazetenin kendisini basacak kâğıt dahi bulunamıyorken acaba kaç tane hatıram
yitip gitmişti ellerimden? En mutlu anlarımı zihnimde canlandırsam, tıpkı bir
fotoğraf parçası gibi yeniden diriltebilir, gözlerimle bizzat görebilir miydim
kendi gülüşlerimi? Birazcık daha zorlasam hatırımı, çocukken neye benzediğimi
de hatırlayabilir miydim?
Kenter mecmuası, diğer radyo mecmualarına benzemiyordu. Avrupa'daki tifdruk
teknikleriyle basılmış, noktaları sık, belirgin fotoğraflarla bezeli bir
mecmuaydı onlarınkisi. O kadar çok, ama o kadar çok fotoğrafı vardı ki; her
pazartesi Üsküdarlı'nın cebinden yüz yirmi beş kuruş araklayarak aldığım bu
mecmuanın, benim fotoğraflı hatıra albümümden geriye kalır hiçbir yanı yoktu.
O fotoğraflara baktıkça
gözlerimi kapar ve şimdiki gibi Ankara'da değil de, oralarda, uzaklarda olduğumu düşlerdim. Fakat bu
hayallerimi imkânsız kılan şey ne benim bahtsızlığımdı, ne de Metin Bey'in
varlığımdan bihaber oluşuydu.
Ben, uzaklara gidecek
hiçbir imkâna sahip değildim.
Dünya, savaştan çıkalı
epey oluyordu. Avrupa’yı ayakları altında çiğneyen acımasız yokluğun tesiri
unutulmuştu unutulmasına, ancak yine de eniştemin beni sırf gezeyim diye
Paris'e göndereceğini hiç düşünmüyordum. Düşünsem bile, beni oraya gönderecek
parayı bulamazdı. Ben gitsem, ardımdan illaki Nazar ve Gülizar da gelmek
isteyecekti. Ve ben ne kendimle, ne de Metin Bey'in hayaliyle baş başa
kalabilecektim.
İşte ben böyle
çaresizken, sanki Allah'ım benim bu bahtsız yüreğimin sesini duymuş olmalı ki,
bana bir fırsat yarattı.
Metin Bey, on sekizinci
yaşıma gireceğim yıl kısa bir süreliğine İstanbul’a yerleşti. Mecmuasında
müthiş bir yılbaşı balosu tertip edeceğini, baloya dâhil olmak isteyen mecmua
takipçilerini de bir şiir yarışmasına tabii tutacağını duyurdu.
Tek bir kazanan
olacaktı ve o kişi mutlak surette ben olmalıydım.
On sekiz yaşımda. Ansızın
ölmeden evvel hem de.
Sanırım hiç demedim.
Şanssızlığım da, şansım da her daim birdir. Keza ben de yüreği pek güçlü bir
kimse değilim. Üsküdarlı bazen bana enayi der. Ama kırılmam,
çünkü öyleyim sahiden.
1950 güzünde, en yakın
dostum meçhul ve amansız bir hastalığa yakalandı. Öyle ki bende de benzeri olan
o iflah olmaz ölüm korkusu, artık onun da tek hayalini bu baloyu ölmeden evvel
kazanmak hâline getirdi.
Peki, ben ne yaptım?
Üsküdarlı'yı dinlemedim.
Kazanmak uğruna Üsküdarlı’ya
yazdırdığım şiirle ile biricik dostumun şiirlerini takas ettim. Ben mutsuz
ölsem bile bir şekilde yeniden dirileceğimi biliyordum. Ancak onun, yalnızca
tek bir yaşamı vardı: baloyu, Nermin kazanmalıydı.
(Kuzenlerim Gülizar, Nazar ve Fahriye ablam. Köşke gelen her misafir Gülizar ile Nazar'ı hep karıştırır. Ancak Fahriye ablam onlara çekmemiş. Ben onların simasını Üsküdarlı ile çok benzetirim.)
(Bu da Üsküdarlı. Yani Tarık. Bu fotoğrafı hurdalıkta ben çektim ama istemeden yamuk çekmişim.)
(Metin Bey'in Kenter mecmuası)
(Cüneyt ve Metin Kenter)
II. FASIL
"Zavallı ve Enayi Rehiye"
ৎ
Ankara, 1951 Güzü
21 Eylül, Cuma
İnsanoğlunun; yaşamı boyunca
tesirini yürekten hissedeceği meselelerin, hangi ara yaşandığını kestirememek
gibi bir huyu vardır.
Benim kısacık kaderimde
de yaşanacak pek çok hadiseye, o Cuma günü istikamet vermişti.
Tekdüze yaşamımdaki en
keyifli meşguliyetimi, Yedi Kocalı Hürmüz
piyesindeki başrolümü öğretmenlerimin ricası üzerine terk edeli yalnızca birkaç
saat oluyordu. Rüyalarımdaki İstanbul’a veda ettiğim için dargın, akşamüzeri
Metin Kenter’i göreceğim için ise dayanılmaz bir saadetin içerisindeydim.
"Kızlar, kızlar! Tutun
Rehiye’yi, şiirime bakacak sakın gitmesin bir yere!"
Sınıfın aralık
kapısından hepimiz Suzan'ın işittiğimizde; etrafımdaki üç-beş sıra arkadaşım,
uykudan henüz ayılmama rağmen bir müddettir bilinmez bir biçimde hatırıma
sinmeyi başarmış o son dersin bahsi ile kahkahalar eşliğinde alay
geçmekteydiler. Yeşil paltomu büyük bir memnuniyetsizlikle omuzlarıma geçirmiş,
çantamı omuzlamış, bir an evvel evimin yoluna koyulmak üzere sınıftan çıkmaya
hazırlanıyordum.
“Suzan. Bugün olmasa
olmaz mı?” Belki sızlanır, mahcubiyetimi hissettirirsem o günkü mektep sonu
buluşmamızı erteleyebileceğimi düşünmüştüm. Ne de olsa bu buluşmalar en
başından beri benim rızam haricinde gerçekleşiyordu. “Hem… Ben ne anlarım şiirden…
Rica ediyorum benim yerime Nazar’a danışın ne danışacaksanız-”
"Ayol Nazar gitti
ki…" dedi Neslihan.
Gözlerim fal taşı gibi
aralandı. “Gitti mi?” Aynı evde
yaşadığım, aynı sınıfta tahsil gördüğüm, her yere beraber gidip beraber
döndüğüm kuzenim bana haber etmeden nasıl mektepten ayrılabilirdi ki? “İyi de n-nereye
gider ki? Bana hiç haber-”
“Halan gelip aldı.”
dedi Suzan. “Fidan Öğretmen’in dersinde uyuklamaktan göremedin zaar. Hususi
izin yazdırmış kızına, acele işleri mi varmış ne. Ee… Kenterler’i misafir etmek
her evin harcı değil, iş güç biter mi hiç? Besbelli yerleri çitileyecek hamam
böceği.”
Kızlar Nazar’ın
yokluğunu fırsat bilip onun bahsi ile doyasıya alay geçerken, ben aklımda bu
ihtimalin imkânını tarttım. “Halam bana da bugün temizlik için mektebe
gitmememi tembihlemişti. Doğru diyorsun. Doğru diyorsun da, neden beni de
almadılar ki? Nazar geçen gün akşam ezanında eve döndü diye eniştem pek
kızmıştı, acaba ondan mı-”
“Of! Boş versene sen
onu. Hadi, mektepten çıktı herkes. Otur şu iskemleye de şiirlerimizi dinle.”
dedi Suzan. Örülü saçlarını savurup ardında sıraya dizilen arkadaşlarına döndü.
“Kızlar gönderdiniz değil mi şiirleri? Gerçekten araftayım. Yusuf’u görünce
ayaklarım titriyor. Metin Bey’i görünce de karnım gıdıklanıyor. Eski aşkımın
eteklerine gidip resmen yeni aşkımın hasretiyle yazdığım şiiri postaladım
geçen. Acaba kıskanmış mıdır? Ay aman neyse ne! Rehiye. Bana bak. Sence Metin
Bey bu akşam söyler mi size kimin kazandığını?”
İsmini işitir işitmez
yüzümde gülücükler açar sanmıştım, ancak yüreğimde artık bir sebebe hizmet eden
bu burukluk Metin Bey'in sevgisine dahi geçit vermedi içimde. Öylece dışarımda,
kapımın eşiğinde kaldı.
Kızların hiçbirisi,
Metin Kenter’e duyduğum sevgiden haberdar değildi. Bense ondan hoşlanmayan bir
kız rolü kesmek hususunda garip bir inada kapılmıştım. Bu, bir nevi kendimi
muhafaza edebilmenin tek yoluydu.
Kıkırtıların arasında
kesesindeki kuruşları sayan Yıldız, "Ben gönderdim vallahi." dedi.
"Ancak biz göndersek ne olur... Şans Nazar'la Rehiye'nin yüzüne
gülüyor."
Suzan, "Bahsini açma şunun. Zaten zor sabrediyorum."
diye fısıldadı dudaklarını bastırarak. Aralarında geçen lakırdıları işitmemem
için kendince bir çaba göstermişti. "Bugün Cuma tabii, Kenterler geliyor. Biz
yüzünü görebilmek için aylık mecmuasını bekleyelim, Rehiye Hanım canlı canlı seyretsin
gül cemalini. Neyse. Kader, kısmet, nasip. Ne yapalım şans bunun yüzüne- aman, Rehiyeciğimizin
yüzüne güldüyse? Eniştesi Cüneyt Kenter’le ahbap olduğu için pek bahtlı işte.
Neyse ki gönlü yok Metin Bey’de. Bir rakip, bir rakiptir. Rehiye demek, sıfır
rakiptir.”
Suzan, benimle aynı
sınıfta tahsil gören alımlı, işveli bir kızdı; her şeyden öte, Nazar’ın baş
düşmanıydı.
Benden karışlarca uzun,
biçimli, ince bir bedeni ve elle çizilmişçesine zarif, esmerce bir suratı
vardı. Saçları siyah ve küttü, bukleleri tıpkı sınıftaki tüm diğer kızlar gibi
kulak memesinde biter, bir kısmını da kulağının arkasına sıkıştırırdı. Hepimiz Suzan’ı
epey çapkın hâlleri ve dilerse, dünyanın tüm erkeklerini peşine sürebilecek bir
hitabet sihrine sahip olmasıyla bilirdik. Sahiden de gözlerine birkaç saniyeden
fazla baktığı, uzata uzata ismini mırıldandığı yahut o koca kara gözlerini
belertip masumane bir bakışla ricada bulunduğu tüm erkekleri tesiri altına
alabilirdi. Söz konusu Metin Bey’se, o da benim için dişli bir rakipti.
Benden pek haz etmediğini
hissedebiliyordum. Bense ondan haz edip etmediğimi anlayacak kadar kendimi
keşfedememiştim.
“Benim sahiden gitmem
gerek.” dedim. “Biliyorsunuz zaten, yarışmanın mühleti dolalı haftalar oluyor.
Şimdi bana şiirlerinizi okusanız dahi size hanginizin kazanacağını söyleyemem
ben, çünkü… Bilmiyorum. Anlamıyorum! Hepsi kulağıma hoş geliyor, bence hepiniz
kazanabilirsiniz. İlaveten, halam beni köşkte görmezse çok kırılacak. Bugün
mektebe gitmeyip kalfalara yardım etmemi tembihlemişti de dinlemedim. Keşke dinleseydim.
Hem ne aceleniz var ki? Her türlü öğreneceksiniz kimin kazandığını.”
Lise hayatımızın son
senesinde, aklımızda ve kalbimizde olan, istikbalimizin dahi önüne geçmeyi
başaran yegâne şey Metin Bey'in şiir yarışmasıydı.
Dünyamız yalnızca
Ankara’dan oluşuyordu ve bu uğurdaki rakiplerimizin tümünün aynı sınıfta yahut aynı
mektepte barındığımız kızlardan ibaret olduğunu sanıyorduk. Hâlbuki Metin Bey,
ezelden beri adı sanı bilinen, sosyeteye mensup bir ailenin ferdiydi. Bir
ihtimal Türkiye’deki tüm genç hanımların tıpkı bizim gibi bu yarışmaya katılmış
olması bittabi mümkündü.
Edebiyata hiçbir
düşkünlüğü olmayan dostlarım, yarışmanın ilanını mecmuada okudukları günden bu
yana pek çok şairin derlemelerini hatmetmiş, beğendikleri şiirlerin kendi
versiyonlarını yaratmak gibi katakullilere bile başvurmuştu. Gerçekten kendi
şiirini yazan bir ihtimal üç beş kişi vardı. Ve beni -yarışmaya katılmadığımı
zannettiklerinden- şiirlerine, “Ay bu ne güzel bir şeymiş böyle! Metin Bey en
çok buna bayılır!” diyeceğini umdukları bir şiir zabıtı bellemişlerdi. Oysaki
ben bile şiir yazmaya tenezzül etmemiş, garanti olsun diye gidip Üsküdarlı’ya
yazdırtmıştım.
Kızların tüm
ısrarlarına, Suzan’ınsa beni yiyip bitiren hırçın bakışlarına rağmen şiirlerini
bu mektep çıkışında dinleyemeyeceğime dair onları ikna etmeyi başardım. Nazar
benden evvel mektepten ayrıldıysa ve bu kadar geçe kaldıysam bu, halamdan azar işiteceğim
ve koluma takacağım bir dostum olmadığından da yokuş yukarı derbeder olacağım
manasına geliyordu.
“Senin niye suratın
asık?” dedi Suzan. Arkadaşlıklarının bir parçası olmamama rağmen kol kola
girmiş, birlikte boş koridorlarda çıkış kapısına yürüyorduk.
Neslihan benden evvel
lafa girdi, “Piyesten çıkartmışlar.” Gözlerimi yumarak yüzümün aldığı hazin
ifadeyi onlardan sakladım. “Ondan saatlerdir uyuyor ya haspam.”
“Harbi mi kız?” dedi
Suzan dirseğiyle beni dürterek. “Bir patavatsızlık mı yaptın yoksa?”
İnsanın Suzan gibi bir
kimseye karşı kayıtsız kalması yahut kendini müdafaa etmesi mümkün değildi. Lâkin
yine de meselenin gevezeliğim ya da patavatsızlığım olduğunu düşünmelerini
istemiyordum. “Hürmüz’ü oynamak için fazla kısaymışım.” dedim adımlarımı
sayarken. “Haşin kadın rolü bana yakışmıyormuş. O kostümlerin içinde çok… Tatlı görünüyormuşum.”
Bahçeye varır varmaz
içlerinde tuttukları kahkahalarını özgür bıraktılar. Buna çok alındım. Latife
edecek bir şey söylememiş olmama rağmen, o gün her zamankinden daha alıngandım
sanırım. Yanlarında durmayı sürdürdükçe canım öyle daraldı ki, kızların kolları
arasında olmanın beni epey huzursuz hissettirdiğine kanaat getirdim. Onları
kendi hüznümden uzaklaştırmak için dudaklarımdan, “Ben iyisi mi vakitlice
gideyim.” diye bir mırıltı peyda oldu. “Zaten çok geçe kaldım, halam
yetişemedim diye nasıl kızacak. E Nazar da gitmiş, eniştem ise geç çıkıyor
işten. Nazar’ı evde görünce beni de evde zanneder. Şimdiden yürümeye başlasam
yetişirim.”
Yıldız beklenmedik bir
yakınlıkla kolunu, boynuma doladı. “Yetişirsin yetişirsin…” dedi. “Sizin at
arabası seni yetiştirir şimdi.”
Parmağıyla uzattığı
yere baktım. Mektebin büyük demir kapısının eşiğindeydi. Bisikletini gri taş
duvarlara dayamış, kollarını bağdaştırıp bir ağacın altına yaslanmıştı. Hasır
şapkasını çenesine kadar indirdiğinden yüzünü göremiyordum. Gelmesine
şaşırmadım ama ayakta bile duramayacak kadar bitkin oluşu beni şüphelendirmişti.
Ondan epey uzakta,
binanın son basamağındaydık. O kadar ötede bizi nasıl hissettiyse bir tüyden
huylanmış gibi aniden kıpırdandı. Başındaki şapkasını çekti ve beni görünce derhâl
bisikletine doğru ayaklanıp şapkasını başına geri yerleştirdi.
“Ha… Şu İstanbullu
çocuk.” dedi Suzan. İnce dudakları kıvrılırken, saçlarını işaret parmağına
doladı. “Kuzenin miydi?”
“Üsküdarlı mı? Yok,
hayır.” dedim çantamın kayışını yeniden omuzuma geçirirken. “Nazar’ın kuzeni o.
Eniştemin yeğeni işte-”
“Bir ara seni o
bırakıyordu sanki mektebe.” dedi Neslihan.
“Bir ara.” dedim.
“Lazım geldiğinde iyilik ediyor sağ olsun. Onun dışında mümkün değil- Yani…
Eniştem onunla yüz göz olmamıza pek müsaade etmiyor da. Artık dost olunacak yaşı
geçmişiz.” Bunu düşünmeden dile getirdiğim için kendime çok kızdım. Nermin en
iyi, Üsküdarlı ise benim en yakın arkadaşımdı en nihayetinde.
"Acaba bir gün
rica etsem beni de evime kadar bırakır mı sizin Üsküdarlı? Şu bayırları tırmanmaktan telef oluyor bacaklarım. Arkasında
taşısa ya beni-"
"Yok, bırakmaz…”
Bu ani başkaldırışım
Suzan'ın kısık, yumru gözlerini üzerime çektiği gibi diğer tüm arkadaşlarımı da
şaşkına uğratmıştı. Bir köşeye kıstırılacağım korkusundan geri adım attım.
"B-ben o manada
demek istemedim... Suzan, gerçekten o manada demek istemedim! Üsküdarlı beni de
taşımayı sevmez ki, tek başına pedal çevirmekten zevk alır o. Hem boylu poslu
göründüğüne bakmayın, çelimsizdir o zorlanır. Ondan yani. O yüzden dedim ben-"
Suzan, "İyi, iyi tamam canım darılmadım
zaten." deyip beni iki üç adım öteye savuracak bir şiddetle omuzuma vurdu.
"Ama hazır yarışmanın kazananı ilan edilmemişken bir gün ödünç alırım
atını ona göre. Bilirsin ki atların en çok İstanbullu
olanlarını severim."
Kızların hepsi benim bu
alık hâlime kahkahalar atarken ben yalnız zoraki bir gülümseme takındım yüzüme.
Neyi ima ettiğini anlayabilmişim gibi gülüşlerine dâhil olmaya çabaladım.
"E-en iyisi ben
gideyim." dedim sonra da. "Atım beni bekler."
Şayet biraz tenezzül
etse biricik arkadaşımı da peşinde koşturabileceğine inanan Suzan, aniden bahçe
kapısında bisikletiyle beni bekleyen Üsküdarlı’ya doğru yürümek gibi ansız bir
hamlede bulundu. Az evvelki tavrım, Suzan'ın cazibesinin gücü karşında çekilmiş
hain bir hançerden farksız olmalıydı.
"Pişt! Baksana
Üsküdarlı!"
Ona mani olmak için
kızları da kuyruğuma takarak peşinden koştum. Üsküdarlı, Suzan’ın düşlediği
gibi bir bey değildi çünkü.
Başını bisikletinden
kaldırmaksızın, hayli ilgisiz bir edayla dişlerinin arasına bir kürdan geçirdi.
"İlla sesleneceksen Tarık Abi de. Üsküdarlı değil benim adım."
Suzan, Üsküdarlı’nın
bir koluna latifeyle karışık bir şaplak attı. Öteki elinin parmak boğumları,
doladığı saçlardan görünmüyordu. "Tamam, canım… Kızma hemen." dedi. "Çarşıya
gidiyoruz da biz. Diyoruz ki, Rehiye'yi de yanımıza alalım. Ama hanımefendi ya evde
iş var diyor, ya da Nermin'i bahane ediyor kaç haftadır. O kadar ısrar ettim
Nuh diyor, peygamber demiyor. Sen başımızda olursan Gülru Teyze kızmaz hem. Sen
de gel... Tarık Abi. Beni kırmazsın,
değil mi?"
Üsküdarlı kürdanını
diliyle kıpırdatırken, kaçırmaya çalıştığım gözlerimi tek bir hamlede yakaladı.
Bana o sessiz bakışlarla, çarşıya sahiden
gidip gitmek istemediğimi ve Suzan’ın söylediklerinde haklılık payı olup
olmadığını sordu. Kaşlarımı havaya kaldırdım.
"Yok, olmaz."
dedi Üsküdarlı. "Misafirimiz var. Rehiye’nin çarşıya gitmek için bilhassa
bugünü seçeceğini zannetmiyorum."
Kızlar evvela
birbirlerine, ardından Üsküdarlı'ya, en nihayetinde de bana baktılar. Bu esnada
ben de omuzlarımı kaldırıp sanki mesele Üsküdarlı'dan izin koparamamammış gibi
derin bir üzüntüyle başımı iki yana salladım.
"Peki." dedi
Suzan, diliyle yanaklarının içini kaşıdı. Beni süzdükten sonra gözlerindeki tüm
ilgiyi, sanki artık hakkım değilmiş gibi üzerimden çekip aldı. "Postaneye
gidince Yusuf’a selamımı söyle, Tarık Abi.
Görüşürüz Rehiye."
"Görüşürüz-"
"Kızlar! Ben size
ne anlatmayı unuttum. Boş verin. Bakın şimdi, geçen Hüseyin'le..."
Ve gittiler. Sağdaki
kaldırıma atlayıp, yine kol kola, sanki Rehiye diye bir dostları hiç
yokmuşçasına muhabbetlerine devam ederek gözlerimin önünden kayboldular. Bense dikildiğim
yerde, sürüsünü kaybetmiş bir karınca gibi uzaklaşan siluetlerini seyrettim.
Üsküdarlı, yasladığı
bisikletini bahçenin taş duvarlarından alıp sürülmeye hazır dik bir vaziyete
soktu. Neşeyle parıldayan alaycı, sessiz gözleri gözlerime takıldığında
ayaklarımı süre süre, biçare yamacına gittim.
"Uçuk da
çıkarttığına göre, Rehiye'nin keçileri kaçmış." Pabuçlarını gölgeleyen şapkalı
başını bana çevirdi. "Kim üzdü bakayım seni-"
Çantamı, bisikletinin
sepetine fırlattım. “Nazar köşkte mi Üsküdarlı?” diye sordum ağlamaklı bir
sesle. “Halamla mektepten hususi izin almışlar ben uyurken. Son derslerin
neredeyse hiçbirinde yokmuş. Sana halam mı söyledi gelip beni almanı?”
“Yoo…” dedi dudaklarını
bükerek. “Köşke uğramadım bile ben bugün.”
Yüzümü buruşturdum.
“Eve yalnız döneceğimi nasıl anladın?”
Üsküdarlı, bana bir şey
diyeceği fakat bu diyeceklerinin bende nasıl bir tesiri olacağını kestiremediği
vakitler yüzünü garip bir biçime sokardı.
Evvela kısa kısa göz
temasları kurar, burnunu sanki hemen hapşıracakmış gibi kırıştırır, işaret ve
başparmağıyla ince bıyıklarını okşardı. Bu sualimin ardından yine aynısını
yaptı. Her ne diyecekse, söylemeye ya cesaret edemedi ya da henüz çok erkendi.
“Mahsur kaldığını
hissedebilmek gibi fevkalade bir kabiliyetim var diyelim.”
“Ha ha! Hiç gülmedim.
Çıkar ağzındaki baklayı.”
Kem küm etti. “Bir şey
konuşacaktım da seninle. Dedim erkenden göreyim, akşam misafirlerden vakit
bulamaz.” Tebessümü yavaşça yok oldu. “Mühim birazcık.”
Elimi kalbime götürdüm.
“Nermin’e bir şey mi oldu yoksa-”
“Yok be. İyi o.” dedi
hızla, gözlerinden uyuşukluğunu silkeledi. “Ben… Bir şey soracaktım da sana.”
“Ha… Şimdi olmasa olur
mu Üsküdarlı?” dedim kendimi acındırıp. Gözlerimi kırpmadan gökyüzüne baktım ki
gözümden birkaç damla yaş gelsin. “Bugün hiç keyfim yok benim. Mümkünse
Kenterleri misafir ettikten sonra rahat rahat konuşalım. Halam çok kırılacak,
hadi götür beni-”
“Bugün vesikalıklar
dağıtılacaktı. Kendininkini aldın mı?”
Ona tam hayır diyecektim ki, Üsküdarlı
vesikalıklarımı nerede sakladığımı bisikletine attığım kaçamak bakışımda yakaladı.
Samimiyetimize güvenerek elini çantama daldırdı, içindeki tek ufak gözden
vesikalıklarımı çıkarttı.
Kalabalığı aldırmaksızın,
“Üsküdarlı!” diye bağırdım. Vurduğum onca fiskeye, şamara rağmen elindeki
vesikalıklara doğrudan bakabilmenin bir yolunu bulmuştu. Her hırpalayışımda
öteki eliyle kendini siper etti, bense hâlâ onlara uzanmaya çalışıyordum. “Bu
kadarı da ayıp ama! Hanımların ceplerinin kurcalandığı nerede görülmüş-”
“E güzel bu…” dedi attığım
fiskelerin arasından. “Geçenki gibi örmemişsin saçlarını, çok yakışmış böyle-”
Son fiskemi de vurup,
“Aman! Saçımı saldım da ne oldu!” diye hayıflandım. “Tüm kızların saçları küt!
Benimkiler resmen kalçama geliyor, bir türlü kestiremedim gitti. Çok avam
görünüyorum…”
“Kestirme ya.” Dayak
yemeye o kadar alışmış ki, elimi saçlarıma götürmek için kaldırdığımda korkudan
dengesini kaybeder gibi oldu. “Sana yakıştırıyorum ben uzun saçı.”
Parmaklarımla saçlarımın
incelen örgüsünü okşadım. “Teşekkür ederim ama senin ne düşündüğünün bir
ehemmiyeti yok ne yazık ki. Ya Metin Bey hanımlarda uzun saçı sevmiyorsa? Ya
modayı sıkı sıkı takip eden hanımları beğeniyorsa? O vakit ben ne yapacağım,
söylesene? Kimin saçı uzun ki artık…”
Üsküdarlı yüzünü
ekşitti. “Ona ne ki bundan Rehiye? Saç senin saçın değil mi-”
“O beğenmezse, ben de
beğenmem.” Elindeki vesikalıklarıma uzandım. Düşündüklerim sebebiyle beni
cezalandırmak ister gibi onları ulaşamayacağım yükseklere çıkarttı. “Ver artık
ama! Nazar görürse alay edecek bak, şimdiden saklamam en münasibi!”
“Saçlarını kesersen
vermem. İnat ettim.”
“Ne münasebet!” dedim
havaya bir pençe savururken. “Sana ne benim saçımdan ister keserim, ister
kesmem! Ver vesikalıklarımı-”
“Ha şöyle... Seni
eğitmekten kolayı mı var?” diye sırıttı. “Mümkünse Metin Bey’e de karşı koy
bakalım. Hatta Nermin’e de.”
“Nermin’e de mi?”
dediğimde gözlerini kaçırdı. Nihayet biraz sakinlemiştik. “Ne demek istedin?”
“Bilemiyorum. O kadarını
da kendin anla.” dedi bir şeyleri ima eder gibi. “Bin hadi.”
O gün ikimizin de
üzerinde en başından beri sezdiğim bir fevkaladelik vardı. O her zamankinden
ukala, her zamankinden hazır cevap ve her zamankinden gardını almış davranıyordu.
Bunu anlamak zor değildi, zira benim bildiğim Üsküdarlı olsaydı Suzan’a katiyen
kaba davranmaz hatta rica etse onu sahiden de evine kadar bırakır, centilmenlik
ederdi. Bense ona böylesi büyük, kaba lakırdılarda bulunmaz; uslu uslu sırtına
atlar, beni evimize götürmesini beklerdim.
Ona, izahını kendime
veremediğim esrarlı nedenlerimden ötürü, belli belirsiz birkaç saniye
içerisinde öyle bilenmiştim ki bisikletine binip bu mevzuyu kapatmak yerine
başındaki hasır şapkasını kapmak gibi bir ahmaklığa başvurdum. Az evvel beni
güldürmek için vesikalıklarımı çalan Üsküdarlı, şapkasını ellerimde görünce
ıslak bir kedi yavrusuna döndü. Âdeta tıslamaya başladı.
“Rehiye.” dedi soluyarak,
dudakları bir ip gibi incelmişti. “Hoşlanmadığımı biliyorsun. Gülmüyorum
gördüğün gibi. Geri ver şunu-”
“Sen benim
vesikalıklarımı alırken iyiydi değil mi-”
“Rehiye.”
Şapkasını güle oynaya
kendi başıma taktım. Hususi eşyaları konusunda ne denli hassasiyet gözettiğini
biliyordum. Ama demiştim; o gün ne ben kendimdeydim, ne de o kendindeydi. Çok
geçmedi. Üsküdarlı neredeyse saldırgan diyebileceğim hırçın bir edayla
şapkasını başımdan çıkarttı. Bana o
bakışların eşliğinde, “Düş önüme, hadi.” diye buyurdu.
Karnıma arsız bir sancı
bindi. Bu bakışların herhangi bir hissin emsali olmadığını en iyi ben bilirdim.
Bunlar içinde
yansımamın olmadığı salt, boş bakışlardı. Canımı en çok onlar yakardı.
Artık seni
muhatap almıyorum Rehiye, diyorlardı
bana. Sana sinirli değilim, sana dünyayı dar edecek yahut korkumdan tir
tir titretecek değilim. Seni kırıp incitmeyeceğim. Lâkin bil ki çok incittin beni.
Gözlerim sana bakacak, nerede olduğunu bana hiç söylemeyecekler.
Üsküdarlı, ya
aramızdaki dilsiz lisanımızı pekiyi çözdüğünden yahut hiç çözemediğinden, alçak
bir sesle, "Rehiye. Bisiklete biner misin?" diye rica etti. Diretmek
ya da gönlümü almak uğruna hiçbir çaba sarf etmedi.
Vesikalıklarımı aynı
aldırmazlıkla paltomun cebine sıkıştırdım. Varlığımı ve gözlerimdeki yaşların
miktarını ona hiç duyurmadan, arkasındaki geniş demire oturup ellerimi
ceketinin cebine soktum. Hiçbir şey söylemediği gibi, hiçbir tepki de
lütfetmedi bana. Ayaklarıyla bizi biraz geriye çekti, pedallara tüm gücüyle abanıp
caddenin kenarından kıvrak bir yılan gibi süzüldü ve köşke doğru yola koyuldu.
Eve varana dek hiç
konuşmadık. Bu hadisenin beni en üzen tarafı, herhalde onun da benimle
konuşmaya pek hevesli olmayışını yürekten hissedişim olabilir. Başım onun sağ
omuzuna dayalı, çenem kaskatı kesilmiş, susma orucundan hâllice bir sükûnetin
koynunda; üç kuruşluk bir tablonun ilhamı olmaya dahi layık görmediğim,
bunaltıcı şehrimin tekdüze caddelerini seyrededurdum. Arkadaşlarıyla seke seke
evlerinin yolunu tutan kız talebeleri, bitkin ikindi güneşinin önüne dallarını
siper eden çıplak ağaçları; akşamın telaşıyla kalabalıklaşan otomobil dolu
caddelerde bir hikâyenin ancak ayrıntısı sayılabilecek, birbirinin yansıması, soluk
renkli memurları. Yol boyunca ben seyrettim, o da sürdü durdu.
Hiç ama hiç konuşmadık.
Dillerimizi yuttuk ve yok olduk.
Bisikletin tekerleri,
mahallenin çıkmazına yaklaştıkça acı acı ciyakladı. Asfalt yollar bitmişti,
örülü taşların üzerinde sallanarak ilerliyorduk. Köşke vardığımızı anlar
anlamaz başımı Üsküdarlı’nın sırtına gömdüm. Gidebileceğim yabancı sokaklar,
ezbere bildiğim yarım saat bile etmeyen mektep yolum; bitmiş ve tükenmişti.
Artık bu yolların ne dahası vardı, ne daha farklısı, ne de daha güzeli. Parçası
olmak istemediğim her ne varsa, memleketimin bu sefil kentindeydi.
Birlikte salına salına,
bana mütemadiyen L harfini anımsatan o uzun sokağımızın
çıkmazına; iki katlı köşkümüzün yanları kavak ağaçlarıyla kaplı daracık
basamaklarına doğru ilerledik. L harfinin ucu ne ise, biz de
aynı öyle bir çıkmazda yaşıyorduk. Göğe uzanan iki katlı evlerin koyun koyuna
sıralandığı, tek bir çocuğun dahi kapısındaki kaldırımlarda oturup kimseciklerle
oyun etmeden büyüdüğü; artık bizden, bizim insanımızdan kopmuş, solgun mu
solgun, ölü mü ölü, orta hâlli bir mahalleydi burası.
Vakti zamanında köşkün
at arabacısı Cemil Amca’nın kaldığı, fakat şimdilerde Üsküdarlı'nın bir başına
yaşadığı tek odalı daire ile sokağın başından görünen köşkün kanatlı iki kapısı
karşı karşıyaydı. Birbirine bakan evlerimizden başka sağımızda hiç kimsenin evi
yoktu. Çıkmaz; Üsküdarlı’nın evinin arazisine, çitlerle kaplı hurdalık bir
araziye açılıyordu.
Evinin tahta kapısına yaklaştığımızda
bizi iki ayağıyla durdurdu. Kollarımı belinden çekip yere indim, hır gür
çıkartmadan ön sepetteki çantamı aldım. Durgunluğumu sürdürüp laf söz etmeden
köşke yürüyecektim ki bir kediymişim gibi, "Pişt." diye
seslendi arkamdan. "Geç bakayım karşıma."
Duymaya alışık olduğum
bu buyruk öyle kaba, beni haşlamak isteyen yahut abilik taslayan bir tona sahip
değildi. Aksine. Buyruklardan pek ürktüğümü bildiği için beni korkutmamaya
gayret etmişti.
Gözlerim de hazır
ıslanmışken ona duyduğum sevginin karşısında direnemedim. "Küstün değil mi
bana?" dedim elimin tersiyle yaşlarımı silerek. "Benimle küsmek
niyetindeysen boşa kürek çekersin, sana bilmem kaç sene evvel yasaklamıştım
bana küsmeyi-”
"Karşıma geçer
misin Rehiyeciğim?" Bu kez az da olsa, ılımlı sesinde baş gösteren hâkimiyeti
teneffüs edebilmiştim. Böyle bir rica karşısında başka bir çaremin olmadığını
çok iyi bildiğimden inat etmedim. Çıkmazın köşesine, gözlerden ırak bir kuytuya
geçtik. Utançtan suratımı âdeta yere gömdüm.
"Rehiye."
dedi Üsküdarlı. "Biz birbirimizi ne vakittir tanıyoruz?"
Pabuçlarımın derisi
soyulmuş kayışlarını seyrederken, "Eniştem seni Ankara'ya getirdiğinden
beri." dedim. "Çocukluğumuzdan beri işte."
"Evet.
Çocukluğumuzdan beri." diye yeniledi lafımı. Ellerini bisikletin gidonuna
yaslayıp ayaklarını da pedallardan indirerek şöyle bir esnedi. "Ben Nazarların
kuzeni olabilirim, ama seni onlardan hiç ayırmadım. Aynı evin içinde büyümedik,
beni sadece dışarıda görüyorsun ama avcunun içi kadar da iyi tanıyorsun beni
değil mi? Tıpkı benim de seni tanıdığım gibi." Kafamı salladım. "Bugüne
dek, çok seviyor olsam dahi kendimi göz ardı etme pahasına birine fevkalade bir
fedakârlık yaptığımı gördün mü hiç?"
Biraz düşünüp hatırımı
kurcaladım, "Bilmem ki..." dedim. "Hiç görmedim. Sen zaten yapmazsın
öyle şeyler. Yani yapmazsın derken taş kalpliliğinden değil. Yapmazsın işte. Anlatamadım
ki… Ama sen anladın beni değil mi Üsküdarlı?"
"Anladım canım."
Kendini hesaba çekerken sağ elinin iki parmağıyla bıyıklarını düzeltti. Başını
yorgun bir ağırlıkla eğdi ve pes etti. "Sana hesap sormak neden bu kadar
zor Rehiye?"
Niçin konunun dışına
çıktığını anlayamadım. "Nasıl yani?” diye sordum.
Dudaklarını bastırıp sabır
dolu bir nefes aldı. Başını kaldırdığında yüzünün aldığı hâl büsbütün
değişmişti. Kimsenin duymayacağı alçak bir sesle, “Neden bana yazdırttığın şiiri
Nermin yazmış gibi yarışmaya gönderdin? Postanede çalıştığımı bilmene rağmen
hem de.”
Parmaklarımı birbirine
geçirip kendi ellerimden tuttum. Bunu nasıl fark etmiş olabilirdi? “Şey-”
“Böyle bir şeye sen
razı olsan dahi benim yapmamı nasıl bekleyebilirsin Rehiye? Ben o şiiri
yarışmayı sen kazanasın diye yazdım.
Başkaları kazansın diye değil. Sen kendi hayallerini niçin başkalarına armağan
ediyorsun? Armağan ediyorsan da niçin bana yalan söylüyorsun?"
Söylediği son sözleri hazmedemediğimden,
"Anlamıyorsun… Nermin benim en iyi arkadaşım. Hem o hasta ve ben onu Metin
Bey'den daha çok seviyorum. Tabii ki onun yarışmayı kazanması benim kazanmamdan
daha mühim. O da çok istiyor o baloya gitmeyi-"
"Ya Rehiye, nasıl
böyle sığ düşünebilirsin? Sen akılsız bir kız mısın!" Tartışmanın
hararetiyle kaşları çatılmış, alnı sinirden kırış kırış olmuştu. "Belki de
o, Metin Bey'i senin sevdiğinden daha az seviyor. Bunun farkında değil misin
sen? Tamam, dostun olabilir ama bu kadar fedakârlık göstermek mecburiyetinde
değilsin. Bırak başkalarının hayallerini anaları babaları gerçekleştirsin. Sen
kendini niçin diğer kimseler kadar önemsemiyorsun?"
"Üsküdarlı!"
diye çıkıştım. Bir yandan çatallaşan sesim ve de yanaklarımdan ince ince
süzülen gözyaşlarımla münakaşayı kaybetmemek için çırpınıyordum. Sarsılıyor ya
da hıçkırıyor değildim. Bilakis, her zamanki hâlimdi bu benim. "Onun
hakkında böyle konuşma... Benim için Metin Bey’den, İstanbul’a gitmekten vazgeçmek
kolay mı sanıyorsun? Ama anla işte, Nermin’i o kadar çok seviyorum. Onun endişesiz
olduğunu, özgürce yaşadığını bilmeye ihtiyacım var çünkü hiçbir ilaç onu
iyileştirmeye yetmiyor. Ne malum? Belki de benim hayallerim yeter ona."
Ağzından tam bir şey çıkacaktı
ki ağladığımı fark etti. “Rehiye.” dedi bisikleti üzerime sürerek. Çatıdan
sarkan kambur dut ağacının gölgesine sokulduk. "Bak. Benim niyetim seni
kenara çekip azarlamak değil. Seni bunaltmak ya da habire bir şeylerde hata
yaptığını hissettirmek istemiyorum sana. Fakat görüyorum ki hiç kimsenin de
sana olanı biteni söylemeye niyeti yok. Ağlayacaksan da bırak ben
ağlatayım seni. Ben seni tanıyorum. Biliyorum. Maksadını da biliyorum, ne büyük
bir fedakârlık yaptığını da. Ama insanlar bilmiyor işte. Ve sen beni değil,
onları dinliyorsun.”
Ne demek istediğini bir
türlü anlamadığımdan bana izah etmesini bekledim.
“Bana anlatırken
ağzından kaçırdığın her şeyde farkında olmadan kendini kasti olarak küçük
düşürdüğünü görmezden gelemiyorum ben. Ya da sırf hürmetsizlik etmemek uğruna
insanlara seni kırmaları için geçit verdiğini görmek de beni çok kızdırıyor.
Üzülmüyorum, bildiğin kızıyorum sana. Diyorum ki silkelen, oku, çalış, takma kimseyi
kafana, evvela kendini önemse, halanın her buyruğunu yerine getirme, bu evde
temizlik yapması icap eden kalfalar var biraz dik başlı ol, yapmak istemiyorum de, gezip tozacağım Nazar gibi de. Ne
bileyim… Geç o kızların karşısına, Metin
Bey her sene bize geliyor ve ben de ondan hoşlanıyorum de? Yarışmasına katıldım mis gibi de şiirim var
bakalım hangimiz kazanacak de? Sen ne n’apıyorsun? Gidip sevdiğin sevmediğin
herkese kul köle oluyorsun. Anlasana, bu insanlar seni beni sevmiyor.
Kanlarından olalım ya da olmayalım, sen bir ev faresisin bense sokak faresi.
Birbirimizden bir farkımız yok. Anlayacağın, dik durup kendimize sarılmaktan
başka çaremiz de yok. Onların her dediğine boyun eğersek hayatta kalamayız. O
yüzden rica ediyorum ayağa kalk ve kendine gel-"
"Kimsenin beni hor gördüğü falan yok ki! Hele ki bile
isteye." dedim. "Ancak ben senin gibi değilim. Yalnız kendimi
düşünürsem yaşayamam ben. Hayatta kalmak için sevmeliyim. Sevmek için birilerine
tutunmalıyım. Yoksa nefes alamam. Sense karşıma geçmiş herkesi bırak, kendine
tutun diyorsun. İnsansız nasıl yaşanır ki?"
“Yaşanır Rehiye.”
“Yaşanmaz.”
“İnsansız yaşayamasaydın
burada olur muydun hiç?” diye yumuşattı sesini. “Annen… Kendini öldürdüğünde,
kundakta bebekmişsin. Babanı öldürdüklerinde daha bir haftalıkmışsın. Havale
geçirdiğinde de ufacıktın. Tamam, etrafında hep biz vardık ama tüm o yalnız gecelerinde
ölebilirdin ve ölmedin. Tek başına da kalsan, aç susuz da olsan, ateşten yanıp
kavrulsan da hayatta kaldın. Tek başına. Pekâlâ insansız yaşayabilirsin. Hem de
en çok sen yaşayabilirsin.”
“Söylemesi sana kolay
tabii…” Biriken gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken gülümsedim. “İnsansız yaşasam
bu kez de sensiz yaşayamam. Sen askere gidince-”
“Rehiye?”
Hışımla ellerinde
poşetlerle sokağın köşesinde beliren halama ve kuzenlerimize baktık. Ne
hakkında konuştuğumuzu, ne uğruna münakaşa ettiğimizi bile unutmuştum.
“Halacığım...” Göz göze
geldiğimizde yüzünü ekşitti. Nereden geliyorlarsa tam takır giyinmişlerdi ve görünüşlerinde
fark edilebilir bariz bir değişim vardı. “Saçlarınız…
N-ne kadar güzel olmuş-”
“Sağ ol şekerim.” dedi
Gülizar elindeki poşetleri havada sallarken. “Çarşıdan geliyoruz. Metin Bey’e-
aman, misafirlerimize güzel görünmek icap-”
Halam iki üç adımda
yanıma gelip kolumdan tuttu, “Ne işiniz var sizin birlikte?” dedi kızının
lafını keserek. Bu tavrına şaşırmış değildim. Zira halam ne beni, ne de kendi
kızlarını Üsküdarlı’nın ötesinde berisinde görmekten hoşnut olmazdı. Onunla
olan muhabbetimiz kalfalar haricinde ev ahalisine sahici gelmediği gibi halama
da, enişteme de pek münasip görünmez bizi kati surette ayırmayı kendilerine
vazife edinirlerdi. “Sen neredesin bu saate kadar hem? Niye geciktin bakayım?
Mektebe gitme, temizlik var demedim mi ben sana Rehiye. İnsan halasını dinlemez
mi canım? Her şeyle zaten ben uğraşıyorum, gece uyku-”
“Ben gecikmedim ki halacığım,
siz dışardan geldiniz.”
“Rehiye.” dedi gözlerini, gözlerime dikerek. “Halaya dil uzatmayı
mektepte mi öğretiyorlar sana, yoksa…” Üsküdarlı’yı boydan boya süzdü. “Neyse
al bakayım şunları elimden, vallahi kollarım koptu!”
Halamın elindekilere
tam uzanacaktım ki, Üsküdarlı aramıza girdi. “Ben alırım yenge-”
“Ben alırım halacığım.” diyerek kendimi ondan kurtardım.
Söylediklerinde haklı olmadığını kanıtlamak için halamın elindeki çarşı
poşetlerini seve seve aldım, yetmedi kızların uzattığı poşetleri de koluma
taktım.
Üsküdarlı baygın
gözlerini devirdi. Bisikletiyle arkamdan dolanarak, “Akşama sakın bana ağlama enayi.” diye fısıldadı. Sonra da ortadan
kayboldu gitti.
Kucağımdaki poşetlerle
köşkün basamaklarını tırmandık. “Bana da Nazar yok dediler mektepte. Sandım ki
temizliğe önden yardım edecek bugün-”
“Ay mankafa!” dedi
Nazar. Beni omuzlarıyla kenara itip kapıdan ilk kendisi girdi. “Sen dururken
ben tövbe dokunmam o bezlere!”
Halam ve Gülizar,
Nazar’ın bu tavırlarına güle güle içeriye girdiler. Fahriye ablam ise kapıdan
girer girmez pabuçlarını soyan kardeşlerine ve annesine rağmen, kucağımdaki
poşetleri hafifletti.
“Sen bakma bunlara.” diye
fısıldadı oflaya puflaya. “Bütün gün benim de canımı bezdirdiler. Saçlarıma bak.
İnsanın saçı misafir geliyor diye kesilir mi? Zaten zor uzuyor!”
Kulağında biten siyah
saçlarına uzandım. “Çok yakışmış ama Fahriye abla…” dedim tebessüm ederek.
Yanağımdan bir makas
aldı. “Ben beğenmedim. Ama sağ ol.”
“Ay anne ya…” dedi
Gülizar. Aynanın karşısına geçmiş, bir bütün halinde duran kalıplı saçlarını
okşuyordu. “Ne iyi akıl ettik de kestirdik. Vallahi şu Paris’teki kadınlardan
farkımız varsa bana Gülizar demesinler. Mecmualarda görüyordum da hep
özeniyordum. Ama şimdi tarayınca tüm bukleleri gidecek işte! Zaten zor
şekilleniyor benim saçlarım-”
“Tarama yavrum.” dedi
halam uzaktan. “Dursun öyle ne güzel işte. Boşuna sarmadı ya kadın saçlarını.
Misafirler gidince tararsın.”
“Hala?” dedim onlarla
birlikte yere çömelmişken. “Sence ben de mi kestirsem? Belki meşguliyetten
hatırına gelmemişimdir, ben de düşünüyorum epeydir saçlarımı küt kestirmeyi.
Nasıl olur sence?”
Halam doğrulurken
belini ovaladı, saçlarımın alacağı biçimi önce gözleriyle tarttı. Omuzlarımdan
tutarak bedenimi portmantonun yanındaki aynaya çevirdi. Saçlarımın örgülerini
parmaklarıyla gelişigüzel tarayarak açtı ve kıvırdığı tutamlarla bana
kafasından bir model biçti. Doğrusu aklımdakine hiç mi hiç benzememiştim, ama
yansımamdaki görüntüden bile çok memnun olmuştum.
“Aa…” diye düşürdü
sesini. “Senin çenen de pek gerideymiş Rehiye.”
“Yuh! Nasıl yani? Bakayım.”
dedi Nazar.
“Yok… Yok hala.”
Kendimi saklamak, yok etmek istedim. “Olur mu öyle şey, ne gerisi?”
“Ayol bas bari geride
yahu. Gözlerimle görüyorum, benden iyi mi bileceksin Rehiye?” dedi bir hata
etmişim gibi. Elleriyle çenemi tutup yan çevirdi, kızlara gösterdi. “Ay halacığım,
yakışmaz ki bu saç sana… Şimdi kestirsek firavun faresine dönersin. Yüzün ufak,
çenen geri, dişlerin de büyük. Gitmez sana. Böyle iyi saçın. Ha yok ben ille de
kestireceğim, seni dinlemeyeceğim hala diyorsan; ev makas dolu. Söyle Firuze
Abla’na kessin. Ama hala sözü dinlemeyip pişman olunca da gelip dizimde ağlama-”
“Firavun faresi mi…” dedi Nazar, kahkaha atmak için annesinin lafını
bitirmesini beklemişti. “Ay tam isabet anne, bu kadar olur.”
Onların karşısında aciz
kalmamanın tek yolu, onların birer parçası olmaktı.
Aralarına katılıp
kendime güldüm. Ancak holden ayrıldıklarında, çenemi saçlarımla sakladım. Gerçi
saklasam ne yazar? Dudağımda koca bir uçuk, gözlerimin sönmüş feri, kâkülümün
ardında sakladığım sivilcelerim, bir de yetmezmiş gibi firavun faresinden hâllice
suratım. O an düşündüm ki; keşke halamlar bana, tıpkı Üsküdarlı gibi,
bilmediğim başka kusurlarımı söyleseydi. Bu kusurlar benim tabiatıma
nakşedilmiş, ruhumun eşelenmemiş toprağında gömülü olsaydı da ben görememiş
olsaydım.
Keşke bana nasıl
göründüğümü o gün hiç hatırlatmasalardı. Belki de Kenterler gelene dek evin tüm
işini halledebilirdim. Ama tek bir günde, kendimi sevmeyi nasıl becerecektim?
“Evde kaç kadın var saat
beş oldu hâlen evin işi bitmedi!” diye söylendi halam. “Daha sofra
hazırlanacak, radyo vitrine indirilecek, toz alınacak, kızların elbiseleri
ütülenecek... Ah Rehiye, ah… Nerede oyalandın bu saate kadar? Biz yokken evde
kalfalara yardım etsen olmaz mıydı be kızım! Kenterler geliyor yahu Kenterler!"
"Özür dilerim
halacığım. Ama bu sabah imtihanımız vardı, gitmek mecburiyetindeyim. Fakat
buradayım ya şimdi, geldim en nihayetinde..." Paltomu portmantoya asarken,
kancayı iki kere ıskaladım. Lâkin hemen sonra, az evvel duyduğum sözcükler ve
de bu sözcüklerin ardındaki o ayrıntının doğurabileceği ihtimaller bir şimşek
gibi çaktı zihnimde. "Kızların elbiseleri mi?"
"Mıy mıy mıy konuşma öyle Rehiye,
duyamıyorum ayol! Geveleme ağzındaki kelimeleri kaç kere söyleyeceğim sana.
Tabii… Kime konuşuyorum? Rehiye Hanım hep kendini düşünsün. Halasını
dinlemesin, gitsin mektepte günün gün etsin! Onca iş, onca dert hep Gülru’nun
başına patlar ya. Elbet duymaz bu kulaklar! Bir gün öldüğümde hiç mezarıma
gelip ağlama Rehiye. Kızların elbiseleri tabii. Boşuna mı gittik çarşıya!"
dedi halam. "Git de ütüle kızım. Geldi gelecek Cüneyt Beyler."
O böyle deyince kalbime
bin bir iğne saplandı. Halamın öldüğünü aklımda tasvir bile etmek istemiyordum.
O ölürse bir başıma nasıl yaşardım?
"Ama hala... Metin
Bey geldiğinde biz sofraya inmiyoruz ki?" diye sordum, ağzım bir karış
aralanmıştı. "Hani kızıyordu eniştem?"
Halam, ardımdaki aynanın
yansımasında kısacık buklelerine şekil verirken, "Cüneyt Bey, cümbür
cemaat bir akşam yemeğini uygun gördü." dedi. Gözleri bende değildi.
"Enişten de topla kızları sofraya insinler, ancak süslenip
çitilensinler, öyle paspal paspal gündelik hâlleriyle katiyen görünmesinler
misafirlerime, dedi. Ayol kime ne anlatıyorum ben! Kızlar seni
bekliyor, sen hâlâ beni lafa tutuyorsun Rehiye!"
Gitmesine mani olmak
için önünde siper oldum. "Hala..."
“Bak sinirleniyorum
artık-”
“Hala…” dedim onu hiç
duymamışım gibi. Aynadaki gözlerine baktım ki bir ihtimal o da benimkilere
baksın. "Ben? Ben de
inebilecek miyim ki sofraya?"
Halam saçlarını arzu
ettiği kıvama getirince birkaç saniye gözlerime baktı. “Ne biçim bir soru bu böyle?”
dedi. "Kendi elbiseni ütüler, banyonu eder, çitilenir, ha bir de kendine
çekidüzen verip işlerini halledersen... Evet. Sen de. Ben seni hor gören bir
hala mıyım da bana bunu soruyorsun? Ah Rehiye ah, sen gaddar insan mı gördün
hayatında da bana-”
“İyi de iki saat
kaldı…”
“Hay Allah’ım ya
Rabbim! Düştü gene o koca çenen! Saat zabıtı mıyım ben Rehiye, zaman benim elimde
mi! Ne kadar çabuk olursan o kadar hızlı yetişiriz kızım haydi!” Merdivenlere
doğru tam koşturacaktım ki arkamdan seslendi: “Şu saçlarını tara bir zahmet!
Keçe gibi olmuşlar, çıkma öyle milletin karşısına!”
O gün, tek bir saniyemi
dahi israf etmek kendime edebileceğim en büyük günah olurdu.
Düşe takıla kızların
odasına doğru merdivenleri tırmandım. Eğer elbiselerini ara vermeksizin
ütülersem, geriye kalan kısacık vaktimde çitilenip paklanıp kendimi
süsleyebilirdim. Kalan vaktimde de Nerminlere bir koşu uğrar, ona kâbusumu anlatır,
hem de bir haftadır soramadığım hâlini hatırını öğrenmiş olurdum. Geriye
döndüğümde de bir çırpıda sofranın hazırlanmasına yardım edersem ve şansıma
Metin Beyler de bana merhamet edip azıcık geç gelirse, muhakkak ki bu akşama
yetişebilirdim.
Odalarının kapısını
araladığımda kızları çoktan iç giysileriyle yataklarına kurulmuş, ellerindeki
kâğıt parçalarından birbirlerine aheste aheste bir şeyler okuyorlarken buldum. Ayak
bastığım halının her köşesi giyilip çıkartılmış elbiselerden geçilmiyordu. Gözlerim
ister istemez Nazar'a gitti, yatağında olmayan tek kişi oydu. Kapının tam
hizasındaki dağınık tuvalet aynasına oturmuş, başına geçirdiği dantelsiz mavi
havlusuyla birlikte bana duyduğu sevimsiz hislerin hıncını çıkarırcasına yanaklarını
beyaz bir pudrayla pataklıyordu. Gelir gelmez enselerine yapışan kıllardan
kurtulmak için başlarını çeşmenin altına sokuşturmuş olmalıydılar.
Gülizar duvar
kenarındaki yatağına oturmuş fısır fısır elindeki kâğıtları okurken, "Nihayet.
Rehiye!" diye böldü kendi lafını. "Elbiselere ütü basılacak. Bugün
erken gelebilirlermiş, böyle kalakaldık resmen."
Nihayet fark edilen
bunaltıcı varlığım kuzenlerimin afiyetini bozmasın diye, "Merak etmeyin, yetiştim!
Şimdi her şeyi hallederim ben." diyerek aralarına dâhil oldum. "Hemen
ütülüyorum. Siz ne okuyorsunuz?"
"Şiirlerimizin
müsveddelerini." dedi Nazar, beni ayaklarında çiğnemeye davet eder bir
sesle. Başındaki havluyu çıkartarak halamla birlikte cümbür cemaat kısacık
kestirdikleri saçlarına şekil vermeye koyuldu. Peşinden Gülizar da makyaj
yapmak için ayaklandı. Fahriye ablam ise hiç oralı olmadı. Şüphesiz en huysuzumuz
o olduğundan, kardeşlerinin alaka gösterdiği her meseleden bizzat kendini
mahrum bırakır, mevzu bahis süslenmek oldu mu kuytu bir köşeye çekilip kendini
unutturmayı başarırdı. Eniştemin deyişiyle, tam bir erkek Fatma’ydı o.
Gülizar, "Bu akşam
ağzından laf alabilirsek yarışmanın kazananını öğreneceğiz." diye ortaya
bir laf attı. Gözlerim ateşle parıldarken kulaklarımı ondan hiç ayırmadım. Ne
tepki verdiğime her zamankinden daha çok dikkat etmem gerekirdi. "Babacığım
en nihayetinde onca ısrarıma teslim oldu, laf arasında çıtlatıverdi! Sanırım
kararlaştırmışlar."
"Bence boşuna bu
heyecanınız. En nihayetinde hiçbiriniz kazanamayacaksınız." dedi Fahriye
ablam. Diğerleri gibi elini hiç hazırlanma telaşına bulaştırmayan gevşek bir hâli
vardı. Eniştemin tembihinin aksine çarşıda giydiği giysileri odanın bir
köşesine fırlatmış, bana hep aksi bir rahibeyi anımsatan ekoseli kara
entarisiyle odanın sol köşesindeki yatağında kitabını okuyordu. Belki de şu
koskoca Ankara'da Metin Bey'den haz etmeyen tek genç hanım, kuzenim
Fahriye'ydi.
"Bir kerecik de
ağzından bal damlasa şaşarım ablacığım!" dedi Gülizar. Ardından neşesini
tazeleyerek, "Onu bunu boş verin de şimdi benim şiirimi dinleyin. Hem ne
malum belki de akşamleyin beğendiği şiiri yanında getirir Metin Bey, sonra da
hepiniz ağzınız iki karış açık imrene imrene bana bakarsınız!" dedi.
"Oku bakayım,
dinliyorum." dedi Fahriye ablam da. Gözleri, kızların üzerinde değildi.
Bakışlarımız kitap sayfalarının arasından denk geldiğinde bana göz kırptı. Ben
de ütü tahtasını hazır ederken ona tebessüm ettim.
Gülizar evvela boğazını
temizledi. Sahneye çıkıyormuşçasına yersiz bir heyecanla yatağına bıraktığı kâğıt
parçasından, "Yüreğim yanıyor, Ankara’da. Can yanıyor, sen orada. Seni
mi beklesem, sen mi gelsen? Keşke beni de Paris’e götürsen." diye
okudu şiirini.
Önce yüksek bir kahkaha
patlatıp, "Garip şiiri mübarek." diye saldırdı Fahriye ablam.
"Koskoca Metin Kenter’in yarışmasına bir de utanmadan bu şiiri gönderdim
deme bana Gülizar. Yoldan geçen bir çocuğa yazdırsam daha hisli, daha kuvvetli
yazardı eminim."
Nazar, biricik ablasını
kendi yerine bir başkasının ezmiş olmasından huzursuzluk kapmış olacak ki,
"Sen ne anlarsın ki zaten şiirden?" diye çıkıştı en büyük ablasına. Gülizar’sa
sıkıntının nerede olduğunu anlamak için şiiriyle biraz baş başa kaldı.
Uzandığı yerden, “Ben mi ne anlarım?” dedi Fahriye ablam.
“Senin gibi kıytırık bir lise talebesi değilim ben Nazar, Edebiyat okuyorum.
Muallime olacağım. Hatırlatırım.”
“Ha ha ha! Sensin kıytırık, evde kalmış kız kurusu seni.
Muallime olsan ne fayda? Hiçbir zaman evlenemeyeceksin ki.”
Fahriye ablam
kahkahalara boğuldu. "En azından ben kız kardeşimle bir olup aynı beyi
ayartmaya çalışmıyorum geri zekâlı kız.” dedi. “Metin Bey'i bu şiirlerle
etkilemeye çalışmaktansa gidip şimdiden kocaya kaçarsanız kendinize de, bana
da, ev halkına da, vatana da, millete de, hatta çok kıymetli Türk Edebiyatı’na
da hayır etmiş olursunuz. Ben de nihayet huzur içinde odamda bir başıma kafamı
dinler yaşar giderim."
"Çok beklersin.”
dedi Nazar arada bir arkasına dönerek. "Sen asıl kendi derdine yan. Kaç
yaşına gelmişsin, ne bir görücüye çıktın ne de seni istemeye geldiler. Benle
Gülizar'ı en az üç kere istediler. Sen ilk evvela kocaya kaçabil de sonra yan
bizim derdimize. O erkek suratınla tüm beyler korkuyor senden, öcü seni. Hem
biz Nazike miyiz? Biz niçin kaçıyoruz? Beyler bize kaçsın."
"Nazike mi?" dedim başımı ütü
tahtasından kaldırıp. "Nazike kocaya mı kaçmış!"
Nazar, insanı zahmetsiz
bir çabayla rencide eden kara gözlerini kısarak, "Yeni mi duydun
gerçekten?" dedi.
Başımı sallarken bana
gıcık olmaması için mütebessim kalmaya devam ettim. "Ben... Bu hafta o
kadar meşguldüm ki-"
Gülizar sözcüklerime
geçit vermeden, "Biz Tarık’a kaçar zannediyorduk da yanıldık." diye
böldü lafımı. "Bir şey diyeceğim, ama aramızda. Demedi demeyin, Tarık’ta
da bir sıkıntı yok değil. Yani kuzenim, halamın oğlu diye bir şey
diyemiyorum... Ama yakışıklı da yani. Akrabam olmasa, bize garezi olmasa, tabii
bir de kıtlığa düşsem, dünyada erkek kalmasa... Bir düşünürdüm illaki. Eli yüzü
düzgün çocuk, niçin öyle aval aval geziyor, sersefil işlerde çalışıyor
anlayamıyorum. Şimdiye dek ne kız kaçırmışlığını gördüm, ne de herhangi bir
hanımla münasebetini işittim. Bazen geceleri uyku tutmuyor da tepeden evini
gözetliyorum ama yok, tek başına. Mahalle de ufak, biz ona gönül besleyenleri
illaki işitiyoruz. Ancak niçin onun gönül beslediklerini işitemiyoruz?" Elini
çenesine koyup düşündü. Kim bilir ne geçiriyordu o kafasından. "Ay kızlar…
Bizim kuzenimiz... Çürük filan
mı acaba? Babam ondan mı eve sokmuyor bu çocuğu-"
"Boş kafalı koyun."
dedi Fahriye ablam, bir hışımla yerinden doğrularak. Ona yapıştırılan onca
çirkin lakırdıya rağmen bir tek kuzeni hakkında söylenenlere katlanamamasını
garipsemiyordum. Şüphe yok ki Üsküdarlı'yı en çok Fahriye ablam kardeşi beller,
tıpkı kalfalar ve benim gibi evdeki kötü şöhretini mütemadiyen kulak arkası
ederdi. "Tarık sahiden efendi bir çocuk olduğu için şahsi
münasebetlerini işitemiyor olabilir misiniz acaba? Kendi gizli saklı
yaşantılarına pek ehemmiyet verir o, kimseyle paylaşmaz. Hem paylaşsa dahi
kimsenin karısına, kızına bir şey yapmaz. Hele de kuzenlerine o gözle bakacak birisi katiyen değildir. Allah aşkına!
Bir erkek sırf eli yüzü düzgün diye kız kaçırmak, evlenmek mecburiyetinde mi! Yahut
bir kadın sırf canı istemiyor diye bekâr kaldığında niçin evde kalmış, turşu
kurmuş oluyor! Sahiden hayret ediyorum size. Her işinize koşturan, abiniz
belleyeceğiniz, kendi hâlinde bir çocuğa bile o gözle bakıyorsunuz ya pes!
Fakat yüz yüze geldiniz mi de burnundan getiriyorsunuz. Ne ikiyüzlüsünüz."
"Hiç de
bile!" dedi Gülizar. "Alt tarafı misal verdim. O gözle niye bakayım
ki! Allah'ım korusun. Gitsin kendi gibi bir fareyle evlensin, bana ne be
ondan!"
"O hâlde düzgün,
akla yatan misaller ver!" diye haşladı Fahriye ablam. "Hem siz
Tarık'ın mahremini düşüneceğinize kendi biçare, zavallı ahvalinizi dert edinin.
Aklı bir karış havada, kitap yüzü görmemiş iki kız neyine güveniyorsa Metin
Bey'in yarışmasını kazanabileceklerine inanıyorlar! Hadi diyelim kazandınız.
Ama diyelim diyorum çünkü
hiç imkânı yok. Metin Bey'in kış balosuna nasıl gideceğinizi düşünüyorsunuz pek
akıllı kız kardeşlerim? Nasıl olacak bu? İkiniz de aynı beyden, müstakbel
eşiniz olmasını mı bekleyeceksiniz kardeş kardeşe? Haydi bunu da geçtim...
Babamı nasıl ikna edeceksiniz bakalım? Bildiğiniz balo bu balo! İçki filan da
olacak. Kenterlerin çevresi de malum. Babamın hiç tasvip etmediği türden
kimseler. E orada giyeceğiniz elbiselerin de pekâlâ usturupsuz olması icap
eder. Ya babamın gönlünü alacaksınız, ya da o biçim insanların arasında babamı
çileden çıkartacaksınız! Aklınız nasıl yatıyor buna!"
Nazar ve Gülizar,
birbirlerini geçiştiren gevrek bir gülümseyişle, "Kim kazanırsa onun
hakkıdır Metin Bey tabii." dediler. Sonra ise konuşmayı daha baskın gelen
sesiyle Nazar devraldı. "Yarışmaya katıldığımızı babam biliyor, fakat
ödülün balo olduğunu bilmiyor. Bugün sohbet ederken bahsi geçer, öğrenir. Hele
bir kazanayım, Metin Bey ikna eder zaten babamı. En nihayetinde yakışıklı,
zengin, gözü pek bir damat adayı ailemiz için. Zaten utanmasa babam neredeyse
ayağına kapanacak Cüneyt Bey'in. Bizden hayran onlara. Böyle bir vaziyette
Kenterlerin çağırdığı davete mi mani olacak? Güldürme beni."
"Pardon da, kazanayım derken
Nazar?"
"Of bir sus, ağzımdan
kaçtı işte." dedi aynadan. "Kazandığımızda
tabii."
Ben de bu esnada ütümü
bitirmiş, işlerimin geri kalanını halletmek üzere aşağıya inecektim ki,
"Sen?" diye seslendi arkamdan Nazar. "Evimizde bir kız daha var
tabii. Rehiye. Nasıl da unuturum
sütkardeşimi? Sen katıldın mı bakalım Metin Bey'in yarışmasına? Hani şu balo
ödüllü olan."
Kalbim ağzımda atıyordu.
"Elbette ki hayır." dedim sesimi dizginleyerek. "Ben Metin Bey'e
sizler gibi bir alaka beslemiyorum ki. Yüreğinizi ferah tutun. Benim ona ve
ailesine duyduğum sevgi, saygıdan öteye gidemez. İlaveten-"
"Of! Tamam tamam,
sen de bir şeyi bir kerede anlat. Bıraksak sabaha kadar konuşacaksın."
Lafımı kesen bu
sessizlikten yana ne kadar ürksem de biliyordum ki bu cevabım, kazanabilmem
onlar için bir tehlike arz ediyormuş gibi yüreklerine su serpmişti. Onlar
aralarında konuşmaya, beni görmezden gelmeye devam ettiler. Böylelikle ben de merdivenleri
seke seke mutfağa iniverdim.
Halam iki elinde ne
olduğunu seçemediğim siyah-beyaz, parçalı bir kumaş tutuyordu. "Ne demek giyemem!" diye gürledi mutfağın
içinde. Evdeki üç kalfa da tezgâhın karşına sıralanmış, diyecekleri boğazlarına
dizilmişçesine gariban gariban halamın buyruklarını dinliyorlardı. "Artık
dünya değişti. Önümüzde ne savaş var, ne de sefillik! O uzaklarda görüp iç
geçirdiğiniz kimseler neyse biz de oyuz artık! Bizim geri kalır ne yanımız var
onlardan? İstemiyorum bu paçavraları! Üstünüze başınıza çekidüzen verin! Hadi
misafir yokken anlarım, ancak koskoca Fransalardan Cüneyt Kenter geliyor bizim evimize! Böyle başınızda yemeni,
altınızda şalvar, nereden geldiğiniz belli bir vaziyette kimsenin
gözüne gözükmeyin, o kadar! Gittim kızların aklına uyup size bir de kıyafet
aldım ben! Nasıl hizmet edilmeye alışıklarsa o şekilde hizmet edilsin istiyorum
misafirlerime. Eski Türkiye yok artık. Savaş bitti. Koltuk değişti. Sizin
evinizin beyi o değişen koltuğun vekillerinden biri. Birazcık süsleyin kendinizi,
kadınlığı da ben mi öğreteceğim size-"
"Aman hanımım
yapmayın etmeyin... Gelmişim altmış yaşıma, bunca vakittir aha da bu iki parça
şalvarımla hizmet etmişim size. Şimdi bu entariyi giyip nasıl önlerine çıkarım körpe
kızanlar gibi! El âlem ne der?"
"Kim bu sefil,
kim bu gariban der! Bu devirde başka ne diyecek!" diye azarladı
içlerinden yaşça en büyük olan tatlı Belkıs Abla'yı. "Dediklerimi
işittiniz. Bu akşam o şalvarlarla tek bir tabak dahi koyduğunuzu görmeyeceğim
sofraya. Gidin değiştirin üstünüzü."
“Ama hanımım… Bu benim
tek götümden bile geçmez ki, bari kalıplı bir şey alaydınız-”
Orada olduğumu ilan
etmek için mutfağın ortasına bir adım attım. “Hala?” Sesim neredeyse içime
kaçmıştı. Varlığım hissedilince, kalfalar suratlarındaki korkuyu silkelenerek
başlarından savdı. Halam ise, arkasında olduğumu ancak başını çevirince fark
etti. “Kızların elbiselerini ütüledim. Ben de hazırlanayım mı artık?”
Bana her
hiddetlenişinde olduğu gibi ismimin i’sini
uzatarak, "Rehiye!" diye bağırdı. "Sen bir de aylak aylak
dolaşıyor musun hâlâ? Kırmayım o bacaklarını! Biraz hamarat ol da evlenince
elin iş tutsun diye bakıyorum ben! Ütüledim, işim bitti, oh ne ala! Hadi kızım
git misafirlik takımları çıkar vitrinden, hadi. En son aldıklarımı çıkart ama!
Görsünler öyle orta hâlli, sonradan görme bir Türk ailesi olmadığımızı. Yemek
masasına da güzelce diz sana öğrettiğim gibi. Yurt dışlarında nasıl
sıralıyorlarsa öyle sırala şu çatal bıçakları bak! Geçen çarşıdan aldırttığım
peçetelikleri de çıkart sandıktan. Sonra da git yatak odasındaki koca Philips radyomuzu
indiriver aşağıya. Ama böyle tam kapının karşısına, vitrine koy ki daha ilk
adımda görüversinler. E kıydık, koskoca son modelinden bir radyo aldık.
Görmesinler de ne yapsınlar? Üzerini de şöyle bir sil, tozunu al. Antredeki
pikabın içine de eniştenin odasından alafranga bir musiki seç, koy.
Geldiklerinde çoktan çalıyor olsun. Sanki her gün alafranga dinlemeden
duramıyormuşuz gibi... Hadi kızım, git. Durma öyle ayakta."
"Eee, şey
hanımım..." dedi Firuze Abla başındaki mor yemenisini düzeltirken.
"Biz burada üç kişiyiz zaten. Belkıs Abla yemeğe bakar, Türkan da halleder
evin işini evelallah. Rehiye'm gitsin hazırlansın kızlarla akşama."
Firuze Abla’nın bu
söyledikleri, içime imkânı zayıf bir umudun ışığını sızdırmıştı. Dudaklarım
yarı aralı, yalvaran gözlerle halama baktım. Bakışlarımın ardında ne gördüyse birden
dikildiği yerde kaşınmaya, sızlanmaya başladı. “Dibek kahvesi var mı?”
“Yok hanımım. Çay var,
Türk kahvesi-”
“Aa nasıl yok? Metin
ağzına ne vakit çay sürmüş de çocuğun teşrif edeceği gün evimizde dibek kahvesi
yok! Ah, ah. Gördün mü Rehiye? Bu evin işine benden gayrı kimse yetişemiyor
işte.” Birden fenalaşmaya, oturacak bir iskemle aramaya başladı. “Vallahi düşüp
öleceğim bir gün. Onu da mı ben alayım, saat kaç olmuş. Ne diye evvelden
bakmazsınız dolaplara-”
“Halacığım, yok yere
endişe ediyorsun…” dedim onu yatıştırmak için. Koşup bileklerini ovaladım. “Ben
çoktan hallettim ki. Geçen gün Tarık’la aldık bakkaldan. O vakit de sen
demiştin üstelik.”
“Tarık’la mı?” dedi tek
kaşı havada. “Tarık’la aldınız?”
Halam ansızın canlandı,
oturduğu iskemleden kalkarak beni mutfağın dışında kalfalardan ufak bir köşeye sürükledi.
“Hiç halim yok Rehiye.
Amma sana bin kere nasihat ettim, gene ediyorum.” dedi titreyen sesiyle. “Sen
halacığının başına bela mı açacaksın kızım? Hadi kızlar onu kuzeni, akrabası.
Sen? Sen bu çocuğun hiçbir şeyi değilsin. Yanında gezmen büyük günah Rehiye. Büyüdünüz
artık, laf olur söz olur, gezmeyin birbirinizin peşinde. Daha demin yakaladım
seni, yakaladım da kulağını çekemedim. Acıdım, merhamet ettim mahallenin önünde
rencide olmayasın diye. Radyonu dinleyeceksen git eniştenin odasında dinle. Ne
bileyim git salonda, holde dinle. Bekâr bir delikanlının evinde, akşam vakti ne
işin olur senin! Böyle mi öğrettim ben sana?”
“Ama hala, arkadaşım o
benim-”
“Erkeklerle hanımlar
ancak karı-koca olur! Arkadaşlık da neymiş yahu, çocuk musunuz siz? Bundan
böyle Tarık’ın evine girip çıkmak yok bak. Aman bisikletine bineyim, ardında
oturayım, evinde radyo dinleyim… Yok! Kesme sözümü, yok dediysem yok! Ben nereden
bileceğim sizin ne dinlediğinizi? Ben nereden bileceğim o çocuğun sana ne gözle
baktığını? O çocukla muhabbetini kesiyorsun. Duydun mu beni?”
“Ama halacığım…”
“Günlerdir içime dert
oluyor bu hallerin. Kara kara düşünüyorum. Ben bu kızı evlendirdiğimde kocasına
ne derim, diye. Bir düşün bakalım. Eniştenin hiç var mı hanım ahbabı? Benim?
Benim var mı hiç erkek ahbabım? Nazar’ın? Gülizar’ın? Fahriye’nin? Al, gör.
Erkeklerle hanımlar ancak karı-koca olurlar. Ha yok, ben seni dinlemeyeceğim
hala, ben Tarık’ın dibinde gezeceğim diyorsan sen bilirsin. Ben katiyen
karışmam böyle şeylere. Ama günün birinde kocan seni bir dostla aldattığında, kucağında bebekle seni kapıma koyduğunda
hiç gelip bana ağlama. Tabii o gün ben yaşar mıyım, elden ayaktan düşer miyim, dönecek
bir kapın kalır mı bilemem kızım. Anca o vakit vicdanın sızlar da anlarsın
halimi.”
Halama söyleyemediğim
cümlelerin ağırlığından yanaklarım sağanak yağmurlara tutuldu. Gözlerimi yumup
onlara bir şemsiye tuttum. “Haklısın halacığım.” dedim. “Ben kocamın beni
aldatmasını istemiyorum. Seni de kaybetmek istemiyorum. Sensiz bu evde nasıl
yaşarım?”
“Ha şöyle...” dedi
duruşunu dikleştirip. “Yarın öbür gün seni everdiğimde mahalleli demeyecek mi,
bu kız bu çocuğun peşinden ayrılmıyor maazallah bir şey etmiş olmasınlar, diye.
O vakit de evde kalır, bir ömür Kebire Teyze gibi turşunu kurarsın. Ben
diyeceğimi dedim kızım.”
Boynum bükük, gözlerimi
yumulu, “Haklısın halacığım.” dedim yine. Ve böylelikle Üsküdarlı’nın bahsi,
parçalayamadığım koca bir lokma gibi boğazıma oturdu.
Misafirlik takımları
yemek masasına dizmeden evvel masa örtüsünü güzelce serdim, zaten evvelsi
akşamdan ütüleyip misafir odasına sermiştim. Tabakları ve çatalları hatırımda
kalan usule göre sıraladım. Güçbela Philips radyosunu
kucaklayıp merdivenlerden düşe kalka indim. Vitrinin orta rafında boş bir yer
açıp tam karşıdaki giriş kapısının hizasına yerleştirdim. Tozunu aldım, sildim,
tepesine de geçen yaz işlediğim dantellerden serdim.
Ancak ne yaptıysam da
içimde türlü yorganların, türlü perdelerin ardına sarıp muhafaza ettiğim
dostluk bahsini hatırımdan çıkaramadım. Hangi işle meşgul olsam, Üsküdarlı
zihnimin sokaklarında bisikletiyle gelip geçti önümden. Suratıma bakmadı.
Nerede olduğumu umursamadı. Varlığını bana bir türlü unutturamadı.
Alev alev yanan
gözlerim, kaşıyıp durduğum gerdanım, dudağımın tepesinde sızlayan uçuğum,
bastıran sıcak ve terli bedenim. Onca işin ortasında bana bir fenalık bastı ki,
bezleri bırakıp gözlerden ırak bir başıma kalabilmenin yollarını tasarlamaya
koyuldum. Zaten eniştemin odasına girecek, holdeki pikaba takmak için
göstermelik bir alafranga plak arayacaktım. Odaya girip kapıyı üzerime
kapattım. Eniştemin hususi eşyalarına dokunmadan, alaturka plakların arasında gezinip
kendime gelmeyi bekledim. Bir ara halim düzelir oldu. Nefesim dizginlenmeye
başladığı gibi, yaşlar kurudu ve yanaklarımda uzandığı yerler gergin, yapışkan
yolların izlerine dönüştü. Kendimi teskin etmek için rafa dizli plakları bir
sağa, bir sola dövüp durdum. İçlerinde ne Kenterler’in, ne de benim
dinleyebileceğim bir şey var diye sızlanıyordum ki çaresizlikten oraya
sakladığım taş plağımı fark ettim. Onu bulduğum gibi yere oturup kendime
sarıldım. Neyin derdi bindiyse tepeme, sırılsıklam ağlamaya başladım.
Bir kapağı yoktu; ne
kâğıdında, ne de diskin üzerinde ne olduğu yazmıyordu. Eniştemi
cezbetmediğinden belli ki ona hiç dokunmamıştı. Fakat onun Seyyan Hanım’ın eski
bir taş plağı olduğunu bir tek ben biliyordum. Çünkü bu, Üsküdarlı’nın benim
için İstanbul’dan getirttiği yaş günü hediyesiydi. On yedi yaşımın hediyesi.
Plağı kâğıdından
çıkarıp iğnenin altına yerleştirdim. Sesini bir tek benim duyabileceğim kadar
alçalttım, eski yerime çömelip dizlerime sarıldım, şarkımı doyasıya içime
çektim. Yoksa kendime nasıl gelirdim?
“Hayat, gülerken ağlatır. Severken ihtiyarlatır. Dünden kalan her
ıstırap bize, neler neler hatırlatır.”
Benim tanıdığım Üsküdarlı,
köşkteki kötü şöhretinin tam aksi bir çocuktu. Bazen çok iyi bildiğim, bazen
hiç kestiremediğim; ancak ne olursa olsun, uğruna gözyaşı dökebileceğim yürekli
bir insandı.
Benden hemen hemen dört
yaş büyüktü. Mazisi ve hususi hayatı hakkında neredeyse hiçbir bilgiye sahip
değildim. On dört yaşından beri, köşkün vaktiyle at arabacısı olan Cemil
Efendi'nin eski müştemilattaki evinde bir başına yaşardı. Evinin arka bahçesi,
çıkmazdaki hurdalık araziyle birleşen bir samanlığa açıldığından içerisi fevkalade
olmaktan uzak, ağır da bir küf kokusuna sahipti. Sokağa bakan iki penceresi
haricinde odasına pek ışık girmezdi. Damından sarkan dut ağaçları sebebiyle de kaldırımı
hep kirli ve kaygandı. İçinde kanepeye evirilebilen bir çekyattan, uzun bir sehpadan,
salonun ortasındaki musluktan, perdeyle örtülü bir lavabodan ve kitaplarla dolu
raflardan başka neredeyse hiçbir şeyi yoktu. Ama bir fırsatım olsa, ebediyen o
güzelim evin çekyatında bir mum ışığının altında uyuyup erimek isterdim. Orayı
kendi odamdan bile çok severdim ben.
Üsküdarlı, benim aksime
tahsilini yarım bırakmış bir çocuktu. Ankara’daki yaşamında, safi çalıştığını
biliyorum. Bazen bir marangozun yanında çıraklık yapar, bazen çarşıda simit
satar, bazen gider ayakkabı cilalar ya da berberlerde ayakaltındaki saçları
süpürürdü. Bu vesileyle de, kafasından katiyen çıkartmadığı hasır şapkasının
altındaki o aydınlık çilli yüzünü, ancak karanlık akşam vakitleri kuytu bir
lamba ışığı altında görebilirdim.
Onu ne vakit düşünsem
aklıma evvela bisikleti ve hasır şapkası gelir.
Niçin onu takar, niçin
hiç çıkartmaz ve niçin başından aldığımda sinirlenir bilemem. Gerçi bana yahut
bir başkasına anlatmışlığı da yoktur. Anlatmışlığı olmadığı gibi, kendini
birilerine anlatmak gibi bir düşkünlüğü de yoktur. Bu yüzden onu çok iyi
tanıdığımı zanneder, esasında onun benden kendi rızasıyla sakındığı benliğinin
benim dost bellediğim çocuktan büsbütün farklı bir kimse olduğunu hissederim.
Her hâlükârda o, benim
tanıdığım Üsküdarlı'dır işte. Ona ne vakit herkes gibi Tarık diye seslensem, bana hep bir yabancıymış gibi gelir. O yüzden
soy ismiyle seslenirim. Çünkü o benim ilk gerçek kelimemdir.
Muzipliği de, asabiliği
de denk olan; yanında her daim bir çatı altında hissettiğim, en sıcak çocukluk
hatıramdır. Üsküdar denen sahil beldesinden çıkagelmiş, birdenbire ailemin bir ferdi
olmuş; o hırçın, çenesi daima öfkesinden kabarık, dudakları peygamber sabrından
kıvrılmış, Yusuf yüzlü, uzun kirpikli, beyaz benizli o şapkalı çocuktur.
Eniştemi, yani öz
dayısını, hiç mi hiç mi sevmez Üsküdarlı. Birbirlerine olan bakışlarında hep
bir husumet, hep gizli bir savaş vardır. Bizden uzak bir yaşam sürmesinden
mütevellit kimi zaman onun sahiden, nasıl bir yaşama sahip olduğunu düşünür
dururum. Bu kadar çok dosta sahip, benim bilmediğim tüm dünyaları bilen, pek
çok işte çalışmakla birlikte aynı zamanda da evin tek erkeği olduğundan ayak
işlerimize tam vaktinde yetişen bu çocuk; neden kaçıp gitmez, neden güzelim
memleketi İstanbul dururken Ankara'nın renksiz, sapsarı ovalarında ya da çıkmaz
sokaklarında pedal çevirir, diye düşünür hiçbir yanıt alamam.
Çünkü o, hakiki
hislerini çaktırmamanın ustasıdır. Nasihatleriyle dertlerini örter, kendini
apaçık gizler herkesten.
Söylemesi güç olmayan
bir gerçek ki, Gülizar aslında haklı. Bana da fikrim sorulacak olursa,
Üsküdarlı sahiden yakışıklı olması bir yana benim için de hayranlık duyulası bir
beydir. Hiç kuşkusuz, halamın endişelerini haklı hale getirir.
Selvi boyu, uzun
suratını tamamlayan incecik taranmış kumral bıyığı, yanaklarında dalgalanan belirsiz
gamzeleri, güldü mü yukarıya kalkan kavissiz kaşları, kocaman sıra sıra parlak at
dişleri, bana her daim pek kadınsı gelen sık kirpikli simsiyah iri gözleri, incecik
kemerli burnu, bembeyaz benekli teni ve de nereden bulduğunu bilmediğim, gövdesine cuk diye
oturan şık takımlarıyla aslında çoğu hanımın ve kayınvalidenin hayallerini
süsleyen, efendi bir kimsedir Üsküdarlı.
Tüm bu hoş niteliklerine
rağmen öyle masumane, mahcup, saf, mülayim ya da uyuşuk bir tabiatı yoktur.
Kaşları belirsiz bir çatıklıkta, gülmeyi pek seven kibar ağzı ukala kimseleri
gördü mü biraz biraz bozulmaya müsait; kimi zaman çabucak parlayası gelse de
kendini derhâl hizaya çekebilen, sabırlı, hâkimiyet sahibi, zehir gibi akıllı,
kendini her ortamda belli eden parlak bir kişiliği vardır. Onun bu tatlılığı,
iyiliği ve efendiliği yalnız sevdiklerine; şüphesiz Allah'ın onun tabiatına
ektiği merhamet filizlerinden gelir.
Lisan bilir, müzik ve
vals bilir, sinemaya her şeyden çok tapar; ecnebiler neyi sever, onların
vatanında ne modadır, hangi parfüm daha güzel kokar, ney nereden alınmalıdır,
şu sokak nereye çıkar, ya da hangisi çıkmaz sokaktır, hayat nedir, nasıl
yaşanılır, bir mektup göndersem kimlerin ellerinden geçer, bir insan sarf
ettiği sözcüklerle hakikatte nasıl bir kişiliktir... Benim aksime bu genç
yaşında bunların hepsini bilirdi işte Üsküdarlı.
Tüm bu sıfatları bir
kenara, benim onu bütünüyle tarif ederken kullandığım tek bir tabir vardır. O
da Üsküdarlı'da değil, Tarık'ta,
insanı kendi eksenine çeken göz kamaştırıcı bir parıltının olduğudur.
Ben buna şeytan
tüyü derim. Çünkü öyledir. Makul bir izahı yok.
Diyelim ki yakışıklı mı
yakışıklı beylerle dolu küçücük bir odaya girdiniz. Hepsi ya tavla oynuyor, ya
tütün içiyor, ya kadeh kaldırıyor ya da salt devletten, savaştan konuşuyor
diyelim. O biçim erkeklerle dolu, kadınların neşesinden uzak, karanlık bir oda
burası. Hatta diyelim ki Metin Kenter de var bu odanın içinde. İçeriye girer
girmez gözünüz belki de evvela şekli şemali en göze çarpanına kayıverecektir.
Sonra sıra sıra diğer beylere bakıp baştan sona onları süzerek hoşunuza en çok
gideni aramaya koyulacaksınız.
İşte Üsküdarlı'da
bir şeytan tüyü olduğunu düşünmeme sebebiyet veren mesele de tam budur.
Tarık, kalabalık mı kalabalık bir odada gözünüze ilk çarpan değil; dönüp iki
kere bakacağınız yahut yanından katiyen ayrılmak istemeyeceğiniz türden bir
beydir.
Onun ilgisiz, simsiyah
gözlerine kazayla olan tek bir temasınız hele bir de dudaklarında kıvrılan o
farkındalık sahibi, sinsi sırıtışa da tesadüf ettiyse o vakit dönüp başka bir
erkeğe bakmanızın ihtimali yok olur. Bir ötekine sekemeden, kendinizi yine onu
seyrederken bulursunuz. Üsküdarlı ise gözlerinize zahmetsiz bir rahatlıkla bakar,
farkında olmadığı yumuşak fakat bir o kadar da arsız cazibesiyle o kalabalığın
içinde sizi bir yolunu bulup yamacına sürükler. Sonra yanına geldiniz diye de
sizden kaçar, çekindiğini asla belli edemez.
Tıpkı az evvel de
söylediğim gibi. Gülizar, biricik dostum hakkındaki düşüncelerinde ne yazık ki
haklıydı. Gerçi, dil döktüğüm bu şeylerin hiçbir ehemmiyeti yok. Kuzenlerimin
gözünde ben bir ev faresiysem, o da en nihayetinde bir sokak faresiydi. Bizler
onların nazarında; beğenilmeye, sevilmeye layık olmadığımız gibi yakışıklı veya
güzel de olamazdık. Bu sebeple mahalleli kızların Üsküdarlı'yı sorup
soruşturması ve halamın köşke gelen komşularının onun bekâr olup olmadığını öğrenmek
istemesi, bizim kızlara merak uyandırıcı geldiği gibi epey gülünç de gelirdi.
Onlara gülünç geldiği gibi, ikimizin yan yana bulunması ise eniştemin ve
halamın gözünde türlü ahlaksızlıklara denkti.
Çünkü çocukluğumuzdan
beri, bize niyeyse Üsküdarlı’dan uzak durmamız tembih edilmişti.
Bilhassa, İstanbul’a
dönmek için çırpındığını bildiğim günlerden beri.
𖣂
Nerminlerin mahallenin
en sonundaki, bahçesiz, cumbalı evlerinin ikinci katına varla yok arası
zararsız bir taş attığımda; Kenterler’in gelmesine olsa olsa yarım saat vardı.
"Rehiye! Hele
şükür! Hiç gelmeyeceksin sandım-"
"Nermin!" diye
bağırdım ellerim havada. Sarı saç bukleleri tatlı bir esintiyle pencereden
dışarıya süzüldü. "Annen yok evde değil mi... Lütfen yok de bana!"
"Yok tabii ki!
Eczacı Mehmet Amca'ya kadar gitti ama gelir! Bekle beni!"
Kapının eşiğinde onu
bekledim. Nermin, son bir senedir bana ismi bahşedilmeyen meçhul bir hastalıkla
boğuşuyordu. Nedenini bilmediğim ve bana açıkça izah edilmeyen bu düşman, ona
en ihtiyaç duyduğum günlerime bir karabasan gibi çökmüştü. Ciğerleri her
zamankinden zayıftı. Eskisi kadar sık gülmüyordu. Kolları, elleri ve yanakları
erimiş, kemikleri sayılırcasına bitap düşmüştü. En son ne vakit piyano çalmaya
mecali olduğunu bile anımsamıyordum.
Annesi Meral Hanım hem
mesleği, hem de anneliği gereği Nermin’in çevresini olabildiğince daraltmış,
ona kendi evlerinde her ihtiyacını ve arzusunu görebileceği ufak bir dünya
yaratmıştı. Fakat onun da, benim de bilmediğimiz bir şey vardı ki; Nermin,
zaten ufak bir dünyada yaşadığı için hastalanmıştı.
Her daim evlerinin
pencereleri aralık olurdu. Eve ben dâhil yabancı sokulmaz, her işi Meral Hanım
ve bazen de Üsküdarlı tarafından görülürdü. Hâliyle ben de bir senedir evlerine
ancak Meral Hanım’ın evde olmadığı vakitler sızabiliyor; Nermin’i ancak
salonlarındaki piyano taburesinin başında yarım saatçik görebiliyordum.
“Rehiyecik...” Eşikte
otururken ardımdaki kapının aralandığını biraz geç fark ettim. Suzi Hanım,
kilidin zincirini çıkartmadan başını uzattı. “Çok az vaktin var, Meral Hanım
yoldadır. Gel canım.”
Suzi Hanım, biricik
dostum Nermin'in tüm yaşamı boyunca tahsili ve terbiyesiyle alakadar olmuş ince
yürekli, müşfik Fransız mürebbiyesiydi. Ne tam manasıyla bu topraklara aitti,
ne de dönecek bir Fransa’sı kalmıştı. Nermin’in ve Suzi Hanım’ın kökleri,
neredeyse Osmanlı’ya dayanır. Nermin aslında mahallemizin kökenlerine pek
aykırı kaçan Katolik bir kızdır. Suzi
Hanım’ın ailesi ise bir zamanlar onların atalarına sadakatle hizmet etmiş, aynı
evlerde farklı Tanrılara dua etmiş Levanten bir ailenin hayatta kalan son ferdi
idi. Dedeleri İzmir’de ticaret yapmış, hanımları ise
sığındıkları varlıklı ailelere boyuna hizmet etmişti. Nermin babası öldüğünde,
doğrusu kendini asmak gibi hazin bir sonla onlara veda ettiğinde, yeni bir
başlangıç gayesiyle kadın kadına Ankara’ya göçmüşlerdi.
Kırklarının ortasında,
mavi gözlü, çilli, sarışın bir kadındı Suzi Hanım. Türkçeyi fevkalade bilmesine
rağmen tüm kelimelerdeki i sesini
mütemadiyen bastıra bastıra, garip bir tonda telaffuz eder ve şefkat duyduğu
herkesin isminin yanına da bir cik
eklerdi.
“Suzi Hanım… Benim en
acilinden Nermin’le görüşmem gerek. Ona anlatacağım çok fazla şey birikti.
Zaten benim de acelem var, biliyorsunuz bu akşam Kenterler geliyor
memleketinizden.”
Bedenine sardığı siyah
şalının arasından bana elini uzattı, yanaklarımı okşadı. “Rehiyeciğim. Bana
sakın darılayım deme, lâkin mümkün değil Nermin’e yaklaştıramam seni. Ama…”
“Olmaz… Lütfen Suzi
Hanım! Benim onunla konuşmam gerek. Neredeyse bir aydır camdan cama
konuşuyoruz. Ona da konuşmak denilirse! Salonun penceresi öyle yüksekte kalıyor
ki Nermin az daha sarksa sokağa inecek zaten. Ben de üzerine çıkacağım bir taş
bulamıyorum-”
Suzi Hanım
kıkırtılarını bastırarak bileklerimden tuttu, beni alt kattaki kullanılmayan
banyolarına götürünce kafam hayli karışmıştı. “Şimdilik böyle idare edin güzel
kızım.” Nermin pencere önündeki küvette dizlerini kırmış, hatıra kutusuna sarılmış
oturuyordu. Aramızdaki banyo perdesini aralayıp mızır bir gülüşle bana el
salladı. “Meral Hanım geldi gelir. Perdeyi çekmeyin. Ne Nermin daha fazla
hastalansın, ne de sen üzül yavrucuğum.”
Küvetteki Nermin’e
baktım. O benim gelişimden mütevellit gayet mutluydu, ama ben aramızdaki
perdeden ne denli rahatsız olduğumu ve bu rahatsızlığın gözlerimi ne kadar
ıslattığını sergilememek için hayli direndim.
Onu üzemezdim. Onu
üzmek yasaktı.
Suzi Hanım kapıyı üzerimize
kapattı. Eşikten uzaklaşan topuk seslerini duyar duymaz ikimiz de fırlayıp
birbirimize sarıldık. Başımı göğsüne en son ne vakit yasladığımı bile
hatırlamıyordum. Belki de aylardan sonra ilk kez bu kadar yakınlaşmıştık.
“Rehiye, ağlama lütfen-”
Ona tutunup daha da
göğsüne yapıştım. Oraya gömülmek ve ebediyen şefkatiyle yoğrulmak istedim.
“Rehiye.” dedi Nermin.
İki eliyle yüzümü okşarken beni öpmemek için kendini zor tutuyordu. Pembe
çiçekli beyaz entarisi ıslak tenine yapışmıştı. “Suzi Hanım duyarsa bizi
ayırmak mecburiyetinde kalır bak. Anneme yeminler etti seni eve almayacağına
dair. Lütfen yapma. Senin yüzünden kadın her gece günah çıkarıyor.”
Gözyaşlarımı paltoma
silip silkelendim. Sapsarı kesilmiş suratına baktıkça bir şeyler diyesim
geliyordu. Bir şeyler demeyi her istediğimde de genzim gıdıklanıyor ve yine
gözyaşlarına kapılıyordum. Nermin’in yönlendirmesiyle Suzi Hanım’ın uygun
gördüğü nizama geçtik. O, kuru küvetin içindeki tabureye geçip aramıza banyo
perdesini çekti. Ben de dışarıda kaldım.
“Klozete otur istersen.
Kullanmıyoruz onu. Ayakta kalma.”
Küvetin az dibindeki
klozete baktım. Onu kullanmadıklarını ben de biliyordum ama içim kaldırmıyordu
işte. Ne yere çömeldim, ne de klozete oturdum. Bu çekincem Nermin’i pek güldürdü.
“Gülru Teyze, Nazar’a
da bu kadar vazife verseydi acaba o da senin gibi olur muydu çok merak
ediyorum. Çamur görmek bile mideni kaldırırken sana resmen klozete otur dedim.
Ben de ayrı bir ahmağım.”
“Neden öyle dedin ki?”
“Boş ver...” Yüzünü,
ifadesini, mimiklerini görmek istiyordum. Ama neye, ne tepki verdiğini anca perdedeki
siluetinden tahayyül edebiliyordum. “Anlat bakalım. Geliyor mu Kenterler?”
“Geliyorlar.”
“Peki, sence…” dedi
uzata uzata. “Kazanma ihtimalim nedir? Bunu hesap etmekten resmen aklımı
yitirdim.”
Nermin’in bu keyifli
hâllerine sevinmem icap ederdi. En nihayetinde bir şeyler, onu hastalığını
düşünmekten kendi rızasıyla alıkoyuyordu. Ama niyeyse fesatlık edesim tuttu, yüzümdeki
tebessüm giderek beni terk etmişti. Dostumun daracık dünyasında yaşadığı
mutluluk boğazımı düğümlemiş, mahrem umutlarıma o anda gölge düşürmüştü. Yaptığım
hatanın pişmanlığıyla iliklerime kadar titredim. Heyecanını, aşkıma karşı bir
tehlike olarak görmeye başladım.
Ya Nermin de Metin
Kenter’den hoşlanırsa? O vakit ben ne
yapacaktım?
“Ben bilemem ki bunu
Nermin.” Ona bakamadığımdan duvardaki fayansların işlemelerini seyrettim.
“Yarışmanın mühleti doldu. İkimiz de mektuplarımızı postaladık zaten. Bugün,
yarın açıklanır herhalde.”
“Doğru söylüyorsun.”
diye geçiştirdi, sonrasında biraz sessiz kaldı. “Tarık ne yapıyor?”
“Tarık mı?” dedim
garipseyerek. “Ne yapsın. Ev, iş-”
“Biliyor musun? Kazanmayı
çok isterdim.” Aniden duraksadı. “Ama senin de kazanmanı isterdim Rehiye. Hem
de çok.”
Diyecek bir şeyim
yoktu, orada yokmuşum gibi sessiz kaldım.
“Keşke ben baloyu,
sense Metin Bey’i kazanabilseydin. Hatta ne diyeceğim. Keşke yanımızda
başkalarını da götürülebilseydik. Başka kavalyeler.” dedi. “Böylelikle ölmeden
evvel hür olmanın tadını bilirdim ben de.”
“Ölmeden evvel mi!” diye sıçradım yerimden. Yüzünü görebilmek için banyonun
perdesini pençeledim. “Böyle bir şeyi nasıl dersin! Benim sana… Çok ihtiyacım
var. Aklının dahi eremeyeceği kadar çok. Ölmekten ne kadar korktuğumu
biliyorsun. Uyumaktan, kâbus görmekten ne kadar korktuğumu biliyorsun.
Yaşadığım dünyada da sen olmayacaksan, ben kendimi avutmak için nasıl uykulara dalarım?
Beni nasıl sensizlikle-”
“Rehiye. Ben öleceğim.” Perdeyi geri çekip yüzünü
benden sakladı. En başından beri takındığı neşenin hakiki olmadığını o an
anladım. "İyi olmadığımı görmüyor musunuz? Bu kadar hassas olursan benden
evvel sen ölürsün asıl. Ağlamayıp sızlama. Sanıyor musun ki kimse ölmeyecek,
herkes sonsuza dek on sekiz yaşında kalacak. Hayır. Öyle bir dünyada değiliz.
Sen de bu hakikati kabullenirsen yararına olur.”
Gerçekleşmesinden
deliler gibi korktuğum bir şeyi bizzat onun dudaklarından işittiğimde,
diyeceklerimi diretmek tahmin ettiğimden daha zahmetli bir hâle geldi. Büyük
bir düş kırıklığı eşliğinde yalnız onu dinledim.
"Ömrüm evde geçiyor.
En son ne zaman mahallenin dışına şöyle bir yürümeye çıktım hatırlamıyorum
bile. Sağ olsun, geçen Tarık çıkarttı biraz annem yokken. Doğru dürüst nefes
alamıyorum, ciğerlerim parçalanıyor. Şimdi hekimin ilaçları biraz iyi geldi de
dindi öksürüğüm. Yoksa iki kelam dahi edemiyor, boğazlarım kanayana kadar
öksürüyorum. Annem beni bitkin düşürecek her şeye mani oluyor. Seninle bile
dilediğim kadar görüşemiyorum. Dışarının mikrobunu bana bulaştıracaksın diye
korkuyor, fakat sadece bu da değil. Ne açıp bir kitap okuyabiliyorum, ne de
eskisi gibi piyanomu çalabiliyorum. Suzi Hanım bazen bana hikâye anlatıyor, bir
öyle uykuya dalabiliyorum. Ama mesele ne biliyor musun? Ben hasta değilken de
bu hayatı yaşıyordum. Annemin, mürebbiyemin dizi dibinde etliye sütlüye
bulaşmadan. Arı bile sokmadı beni. Kolum bile kırılmadı. Bir yabancıdan hiç
saklanmadım. Sokaklarda hiç kaybolmadım.”
Gözlerine bakamıyordum.
Ona ne söyleyebilirdim şimdi? Beni ondan farklı kılan neye sahiptim?
"Biliyor
musun?" dedi az evvel dediklerini unutmuşçasına. Lafını yarıda bırakıp
yere çömeldi. Eşi bende olan pembe teneke kutusunu küvetten çıkartıp kutunun
içinden bir zarf gösterdi bana. İçini açmadı, yalnız havaya kaldırdı. "Bir
liste yaptım. Ölmeden evvel yapılacaklar-"
"Hii! Sakın
Nermin." dedim yüzümü avuçlarımın arasına alarak. "Tamam, kâfi. Öyle şeyler
yok. Biz genciz, ölmeyeceğiz. Bizi alakadar etmez! At şu kağıdı."
Yalan
söyleme Rehiye, dedim
kendime. Ölmeyi senden iyi kim bilebilir?
"Dur da bir dinle.
Biliyorum. Olacak. Belki
hemen değil, ama bir gün. Bir gün sen de öleceksin, ben de. Bu bir hakikat.
Şimdiden alışırsak belki daha az canımız yanar. O yüzden diyorum ki, birlikte böyle
bir liste yapalım hazır yaşıyorken. Benimki de bitmiş sayılmaz hem, üç beş tane
şey yazmışımdır. Öyle aman aman şeyler değiller. Ama diyorum ki sen de yap.
Yarın gel hatta, birlikte yazalım. Annem tüm gün olmayacak evde, nöbetçi, hem mektep
de yok rahat rahat gelirsin. Sen, ben ve Suzi Hanım. Hep birlikte adaçayı
içeriz. Klozette değil tabii."
Gözlerim zarfın üzerindeydi,
"Nasıl bir liste ki bu?" diye sordum.
"Babamın
kitaplarını hatırlıyor musun? İçlerinden birinde buldum. Kendine bir liste
yapmış.” Gözleri kısılırken burnunu buruşturdu, bu ağlamak üzere olduğu
manasına geliyordu. “Ölmek isteyen bir insan neden yapmak istediklerini sıralar
ki?”
Onu yatıştıracak bir
şey söyleyebilmek için hayli cahildim. “Demek ki istediği hiçbir zaman ölmek
değildi.”
Nermin bir yanıt
vermedi. Zaten babasının intiharı, hiçbir zaman karşılıklı konuştuğumuz bir
mesele olmamıştır. “Görünce aklıma yattı işte, dedim ben de yapayım. En azından
kendimle meşgul olur, bugüne ne dek neyi yaptığımı ya da neyi yapmak istediğimi
öğrenmiş olurum. Belki annemi de ikna ederim. Zor değil, yalnız yapmayı
ertelediğim şeyleri sıralıyorum o kadar."
"Yapmayı ertelediğim şeyler..." diye
tekrarladım fısıltıyla. Nermin'in varlığı ve de bahsini ettiğimiz bu
meselelerin sıkıntısı, bana ansızın kâbusumu hatırlatmıştı. Zaten ben de
bunları anlatmak için burada değil miydim? Ancak Nermin zaten içinden çıkılamaz
derdinin kuyularına düşmüş bir yardım beklerken ben ona neyi zırvalayacaktım
ki? Yeniden geleceğimi yahut geçmişimi gördüğüm o rüyaların bahsini mi
edecektim? Hiçbir hastalığım, derdim yok iken yakında benim de onun gibi
öleceğimi hissettiğimi mi söyleyecektim? Peki ya adı? Neden rüyamda benim de
adım Nermin idi? Rüyamın sonunda öldüysem, bu Nermin'in öleceği manasına mı
geliyordu şimdi? Bundan daha feci, daha korkunç nasıl bir rüya olabilirdi ki
böyle?
Nermin'in yüzüne
baktım. Bu ürkünç rüyayı içimde bulunmayan, adresi ve tarifi belirsiz bir
arazinin ortasına bıraktım. Ayaklarımla çiğnedim, yok ettim.
“İyileşeceğine
inanıyorum ben.”
Alayla kıkırdadı. “Ben
inanmıyorum ama.”
“İnanmanı kimse
beklemiyor ki senden.” dedim. “Ama ne diyor Runa Duna, gerçek mucizeler
ancak-"
"Yollarını
gözlemediğimizde bizi bulurlar. Biliyorum."
İçim ısındı. “Ben bile
ölürüm, ama sen ölmezsin. Korkma. Hep benim gibiler ölmeye meyillidir zaten.
Ağlayanlar, zayıf düşenler-”
“Rehiye, sen zayıf
değilsin ki.” Uzaktan tatlı sesiyle sanki başımı okşadı. “Sen sadece küçüksün.”
“Görücülerim öyle
demiyor ama.” dedim gülerek.
“Küçüksün.” dedi
inadına. Bir parmağını kafasına dayadı. “Aklın küçük.”
Bu dediğine alınmadım.
Sahiden de bunun alınılası bir şey olmadığını sanacak kadar küçüktüm. Bir iltifat
gibiydi bu söylediği bana.
“Benim aklım büyüyeli
epey oluyor. Gitme sırası sende değil, bende.” dedi. “Çünkü hayatın bana
öğreteceği bir şey kalmadı. Sana ise öğreteceği çok fazla şey var. Ders
biterse, mektep de biter.”
“Ne demek bu?”
“Şu demek…”
Kollarını küvetten sarkıtarak bana
döndü. Fakat ne demek istediğini bana bir türlü izah edemedi. Suzi Hanım
içeriye girdi. Pencereden sokağı kolaçan ettiği sırada misafirlerimizin çoktan
köşke teşrif ettiğini söyledi.
Metin Bey gelmişti.
Ve ben ne süslenebilmiş, ne
yıkanabilmiş, ne de terli mektep üniformamı değiştirebilmiştim.
III. FASIL
"İlk Kötü Günüm"
౨ৎ
Ankara, 1951 Güzü
Cuma Akşamı
Oradaydı.
Aramızdaki aşılacak tek
mesafe, benim beş adımımda saklıydı. Kapılar, kâğıtlar, mecmualar, dile
dökülmemiş görünmez kelimeler ve de uzak mı uzak diyarlar. Hiçbiri yoktu. O
gözler, alelade bir kâğıt parçasına basılı değildi. Canlıydı. Bakıyor ve
görüyordu.
Metin Kenter’in hakiki mevcudiyetiyle yeniden aynı odadaydım.
Bu kez zaman ikimizi de
değiştirmişti. Ben ona yetişebilmek umuduyla biraz daha büyümüştüm. O ise
benden kaçarcasına daha büyük adımlar atmış, büsbütün bir yetişkin oluvermişti.
Her manada farklı görünüyordu.
Gençliğindeki gibi bezgin, sıkılgan, misafirlikten yana zerre keyif almayan
oturgan hâli yoktu. Kıpır kıpırdı. Neyi içmeyi sevdiğini bile bilmeyen o kibirli
çocuk, baygın gözlerini terk etmişti.
Tek bir sene, insanı
nasıl bu kadar değiştirebilirdi?
Daha evvel dişlerini
bile görmemiştim. Temiz, irice ve büyüktüler. Tıpkı Üsküdarlı’nınkiler gibi. Oysa
şimdi her birini sayabileceğim kadar gülüyor, cilveleşiyor, tek tek herkese
alaka gösteriyordu. Ezbere bildiğim tek erkekle onu mukayese etmeden
duramıyordum. Besbelli kilo almış. Ölçülü bir biçimde irileşip mantosuna dolmuş.
Bir delikanlıdan ziyade, bir adam
gibi görünüyor. Buna sevinsem mi, üzülsem mi acaba? Her zamankinden cazibeli,
her zamankinden erkeksi bir değişim var bu hâlinde. Masmavi gözleri, güneşten
açılmış kumral saçları ve henüz çıkartmadığı fiyakalı gri mantosuyla eniştemi
dinliyor; dudaklarındaki arsız tebessümü ile tek tek evin hanımlarıyla selamlaşıyordu.
Kuzenlerimin hepsi benim aksime süslenmiş, senelerce yanlarına inemedikleri
Kenterlerin huzurunda kavuştukları haklı hürriyetlerini kutluyorlardı.
Peki ya ben? Ben ise hâlen
değiştiremediğim terli üniformamla, karşımdaki kişinin benim Metin Kenter'im
olup olmadığını sezinlemeye çalışıyordum.
"Vallahi senden üç
tane olsa, üçünü de kızlarıma alırdım be Metin..." dedi eniştem kös kös
gülerken. "Tabii sen daha benim parlak zekâlı, ay yüzlü, oturmasını
kalkmasını bilen kızlarımla tanışmadın. Aslında gönlüm yoktu sofraya
inmelerinde yalanım yok bak! Amma… Baban Bey bu seferlik cümbür cemaat bir
akşam yemeği arzu edince haber saldım, geldiler. Hem artık yaşlarınız da denk
sayılır. Doğru, kaç yaşındaydın sen Metin oğlum? Hatırımda kalmamış. İnsan iş
güç derken kendi yaşını unutuyor yahu!”
Metin Kenter, eniştemin
boş sözlerine zoraki bir kıkırdamayla mukabele ederken sadece babasına bakıyordu.
Cüneyt Bey de güldü buna. Esrarını çözemediğim, puslu, hâkimiyet sahibi,
ürpertici tebessümüne bulanmış mavi gözleri ile.
“Kasım’da yirmi beş
yaşıma gireceğim." dedi bir kâğıttan ezbere okur gibi. Gözlerindeki o
uslanmaz, küstah ifadeyi eksik etmeksizin sıraya dizilmiş kuzenlerime tek tek büyülü
bir alakayla baktı. "Ben de ne vakittir bu küçük hanımlarla tanışmayı
bekliyordum."
Lafını bitirir bitirmez
yanında getirmiş olduğu gülleri takdim etti. Söylediğine göre hepsi
Paris’tenmiş. Bunca vakit nasıl kuruyup kalmadıklarına hayret ettim ama kızlar
inandı buna. Bir eliyle çiçeğini verirken, diğer eliyle de nezaketen öpmek
üzere halamın eline uzandı. Ancak ne var ki, bu öpücüğün tesiriyle yeni yetme
bir genç kızmış gibi halamı yersiz bir kikirdeyiş alıverdi. Elini çekerken
yanında sıraya girmiş kızlarına bakıp neşesini bastırdığını fark ettim. Kendi
aralarında omuzlarını tokuşturarak Metin Kenter’in centilmenliğine ana kız gülüştüler.
Onları seyrederken
dudaklarım gevşedi. İstemsizce tebessüm ettim.
Beni görebilecekleri
bir yerde durmuyordum. Ama düşündüm ki şayet bana baksalardı, belki de neye
güldüklerini anladığımdan beni de aralarına çağıracaklardı. Belki halamla
birlikte ben de gülüşecektim. Bana tebessüm edecek, kalçasını kalçama
tokuşturup latife edecekti benimle. Baksana Rehiye, diyecekti. Ne
centilmen bir çocuk, benim bile elimi öpüverdi!
Ancak aklıma, bu hayalimden
daha ehemmiyetli bir ihtimal saplandı; eğer sıraya geçersem, benim
elimi de öper miydi? Metin Bey, bana da bir gül lütfeder miydi?
Sıraya dâhil olup
olmadığım anlaşılamayacak bir çabuklukla Nazar'ın az yanına sokuldum. Sıra
kuzenlerime gelmişti. Gülizar, Metin Bey’i valsa kalkacakmış gibi sonradan
görmüşlüğü aşikâr yersiz bir reveransla misafirimizi karşıladı. Peşinden,
öpmesi için elini uzattı. Metin Bey ise elindeki diğer gülü alelacele kuzenime
takdim edip onun bu yılışık, cahil tavrını nezaketle başından savdı. Lâkin ne
olursa olsun yine de gözlerini ondan kaçırmadan büyük bir ilgi ve alakayla
elini öpüyordu. Ardından sıra ona pek muhabbet beslemeyen Fahriye ablama ve en
sonunda da Nazar'a geldi. Nazar diğerlerine kıyasla bu tanışma faslını uzatarak
Metin Bey'i biraz lafa tutmaktan yana oldu. Metin Bey’e doğru atıldı ve sıranın
bana gelme ihtimali uzadıkça uzadı.
"Şey! Metin Bey…
Ee, güller için çok merci. Ömrü hayatımda bu kadar güzel güller
görmemiştim…"
Nazar bakışlarıyla
resmen Metin Kenter’i kuvvetli bir büyünün tesiri altına almaya çalışıyordu. Elleriyle
elbisesinin kabarık mavi eteklerini kıvırırken; bir sağa, bir sola salınıp
müstakbel kocamın gözlerine hayranlıkla baktı. Doğrusu, bu bakışları çok
kıskanmıştım. Sanki birileri tabağımdan hakkım olan lokmaları gasp etmiş gibi haset
dolu çaresiz bir bakışla başımı kuzenime çevirdim. Kendinden emin duruşunu, göze
hitap eden cüretkâr latifliğini, burnuma süzülen lavanta kokusunu karşıma geçirip
şöyle bir hesaba çektim. Bir kendime, bir de ona baktım. Manikürlü ellerine,
cilalı parlak tırnaklarına ve incecik tüysüz kollarına doladığı şıkır şıkır
yeşil bileziklerine. Sonra ise ceplerime sakladığım kendi ellerime baktım. Onunkilere
benzemiyordu.
Nazar’la aynı odadayken
nasıl beğenilmek, sevilmek isteyebilirdim ki?
Biraz hevessiz, “Rica
ederim küçük hanım.” dedi Metin Bey, iri mavi gözlerini aynı bıkkınlıkla
kocaman aralayıp söndürdü. Alaka göstermiş olmak içinse yanından uzaklaşmadan
evvel göz ucuyla yeniden kuzenime baktı. “İsmin…”
“N-Nazar!” dedi bir
adım öne atılarak. “İsmim Nazar, Metin Bey.”
Başını salladı. “Çok
memnun oldum, Nazar.”
Metin Bey, artık canını
kurtarmak istercesine adım adım yanlarından uzaklaşırken, "Paris
erkeklerinin centilmenliğini buram buram hissettirdiniz! Ben de sizinle
tanıştığıma çok memnun oldum…” diyerek konuşmayı inatla sürdürdü. Hepimiz
başımızı ona çevirip sabır diledik. Zira Nazar'ın bu hâlleri, onun tabiatına
aykırı olduğu gibi eniştemin de hiç tasvip edeceği türden davranışlar değildi.
“Keşke kız kardeşiniz de gelseydi. Kendisini yakinen takip ediyorum, Paris
Güzeli seçildiğini işitince pek sevinmiştim doğrusu. Bu kadar küçük
yaşta bunca şeyi başarmak herkese nasip olmaz. Tatlı şey... Zannederim pek
meşgul, ne vakittir mecmualarınıza da kapak olmuyor. Şahsen tanışmayı çok
isterdim. Tıpkı size çekmiş, çok şeker bir kız-"
Metin Kenter, babasına
baktı. Cüneyt Bey, boş bakışlarıyla başını eğdi ve nezaketinden ötürü hiçbir
şey demedi. O esnada eniştemin, tebessümünü bozmaksızın salıverdiği ivedi bir
öksürük kızını nihayet hizaya getirmişti. Giderek bana yaklaşıyordu. Ellerimi
ona nasıl uzatacaktım? Üstelik sokaktan gelir gelmez yıkamamıştım bile.
"İsterseniz bana
verin mantonuzu!" diye bağırdı Nazar. Bu garip tavırlarındaki aceleyi bir
türlü anlamlandıramıyor, kafamın içinde sebebini düşünemiyordum. Nazar hiç de
yılışık, kendini rezil edecek cinsten laubali bir kız değildi. "Ben
muhafaza ederim. Şimdi kalfalar kaybeder onu. Kim bilir kaç liraya aldınız,
yazık olacak…"
Cilveli bir istihfafla,
“Lira?” dedi Metin Bey gülerek. Kuzenime göz kırptı.
Bu vaziyet artık onu
bile rahatsız etmiş olacak ki, “Nazar…” diye fısıldadı Fahriye ablam. “Yerinde
dur. Rezil oluyorsun. Çaban boşa.”
“Sen kapasana çeneni,
erkek fatma.”
Metin Bey muhakkak ki
kuzenimin bu fısıltılı ikazını duymuştu. Duymuştu tabii. Lâkin her ne hikmetse
yüzündeki o tatlı kibri, kızlardan gördüğü ilginin onu ne denli boğduğunu ve
aynı zamanda da ne denli tatmin ettiğini zannımca bir tek ben görebiliyordum. İstifini
hiç bozmadan, kuzenimin gösterdiği bu sevimli hayranlığa
yalnız gülümsemekle mukabele etti: "Sizin gibi güzel, genç hanımlar
bu ellerle bir şey taşımamalı."
Her şey, zihnimde dönüp
duran ufacık birkaç saniyenin içerisinde vuku buldu. Neye uğradığımı şaşıracak,
idrak edecek vakti bile lütfetmemişti. Öpeceğini umduğum ellerime, mantosunu
uzattı.
Bense misafirlerin
eşyalarını muhafaza etmek benim vazifemmiş ve benim, Metin Kenter’e kendimi
takdim etmeye katiyen hakkım yokmuş gibi hiçbir itirazda bulunmadan mantosunu
kollarımın arasına aldım. Ardından Cüneyt Bey, sonrasında da eniştem. Hepsi
bana mantolarını uzattı. Bana lütfettikleri bir kese altınmış gibi minnet
edercesine hepsinin dış kıyafetlerini hürmetle aldım. Asla sesimi çıkartmadım.
Nazar'ın, düştüğüm bu vaziyete kıkırdadığını işitsem bile.
Bu küçücük tanışma
faslının ardından pek çok şey oldu. Her taraftan ayrı bir ses yükseliyordu.
Halam, ev halkını ve misafirlerimizi sofraya çağırırken bir yandan da ardımızda
dikilen kalfaları şalvarlarıyla birlikte bize yaklaşmamaları hususunda
tembihliyordu. Eniştem, salona ilerlerken Cüneyt Bey’e kendini övüyor; Nazar ve
Gülizar ise, iki koluna girerek Metin Bey’i benden olabildiğince uzaklaştırıyor
ve onun bana olan bu tavrı için âdeta ona minnet duyuyorlardı.
Eniştem önümden
geçerken, "Heh, bu da Rehiye, Cüneyt Bey. Vallahi her yerden bir kız
çıkıyor, saymayı unutuyorum yahu!" diye takdim etti beni. "Siz
tanırsınız gerçi, elinden kahve içmişliğiniz vardır. Gülru'nun yeğeni olur.
Daha bebeyken yetim öksüz kaldı kızcağız. Anası doğurur doğurmaz kıymış kendi
canına, delirmiş. Yok ben çocuk istemem, alın bunu başımdan, kaldırın diye diye
yırtmış kendini. Nasıl yitirdiyse aklını emziremesin de ölsün diye memelerini
kesmiş geceleyin. Sabahta Gülru’nun abisi ölüsünü bulmuş. Bu kızcağız açlıktan
bağırmasa Allah bilir o da ölecekmiş, kimse duymamış seslerini. Her yer kan
revan. E be kadın sen yaptın ya bu bebeyi, kime isyan ediyorsun! Anasısın tabii
ki bakacaksın, yahu siz söyleyin Cüneyt Bey… Velhasıl, babası da bakamamış
kızcağıza. Erkek adam ne yapsın anası ölmüş bir günlük kız bebeyle… Onca iş,
güç, hangi biriyle ilgilensin! Zaten o da bir kavgaya karışmış köyde, topuğuna
sıkıp öldürmüşler bir hafta sonra. E Gülru da o vakit Nazar’ı doğuruvermişti.
Sütü var diye şehre getirdiler Rehiye’yi. Emzirdi, büyüttü, alıştı bizimle
kaldı yetim. Ne yapalım, kader işte! Okutuyorum kızcağızı, ileride bir muallime
olur bir şey olur belki de kurtarır istikbalimizi. Şimdi ben olmasam belki de
çoktan evlenmiş, eline iki çocuk vermişlerdi bu yaşında. Tarlada, bağda,
bahçede koyun otlatır, bebelerini emzirirdi. İnsanlık ölmüşken bu kızcağızı
sokağa mı atsaydım? Siz söyleyin Cüneyt Bey..."
Cüneyt Kenter ile ilk
kez, o an göz göze geldim.
Gözleri, buğulu bir
camdan yansımamı seyretmek gibiydi. Mavi diyemeyeceğim kadar aydınlık, gri diyemeyeceğim
kadar da renkliydi. Karşımdaki buzdan farksız bu gözler üzerimdeyken, yerimden
hareket edemedim. Eniştemin lakırdıları beni öyle utandırdı ki, paltomla göğüslerimi
örtmek gibi içgüdüsel bir kaygının çelmesine takıldım. Sebebini bilmediğim bir
kasvet bir çift gözle ciğerlerime oturuvermişti. Gözlerini benden ayırmadan, “En
iyisini yapmışsınız.” dedi, enişteminkine hiç benzemeyen düzgün bir Türkçe ile.
"Bu ülkenin sizin gibi kadınlara kıymet veren, tahsil tutkusuyla yanıp
tutuşan, merhametli devlet adamlarına ihtiyacı var. Tebrik ederim Rahmi Bey."
Eniştem duymaktan
hoşnut olduğu bu övgülere boyun eğerken, masanın bir ucundaki halama kaş göz
hareketiyle bir şeyler ima etti. Halamsa beni yanına çağırmak yerine her
nedense kendi benim ayağıma geldi.
"Firuzeler
şalvarla çıkmasın. Bir rezillik daha kaldıramam." dedi alnını ovalayarak.
Birdenbire tüm diriliğini yitirmiş, resmen karşımda hâlsiz düşmüştü. "Halacığına
merhamet et de bugün servisi sen yapıver Rehiye. Vallahi bir aksilik daha
kaldıramam, düşüp bayılırım yoksa. Şimdi sofraya oturursan da görgüsüzlük olur,
mektep üniformasıyla bir de. Allah’ım Ya Rabbim… Kokmuyorsundur inşallah. Sen
içeride yiyiver bugün. Paltonu da çıkart. Neyse... Şalvardan iyidir. Hadi
kızım!"
"Tabii
halacığım." Kokuyor muyum? Kendimi eskaza koklarsam banyoya girmeden nasıl
duracaktım ki? "Sen hiç üzülme, ben hemen hallederim. Sen otur dinlen."
Kollarımdaki emanetleri
güzelce misafir odasına bırakıp aceleyle mutfağa geçtim. Halamın buyruklarını
aynen kalfalara ilettim. İlk baş itiraz etseler de, bugün hayli fırça
yediklerinden seslerini çıkartma cüreti göstermediler. Hatta işimi
kolaylaştırmak adına her şeyi tepsilere hazır edip servisimi hızlandırdılar.
"Rehiye?"
dedi Türkan Abla. Sırtımı sıvazlarken çenesini başıma yasladı. "Ağladın mı,
ağlıyor musun yoksa sen?"
Yemekleri benimle
birlikte tabaklara dolduran kalfalara baktım. "Yok, abla." dedim cansız
bir tebessümle. "O da nereden çıktı-"
"Ağlamış bu kız
ağlamış..." dedi Belkıs Abla uzaktan. Elleri belinde, topallayarak
yamacıma sokuldu. "Ne diye ağladın kız sen, söyle bakayım? Hanımım mı bir
şey dedi yoksa? E bize de şalvar giymeyin diyor biz ağlıyor muyuz kız! Yoksa...
Rahmi Bey mi bir şey dedi?"
"Ağlamadım ki
Belkıs Ablacığım..." dedim çorba kâselerini doldururken. "Nermin'in
yanından geldim ya, belki ondan ağlamışımdır biraz. Hem eniştem ne desin ki? O
kızmaz bana."
Firuze Abla dediklerimi
cımbızla ayıklayarak, "E Nermin’i anası çıkartmıyor ki evden?" diye
sordu bana. "Nasıl gördün kızcağızı?"
Yanlarından süzülüp tezgâhın
başında yüzüme azıcık su tuttum ki, yaşaran gözlerimi hatırlarından silsinler. "Pencereden
görüştük Firuze Abla."
"Ee nasılmış bari
kızcağız?"
"İyi." dedim.
"Çok ama çok iyi."
"Ay sen götürmesen
mi acaba Rehiye... Hanımım buyurdu amenna, ama Rahmi Bey kızacak-"
Masadan aldığım tepsiyi
tam içeriye götürecektim ki Türkan Abla'yı dürtükleyen diğer kalfalara baktım.
"Niye öyle diyorsunuz ki?" Adım adım hem onlara, hem de kapıya
yaklaştım. "Bir şey var değil mi? Zaten eniştem bana niye kızsın ki…"
Bir müddet bana
verecekleri cevabı içlerinde kararlaştırdılar. En nihayetinde konuşma
cesaretini bulan yine Türkan Abla oldu. "E neden olacak... Kızların yaşı
aldı başını gidiyor." dedi diğerlerinden de kabul görmek ister gibi.
"Hadi Nazar senin gibi talebe. Ama diğerleri... Mektep yok, iş yok, güç
yok. E enişten de haklı, Metin Bey gibi bir talip dururken evermek istiyor bir
tanesini. Cüneyt Bey'le sıkı olmak istiyor zaar."
Bu duyduklarım beni
daha da feci, hayallerden uzak bir karanlığa sapladı. Yutkunurken biraz sonra
geçeceğim kapının aralığından sızan zayıf mum ışıklarını seyrediyordum.
"Hayırlısı olsun." dedim sakin sakin. "Hem... Belki evlenirlerse
yataklardan biri boşalır. Belki bana da bir oda yaparlar. Bence de evlensinler,
değil mi Firuze Abla?"
Üzüntümü hissetmiş
olacak ki Belkıs Abla tombul parmaklarıyla saçlarımı okşadı. "Sen ne diye
üzülüyorsun be kız?" Diğerleri de etrafımı sarınca, gözyaşı dökmeden
hislerimi saklamak daha zahmetli bir hal aldı. "En güzeli, en tatlısı
sensin diye sokmuyorlar seni içeriye. Üzülmen değil, sevinmen gerek
kuzum."
"Tabii ya!"
dedi Türkan Abla da. "Metin Bey'in aklı sende kalırsa bu huysuzlarla bir
ömür burada nasıl yaşarız biz? O yüzden çağırmıyorlar ya seni!"
Tüm bunlar bir yana,
benimle latife ettiklerinin farkındaydım. Gözümün gördüğünü, yüreğimin
hissetmediğini en iyi ben bilirdim. Metin Bey'in bende ne aklı, ne de gözü
vardı. Ben onun için elini öpmeye dahi değer görmediği bir hizmetçiden, bir
askılıktan başka bir şey olamazdım. Fakat yıllardır içimde yeşeren bu ümidi,
nasıl bir çırpıda üzerimden atıp kurtulabilirdim?
Beni ayakta tutan, kapana
kısılmış yaşamıma can veren bu aşk; sadece tek bir düş kırıklığına kurban
edeceğim kadar zayıf düşemezdi yüreğimde. Belki şimdi fark etmemişti beni,
ancak nereden biliyordum onun da bir gün beni sevmeyeceğini?
Muhakkak ki Metin
Kenter zamanın neresinde olursam olayım bir gün beni, benim onu sevdiğimden
bile daha çok sevecekti.
Şimdi olmasa da. Elbet
bir gün sevecekti.
Neredeyse bir-iki saat
boyu Metin Kenter’i yalnız sofra servislerinde gördüm. Bir ihtiyaçları varsa
diye başlarında bile bekledim, ancak yılların ardından ilk kez bir tek ben
hizmet ediyor olmama rağmen Metin Bey başını çevirip bana bakmadı bile. Beni
kasti olarak görmezden geldiğini düşünmüyordum. Nereye giderse gitsin kendi
dünyasında dolanmayı yeğleyen, başına buyruk bir tavra sahipti yalnızca. Ama
tatlı servisini bitirdiğimde ufacık bir şey yaşandı. Varlığımdan haberdar
olduğunu hissettirdi bana.
Yanlarına her gelişimde
sofrada rahatsız edici bir sessizlik peyda oluyordu. Bu suskunluğu, “Yeğeniniz
de pek hamaratmış. Kalfalarınıza iş bırakmadı.” diyerek bozdu Cüneyt Bey.
Mutfağa girip kaderime
küsmek üzereydim. Ellerimde kalan boş bakır tepsiye sarılırken, bahsim beni
olduğum yere çivilemişti. Mutfak kapısının eşiğinde, Cüneyt Kenter’le ve de
ardına dönmek suretiyle istihfafla beni süzen ev ahalisiyle göz göze geldim.
Metin Bey, başını tabağından kaldırmaksızın dirseklerinden birini masaya
dayamış, sol eliyle sütlacını kaşıklıyordu.
Eniştem, “T-tabii canım…”
dedi lokmasını yutarken. Ardındaki bana dönüp tek kolunu iskemlesinden
sarkıttı. “Valla Gülru çok ısrar ediyor. Otur kızım, yapma kızım diye ama
kanında var kızcağızın. Çalışmadan duramıyor işte-”
“Kızlarınız onun kadar
hamarat değil zannederim.” Cüneyt Bey, ağır ağır kelimelerini bitirdiğinde kadehindeki
ayranını yudumladı. “Yahut kendi evlerinde misafir gibi yaşatılmaya pek bir
alışmışlar.”
Eniştem ile halam,
masanın iki ucundan birbirlerine bakarlarken kızlar masanın altında bacaklarını
çimdiklemekle meşguldüler. İşte tam o esnada Metin Kenter gene başını
kaldırmadan bir homurtu patlattı ve babasının sözlerine güldü. Her nedense bu
gülüş biçimini Üsküdarlı’ya pek benzettim. Sanki bir şeyle alay edermiş yahut
alayı edilen meselede parmağı olsun istermiş gibi küstah, lakayt bir gülüştü
bu.
Ne diyeceğimi, ne
karşılık vereceğimi şaşırdım. Bu benim için bir lütuftu. Bana bakmamıştı belki
ama bana değil, benim için gülmüştü
birilerine.
Orada kalmaya devam
etseydim başıma büyük bir bela alacağımı biliyordum. Bu sebepten hakkımda
konuşulanlara kulak vermeden mutfağa geri döndüm. Misafirlerimizin tatlı keyfi
bittikten, kahve faslına geçeceğim ana kadar bulaşıkları yıkayıp kalfaların
yanında kalmayı tercih ettim. Ne de olsa masaya oturmam münasip görülmemişti ve
bu lafın üzerine habire ayakaltında dolanırsam, halama hak etmediği bir isyan
bayrağı çekmiş olacağım hususunda nankör hislere kapıldım.
“Rahmi Bey de az değil
ki…” diyorlardı içeri girdiğimde. Herhalde benden bahsediyorlar, birileri benim
dile dökemediğim ama farkında olduğum meseleleri konuşuyor diyordum ki:
“Tarık’ı bir rahat bırakmıyor.” diye ekledi Belkıs Abla. Kulak kesildim.
Firuze Abla öksürerek,
"He kız abla." dedi önündeki sütlacı kaşıklarken. Bir an dikkati
dağıldı beni görünce. "Türkan, salona
geçtiklerinde sen git de sofrayı topla. Rehiye az dinlensin. Yahu zaten
edebinden içeriye girdiği yok çocuğun. Gel diyoruz geliyor, git diyoruz
gidiyor. Pazara çık diyoruz, işini gücünü bırakıyor pazarlık düzüyor. Sofraya
bile oturmuyor ki yavrum."
"Benim içim
gidiyor, ana yüreği işte. Benim Muhittin'im gibi buncağız da. Sabırlı kuzum.
Acaba hanımıma desek de evde bir yer mi açsak şu Tarık'a?" dedi Belkıs
Abla. "Gönlüm el vermiyor o körpecik, tek odalı ahırda yaşamasına. Biz
kadın başımıza tek bir odaya sığışamaz mıyız kız? Elbet yemek gönderiyoruz,
besliyoruz da o evde tek başına ne yaşıyor bu çocuk bilmiyoruz ki! Zaten tüm
gün sokakta, gazete dağıtıyor, mektup topluyor, bir de koca köşkün işine
yetişiyor. E Rahmi Bey, İstanbul'a da salmıyor ki çocuğu gitsin memleketine.
Evlenmekte de gözü yok garibimin, askere gidecek yaşı da geliyor, aramıza alsak
da yalnız kalmasa mı acaba?"
"E abarttın sen de
abla. Oldu olacak altını da bağla yanında uyut, kazık kadar oldu ayol-"
“Sen ne anlarsın
analıktan, bakarım ben yavruma-”
"Elimizde büyüdü
diye kıyamıyoruz, hâlâ çocuk geliyor gözümüze ama kaç yaşına geldi oğlan abla
gözünü seveyim. Az evvel sen dedin, askere gidecek yaşı geliyor diye. Olur mu
öyle! Kuzenleri olsa da kaç tane kız var içeride. Hepsine de nikâh düşüyor, e
nefis bu insan karşı koyamaz ki aynı otakta. Ay aman, Allah korusun! Vallahi
hakkı var Rahmi Bey'in, en iyisini yapıyor eve sokmamakla. Ne güzel hiç
alışmadılar birbirlerine."
"Ne olacakmış kız
nikâh düşüyor diye. Tarık bakar mı bu huysuzlara! Hadi Fahriye’m koca kız oldu.
Diğerleri? Vallahi Yecüc’le Mecüc mübarek, Rabbim affetsin…" Hepimiz
güldük. "Yok, yok… Ben razı değilim dışarıda kalmasına yavrumun. O evin
rutubetini siz görmediniz zaar. Rahmetli Cemil Efendi de ciğerlerinden mevta
olmuştu. Yavrumun da nefesi kesiliyordur o evde belli, hiç durmuyor içeride.
Habire pedal çevirmeye çıkıyor geceleri. Görüyorum ben kurban olurum. Bari
Üsküdar'a dönse? Hem artık bizimkiler çocuk değil ya, bakılmaya muhtaç değiller
nasıl olsa. Biz de yetiyoruz evin işine hamdolsun. Desek de geri mi dönse acaba
İstanbul'a ha? Kaç senedir burada bize çalışıyor garibim, gençliği çürüyüp
gidiyor vallahi kıyamıyorum. Kız Türkan, git de tıklat şunun kapısını. Hazır
Rahmi Bey de salona geçecek, gelsin bu akşam burada yesin yemeğini. Hadi be
kızım.”
Türkan Abla yemek
masasından getirdiği kirli tabakları yıkamam için bana teslim ettikten sonra
bir koşu sokağa fırladı. Belkıs Abla perdeyi aralayarak onları seyretti.
İçeriye geri döndüğünde Üsküdarlı’nın yemeği köşkte yememek için çok
direttiğini ama bir yolunu bulup onu ikna ettiğini söyledi. Pek de sevinmedim.
Aramızdaki son muhabbetin tatsızlığından, şimdi karşıma geçse ve bana sofraya
neden benim hizmet ettiğimi sual etse, ona ne cevap vereceğimi bilmiyordum.
Türkan Abla,
"Demeyim dedim, diyeceğim. Aramızda kalsın ama Tarık da geri dönmek
istiyor İstanbul'a." dedi nefes nefese sedire kurulurken. Dikkatimi ona
vereceğim derken neredeyse yıkadığım tabağı kırıyordum. "Geçen gece su dökmeye
diye kalkmıştım, kapının önünde konuşurlarken işitir oldum kazayla. Dayı gideyim artık, askere gitme yaşım
geçti, birliğe teslim olmadan bir kez göreyim annemi, dedi de Rahmi Bey
katiyen müsaade etmedi. Ben biliyorum
senin orada ne yapacağını, ispiyoncu seni... Otur kapımın önünde gözümün
önünden ayrılma, dedi. Vallahi iki kulağımlan duydum."
"Neden ki?"
diye sordum aniden. "Ne de olsa erkek o, niçin eniştemden müsaade istiyor?
Dilediği yere gitmekte özgür değil mi?”
"Bacısı yüzünden,
neden olacak." dedi Belkıs Abla. "E biliyor Tarık'ı. İstanbul'a varır
varmaz anasının yanına gidecek, bir gören olunca da çocuğun üzerine sonra da
Rahmi Bey'in namına yapışacaklar. Devlet adamının bacısı-”
“Abla…”
“Aman işte. Boş ver
Rehiye’m. Sen koru namusunu, diğerleri gibi olma. Yanında Tarık olmadan öyle
tanımadığın erkeklerle ahbaplık edeyim deme sakın. Nasibinde varsa beyin tutar
elinden yuvasına alır seni zaten. Sakın acele edeyim deme. Öptüreyim deme,
koklatayım deme, dokandırayım-"
“Ne oluyor be?” Sesini
duyduğum gibi arkama döndüm. Üsküdarlı’nın varlığı, belki de onu içeride
görmeye alışık olmadığımızdan, mutfağın tüm havasını değiştirmişti. “Bu ne
biçim muhabbet böyle-”
“Ah yavrum…” dedi
Belkıs Abla, ayaklanıp Üsküdarlı’nın beline sarıldı. Her zamanki gibi eniştemin
kız kardeşinin bahsi alelacele ortalıktan kaldırılmış, hakkında konuşulan
yakışıksız şeyler oğluna gösterilen süslü ilgiyle örtbas edilmişti. “Şey diyordum
Rehiye’ye…”
“Yok yok, latife ettim
ben. Konuşun siz, alakadar etmez beni.”
Üsküdarlı ceketini, sırtını
dayadığı divana serdi. Başındaki şapkayı biraz kaldırıp parmaklarıyla saçlarını
taradı ve yerine geri yerleştirdi. Ben kirli tabakları yıkarken Firuze Abla,
Üsküdarlı’ya ayaküstü bir sofra hazırlamıştı. İçeride olduğu süre zarfında
onunla hiç konuşmamayı, hatta mümkünse göz göze dahi gelmemeyi kafama
koymuştum. Ardıma dönmüyor, yalnızca işimle meşgul oluyordum. Onlarsa
kahkahalar ata ata Üsküdarlı’ya gülüyor, kimisi omuzuna vuruyor, kimisi sırtını
sıvazlıyor, kimisi ise biten tabağını yeniden doldurmayı teklif ediyordu. Bir
ara gülmekten o kadar çok, ama o kadar çok katıldılar ki bu vaziyetten ben bile
huzursuz olmuştum. Hatta nispet yapar gibi durmadan manasız manasız şakalar
uydurup kalfaları güldürmesinin sebebiyetini dahi kendi üzerime alınmak gibi
bir ahmaklık yaptım. Ne de olsa ona gülmeyen bir tek bendim.
Ve de içeriye dalıp bu
samimiyete son veren eniştem.
“Ulan…” Mutfağa sızıp
kapıyı itinayla kapatarak gürültüyü bastırdı. Kalfalara tam kızacaktı ki,
sedirde patlıcana ekmek banan yeğenini gördü. “Ne işin var senin burada?”
Üsküdarlı, istifini
bozmadan lokmasını çiğnedi. Yemeğin yağına bulanmış iki parmağıyla masayı
gösterdi. “Yemek yiyorum, hayırdır. Ne oldu?”
“İnnallahe
meassabirin…” Eniştem dudaklarını bastırdı, yumruklarını ardına sakladı. “Yahu
az sessiz yiyemiyor musun? Ne bu lak lak, ne bu gürültü! Misafirim var yahu,
misafir!”
“İyi bağırma o zaman-”
“Enişteciğim b-ben
kahve kaynatıyorum size şimdi…” diye böldüm münakaşalarını. Gözlerimi
belerterek Üsküdarlı’yı susturdum. “Siz içeri geçin, ben hemen getireceğim.”
Eniştem derin derin
soludu, gene sabır diledi Allah’tan. Nihayet salona geri dönüyor diye
umutlanmıştım ki, Üsküdarlı’nın gömleğini az çekiştirip, “Üstüne başına
çekidüzen ver. Madem girdin içeri, selam vereceksin.” dedi. “Cüneyt Bey seni
sorup durdu zaten.”
“Beni mi?” dedi Üsküdarlı alnını kırıştırarak. “Herife bak, nerede
görmüş beni de-”
“Yahu usturuplu konuş
be çocuk!” dedi eniştem, kapıyı araladı ve saydıra saydıra yanımızdan kayboldu.
“Ben bahsettim, nereden bilecek! Oğlum olsa senin adını mı zikrederim ben! Bin
tane kadın var evde ulan!”
Kapı kapandı ve çıt
çıkartmadan hepimiz gözlerimizle konuştuk. Üsküdarlı sakin sakin yemeğini yerken;
Türkan Abla şık bir tepsi aramaya, Firuze Abla holdeki vitrinden takım
fincanlarımızı çıkartmaya, Belkıs Abla ise kilerde serinlettiği baklava
tepsisini almak üzere yanımızdan ayrıldı. Üsküdarlı ile misafirlerin
kahvelerini kaynatırken istemeden de olsa baş başa kaldık.
Bir ara gözlerim ateşin
dalgalarına dalıp gitti. Dikkatim küllerin arasında kaybolurken, “Sence ben firavun
faresine mi benziyorum?” diye sordum ona.
“Ne?” dedi hayretle.
Sesi hiç de bana küsmüş gibi gelmiyordu. “Kim dedi bunu sana?”
“Kim dediyse dedi.” Yaslandığım
duvardan doğrulup ona baktım, ağzı tıka basa doluydu. “Erkeksin ya, o gözle soruyorum
sana. Benziyor muyum, benzemiyor muyum? Acımadan söyleyebilirsin. Darılmaca
gücenmece yok, söz.”
“Şöyle söyleyeyim, ben
daha çok benziyorum.”
Köpükleri fincanlara
eşit pay ettiğimden emin olunca, Metin Bey’in dibek kahvesini cezvede bırakıp
Üsküdarlı’nın karşısına oturdum. “Bana küstün mü?”
Peçeteyle dudaklarını
sakladığına göre tebessüm etmemek için zor dayanıyordu. Ellerini bağdaştırıp
dirseklerini masaya dayadı. “Küseyim mi?”
Masanın altından ayağımla
dizine dokundum. “Latife etme bir kere de…” dedim. “Sen bana küsersen ben
yaşayamam.”
“Başladık gene. Bal
gibi de yaşarsın.”
“Yaşayamam.”
Bağdaştırdığı kollarından birini tuttum. “Sen benim en sevdiğim insansın.
Seninle konuşmadan bir gün bile geçiremem ki ben.”
“Yok artık...” dedi alayla.
“Metin Kenter ne zaman vazifesinden kovuldu da bana terfi geldi-”
“Of! O âşık olduğum
insan, sense en sevdiğim insansın. İkisi farklı şeyler-”
“Hadi Rehiyeciğim,
hadi. Geveleme de söyle.” Uykusu gelmişçesine gözleri seğirmeye başladı birden.
“Sohbet mi ettiniz? Bir şey mi dedi sana? Bu kadar neşeli olmana şaşmamalı.”
Ellerimle kıkırtılarımı
bastırdım. Ona Cüneyt Bey’in sofrada söylediği şeyi ve Metin Bey’in verdiği
tepkiyi aynen taklit ederek anlattım. Fakat bu onu benim kadar
heyecanlandırmamış gibiydi, aksine, “Sen niye hizmet ediyorsun bunlara ya?”
diye yanıtını veremeyeceğim bir soru sordu.
“Ben ne anlatıyorum,
sen diyorsun! Belkıs Abla halamın aldığı önlüğe sığamıyormuş-”
“Ne?”
“Boş versene!” dedim.
“Üsküdarlı… Sence hoşlanır mı benden? Sen erkeksin, anlarsın. Sence böyle gülen
biri benim farkımdadır değil mi? Bugün öyle bahtsız bir günümdeyim ki hem
uçuğum çıktı, hem de firavun fareleriyle akraba olduğumu düşünmeye başladım.”
Ondan yüreğimi
ferahlatacak bir yanıt bekliyordum ki, “Rehiye, kahve-” diye ayaklandı.
Kendime saydıra saydıra
yerimden fırladım ben de. “Eyvah… Üsküdarlı, niye beni lafa tutuyorsun ki! Dibi
tutmuş bunun!”
“Tamam onu bana ver sen,
tazesini kaynat kocana.”
“Ama acı olmuştur bu
nasıl içeceksin!”
“Ya ne olacak işte,
versene sen.” dedi yanıma gelerek. Nereden bulduğunu bilmediğim bir bezle yere
dökülen kahveleri silmeye başladı. “Zaten benim de epey uykum-”
“Ay hayır! Onunla
silinir mi, masaya seriyoruz onu, dantel o!”
Üsküdarlı çömeldiği
yerden kalkıp elindeki örtünün kahveli nakışlarına baktı. “Tamam. Yıkarız
geçer-”
Elinden çekip aldım.
“Geçmez! Dantel o.” dedim çemkirerek. “Kaynar suyla silsem büzüşecek, anca
kuruyunca arap sabunuyla yıkayabilirim. Çitilediğimde bile telveleri kalır!
Düğümleri de çözülecek, sapsarı kalacaklar... Halam o takımı çok seviyordu,
şimdi ben ne diyeceğim-”
“Rehiye.” Sesini
alçaltınca kendi gürültümü idrak ettim. “Tamam.” dedi ensemi huylandırarak.
“Kızarsa kızsın. Ben yaptım. Sen değil. Hallederiz ne olacak.”
Parmaklarım kaşınan saç
diplerime gitti, yaşlı gözlerimi ondan kaçırdım. Üsküdarlı ise danteli suya
tutmayı denedi, ama dikkatimin hâlâ yapacağı hatalarda olduğunu sezdiğinden pes
edip tezgâha bıraktı. Ceketini aldı ve omuzlarına geçirdi.
“Sana iyilik yapayım,
ödeşelim.” dedi gözlerimi yakalamaya çalışarak. “Ben içeri gireceğim şimdi,
Metin Bey’le sohbet-”
“Yok-”
“Dur da bir dinle sen
de.” dedi. “Yarışmayı kimin kazandığını öğrenmeye çalışayım. Ya da karar verip
vermediğini işte. Ha doğru… Kazanasın diye sana yazdığım şiiri arkadaşına
bahşetmiştin sen, tabii.”
“Yarışmayı sorma,
üzülüyorum.”
“Ne sorayım o vakit?”
Düşündüm. “Kahveyi
beğenip beğenmediğini sor.” derken gülümsemeden edemedim. “Ama ben gittikten
sonra. Ben varım diye övsün istemem.”
O da benimle gülümsedi.
Başını sallayıp, “Tamam. Onu sorayım.” dedi ve gitti.
Baklava tabaklarıyla
kaynattığım kahveleri anca iki serviste salona götürebildim. Cüneyt Bey ve
Metin Bey, salondaki tekli berjerlere oturmuştu. Kızlar ve halam bir kanepeye,
eniştem ise Cüneyt Bey’in yanındaki diğer boş kanepeye yerleşmişti. Ben ikinci
gelişimde halamlara kahvelerini takdim ederken, “Sen de otur kızım.” diye bir
ses işittim. Başımı kaldıramıyordum, sıra halamın kahvesindeydi.
“Rehiye mi?” dedi halam. Bir bana, bir de misafirine baktı.
Dudaklarına belirip kaybolan, tutukluk yapmış bir tebessüm yerleşmişti. “İlahi
Cüneyt Beyciğim… Rehiye ufak daha. Bizle oturup ne yapacak-”
Bir sultanın huzurundan
ayrılıyormuşçasına boynumu büküp gerisin geri salondan çıkmaya hazırlandım, ama
Cüneyt Bey, “Küçük kızınızla akran değiller miydi?” diye sorarak kalmamda
ısrarcı oldu. “Otursun. Cümbür cemaat olalım. Oturacak yer bol nasıl olsa.”
Halamdan icazet almak
için gözlerine bakmıştım, ama o karşı kanepedeki eşine bakıyor ve kahvesini
yudumluyordu. Bu kez oturmamı buyuran Cüneyt Kenter’e baktım. Gözlerini yumdu
ve başını eğdi, oturmamı söyledi. Peşinden oğluna baktım. Eli çenesinde, bacak
bacak üstüne atmıştı. Pantolonunun kumaşını kazıyan o asık suratında, âşık
olduğum kederli Metin Kenter’i görünce hemen kanepenin ucuna oturdum. O sırada
salona Üsküdarlı girdi. Oturduğumu görünce bana sebebini sorarcasına kaşlarını
çatıp göz kırptı. Üstüne başına çekidüzen verdiğine göre bunca vakittir
lavabodaydı.
Önce herkese selam
verdi. Erkek kısmı, eniştem de dâhil olmak üzere ayağa kalktılar. Metin Kenter,
göz teması kurmadan Üsküdarlı’nın uzattığı eli kuru kuru sıktı. Sıra Cüneyt
Kenter’e geldiğinde ise pek çok kere el sıkıştılar.
"Efendim, yeğenim
Tarık." diye takdim etti eniştem, onlar el ele tutuşurken. "Kız
kardeşimin oğlu olur. Babası daha doğmadan evvel vefat etti, e anası perişan
tabii... Kadın başına nasıl bakacak erkek çocuğuna değil mi efendim? Çalışsa
eli iş tutmaz, e hadi çalıştı diyelim el kadar bebeğe kim bakacak! Ben nasıl
işi gücü bırakıp gideyim Üsküdar'a! Hanım da o vakitler benim büyük kızı
doğurmuştu. E büyüyünce de tuttum ben de elinden tabii. Erkek çocuğu bırakılır
mı öyle anasıyla bir başına, vallahi ana kuzusu olur çıkar efendim! Siz
söyleyin... Bıraksa mıydım yetim öksüzü? Burada gözümün önünde, erkeklerin
içinde büyümesin de ne yapsın efendim?"
Cüneyt Bey, ayakta uzun
uzun Üsküdarlı’yı seyretti. Kısık gözleriyle baştan ayağa, karşısındaki bu
yabancı delikanlıyı didik didik inceledi. Belki yerinde bir tabir olmayabilir,
amma velâkin ben arkadaşımın üzerinde gezinen bu bakışlarda gayriihtiyari bir
huzursuzluk, hatta biraz biraz da tiksinti hissetmiştim. O gün, evden birinin
küçümseneceği fikri zaten en başından beri içimdeydi. Ne yazık ki kara talih,
Üsküdarlı’dan yana oldu.
Eniştem yine o tertip
öksürüğüyle henüz ağzını bıçak açmayan yeğenini hizaya çekmeye çalıştı. Üsküdarlı
ise selamlaşma merasiminin ardından eniştemle benim arama oturdu.
Sanki tüm derdimiz
buymuş gibi ona fısıldadım. İlgimi, kimseyi seyretmeyen Metin Kenter’den
alamıyordum. “Sehpadaki kahve senin bak,
enişteme yanık denk gelmesin-”
“Delikanlı ne işle
meşguldü?” diye sordu Cüneyt Bey.
“O mu? Ufaklıktan beri
çalışıyor o. Merkez Postanesi’ne soktum. Dayılık vazifesi işte… Kuryelik
yapıyor haftanın dört günü. Geri kalanında da içeride çalışıyor.”
“Kahveyi şimdi mi sorayım, sen gidince mi?”
“Tahsil gördü mü?”
“Tabii ki de sorma! Artık tövbe çıkamam salondan, Cüneyt Bey tembihledi
oturmamı.”
“Y-yok efendim.
Okumadı. Okuyacak kumaş yok onda. Tutturdu okumam da, okumam diye. E ben sana
imkân sundum be çocuk? Elinin tersiyle itilir mi gül gibi tahsil imkânı-”
“Bence sen buradayken sormak en güzeli. Baksana, canından bezmiş herif.”
“Şapkasına pek düşkün
herhalde. Çıkartmadı hiç.”
“O, onun her zamanki hâli. Sorarsak tersleyebilir de. Hem baksana… Bir
yudum bile almamış kahvesinden. Hiç sorma da bu gece üzülmeyeyim.”
“Tarık. Şapkanı çıkart
evladım. Misafirlerimize ayıp oluyor.”
“Yok be, ama başka bir şey de sorabilirim istersen-”
“Tarık.”
İkimiz de yerimizden
sıçradık. Aynı anda başımızı kanepenin köşesinde oturan enişteme döndürdük. Yüzüne
gergin bir tebessüm takınmış, kaş göz hareketiyle ardındaki Cüneyt Bey’i ima
ediyordu.
“Misafirimiz. Diyor ki, pek düşkün herhalde şapkasına. Hiç
çıkartmıyor.” Üsküdarlı tek kaşını kaldırıp indirdi. Dayısını dinlerken
istemsizce çenesi kabarmıştı. “Vallahi çok söyledim Cüneyt Bey. Taktığı da
erkek şapkası olsa bari... Çok dedim, madem süslenmeye meraklısın e in çarşıya,
al parayı, kendine şöyle şık, her kılığına uygun bir fötr şapka al, diye. Ama
dinleyen kim? Kadın şapkası yahu! Hâlen çürüyüp gitmedi ya ben ona şaşıyorum. Varlık
içinde yokluk çekmeye düşkün bu çocuk vallahi! Altına batırsan, mektebe göndersen
nafile! Ruhu gariban.”
Metin Bey elini
çenesinden kaldırmadan, sohbete dâhil olmak ister gibi, “Sonbahardayız bir de.
Fazla yazlık bir şapka tercihi değil mi?” diye sordu.
Üsküdarlı ansızın
gardını aldı. Bana verdiği sözü unutmuştu. “Sizde kıymeti olan şeyleri hep
mevsimlerine göre mi ayırırsınız?”
“Her yerde kadın şapkası
mı takarsın böyle?” diye girdi araya Cüneyt Bey. Yüzünde hiçbir duygu, hiçbir
sıcaklık yoktu. Sadece gülüyordu. “Yoksa kadın gibi görünmeye karşı doğuştan
gelen bir zaafın mı var?”
Hepimiz nefesimizi
tuttuk. Benim gibi o da, eniştem de böyle bir karşılığı beklemiyordu. Fakat
ikisinin aksine, Üsküdarlı yeniden bir kaşını kaldırıp indirmiş, ona yöneltilen
bu suale soğuk bir tebessümle karşılık vermişti.
Zira o, böyle şeylerden
utanan yahut birinin ricasıyla kendini kökünden değiştirme mecburiyeti hisseden
biri değildi. Nasıl göründüğünün, nasıl giyindiğinin bir önemi yoktu. O nasıl
olmak istiyorsa, öyle olurdu. Lâkin misafirimizin bilmediği ve de eniştemin çok
çok iyi bildiği bir huyu vardı Üsküdarlı’nın; o, gördüğümüz en inatçı insandı.
Etrafımızdaki kimsenin ondaki laf cambazlığına, kışkırtıcı tahrik gücüne sahip
olmadığının pekâlâ farkındaydı.
Bir tartışmanın içinde
o varsa, eniştem orada olsun ya da olmasın, her daim kazanan olacağını bilmenin
rahatlığını takınırdı.
“Bir şeyi takarken
hangi cinse ait olduğuna bakmıyorum ben. Ama illa merak ediyorsanız babamın
şapkasıydı.” dedi. “Gerçi oğlunuz hanımlara benzemekle alakalı suallerinizi benden
daha iyi yanıtlayacaktır. Ne de olsa kadınların müptelası olduğu magazin
mecmualarını her ay icra eden kendisi. Bense sadece Üsküdarlı bir balıkçının
oğluyum.”
Onu susturmak için
kulağına bir şeyler fısıldamaya yeltendim, ama halam gözlerini dikmiş bizi
seyrederken yerimden kıpırdayamadım. Enişteme baktım. Bu vaziyete müthiş
kızacağını sanıyordum ancak hayli gerildiğini, kırışık alnından terler
boşandığını gördüm.
“T-Tarık. Çıkart
şapkanı, hadi.” dedi göstermelik bir tebessüm ile. Sehpadaki süslü peçetelerden
biriyle yüzünü kuruluyor, kravatını gevşetiyordu.
Üsküdarlı gördüğü bu
muameleye karşı geri adım atmamakta kararlıydı. Gözlerini dikmiş, eniştemin
kıymetli misafirlerini seyrediyordu.
Eniştem gene, “Tarık.” diye
yineledi buyruğunu. Yeğeninin kendisini işitmediğini düşündüğünden, elini
Üsküdarlı’nın bacağına yerleştirdi. Kalkmaması için avucunun içiyle, elini diz
kapağına kadar indirdi. Üç kere dizini sıktı. “O şapkayı çıkart.”
Ne olduysa o birkaç dakikanın
içerisinde oldu her şey.
Eniştemin elini
bacağında hisseder hissetmez Üsküdarlı anında ona baktı. Şapkası yüzünden ne
tepki verdiğini göremiyordum. Bir süre öylece bakıştılar. O gergin, suratına
ait olmayan tebessüm eniştemin dudaklarında takılı kalmıştı. Ama Üsküdarlı ona
her nasıl baktıysa, eniştemin ilk kez yeğenine karşı tedirgin ve mahcup bir
tavır aldığını hissettim. Çünkü elini hızla bacağından çektiği gibi onu bir
öksürük krizi aldı.
“Üsküdarlı?” diye fısıldadım.
Önce beni duymadı. Çok
sonra önüne döndü ama bana bakmadı. Eniştemle onu aramızda sıkıştırmışız gibi
büzüldü, büzüldü ve içine çekildi. Dimdik duran kabarık göğsü, yıkılmayan omuzları
yavaşça çöktü. Kaburgaları birbirine geçti. Bacaklarını birleştirdi ve gözlerini
kırpmadan yalnız halıyı seyretti. Az evvel latifeleştiğim Üsküdarlı sanki kuş
olup uçmuştu. Bedeni yanımdaydı. Lâkin ruhu niçin şapkasının altında
kaybolmuştu?
“Efendim, siz bakmayın
onun kusuruna. Cahil işte. Sokakta büyüdü. Nereden bilsin edebi adabı…”
“Tarık-”
“Müsaadenizle.” dedi sözümü
keserek. Sehpayı kenara çekti ve hır gür çıkartmadan salondan çıktı.
O an enişteme, en kötü
halama bakıp müsaade almam gerekirdi ancak bu hâline hiç hazırlıklı değildim. Kimseden
müsaade istemeksizin peşinden koştum. Seslenişlerime kulak vermedi.
Belki merhamet edip
durur diye, “Tarık!” diye seslendim peşinden. Askıdaki paltosunu almadan kapıya
uzandı. Fakat dışarıya adımını atamadı. Dehşet içinde ardına saklandım.
Bir gün bu anın
geleceğini hep biliyordum.
Gelen, Suzi Hanım’dı.
“Tarık… Tarık!” diye
sayıkladı titreyen ellerini bize uzatarak. Burnu kızarmış, güzelim sarı
saçlarını çalı süpürgesi gibi birbirine girmişti. Sırılsıklam ağlıyordu.
Üsküdarlı, ona uzanan elleri tuttu. “Yardım et-”
“Suzi Hanım? Ne bu hâliniz?”
“Tarık…” dedi yeniden.
Omuzlarının ardında beni gördü. “Nermin… Nermin kendini asmış.”
౨ৎ
Bu bölümü bitiren herkesi tebrik ediyorum.
Çok uzun bir zamandır Siyah Gözlere'yi kısaltmaya ve uzattığım kısımlarını hikayeyi zenginleştirecek ayrıntılarına yüklemeye çalışıyordum. (Evet, anca bu kadar kısaldı.) Çünkü kitabı arka planda pek çok kere baştan yazdım ve ilk beş bölümde istediğim tadı hiç alamamıştım. Ama şimdi çok şükür ki çok memnunum.
Bu bölümü 10 iq ile bir gece yarısı atıyorum. 23 yaşıma günler kaldı ve ben hayatta bir b*k olmayı başaramadım. Yüzümde histerik bir gülüş var ve yakında Joker'e dönüşeceğim.
Bana ulaşmak için *-*,
Instragram: rahelkatipoglu & azizerup
Sizi seviyorum, öteki bölümde görüşmek üzere <3
(Aylar sonra yani :P
Friendly Fire sjsj)





Yorumlar
Yorum Gönder