Siyah Gözlere, 4. Bölüm: "Dönence Ekspres"
SİYAH GÖZLERE
౨ৎ
"Hiç düşündüğüm gibi gitmedi işler,
hiç istemezdim böyle olmayı.
Sen ve ben
Buraya ait değiliz, bebeğim.
Bırakıp her şeyi,
Defolup gidelim."
Defolup Gidelim, Sena Şener
REHİYE AĞAÇLITEPE'NİN ÖLMEDEN EVVEL YAPILACAKLAR LİSTESİ:
1. Bu köşkten kurtul ve İstanbul'a git. 18. yaşını katiyen bu evde kutlama.
2. Metin Bey'in balosunda ona aşkını ilan et. Kim olduğundan, atlattığın badirelerden bahset.
3. Biriktirdiğin harçlıklara hiç acıma. Arzu ettiğin her şey, ellerini ağrıtıncaya kadar satın al. Kendine yeni baştan bir gardırop düz.
4. Artık ehemmiyetli bir yere gideceksen süslenmek önceliğin olsun. Makyaj yapmayı, güzel görünmeyi, hoş kokmayı öğren. Kulaklarına küpe tak. Ama evvela kulaklarını deldirmenin bir yolunu bul.
5. Geceleyin hiç bilmediğin sokaklarda yürü. Canın sola gitmek isterse sola git, sağa gitmek isterse de sağa git. Kaybol. Bilmediklerinin ardında ne gibi şeylerin olabileceğini keşfet.
6. Üsküdarlı'dan başka biri sesini duysun.
7. Sinemaya git. Tek başına ya da biriyle. Tadı damağında kalacak hoş bir film izle. Dünyadan haberdar ol.
8. Saçlarını kestir. Kıyamazsan da stilini değiştir. Gerçi bunu öteki maddede-
9. Bir enstrümanı iyice çalmayı öğren. Ne olduğu fark etmez.
10. Daha yırtık ol. Bir şeyi yapmak isteyip de yapamayacağını düşündüğünde cesur pozu kes. 'Bana neyi yapmak yakışır?' diye düşünme artık. 'Eski kendime benzememek için şimdi neyi yapmamalıyım?' diye düşün.
11. Bir kere olsun katiyen yapmam, yapamam diyeceğin bir şeyi dene. Mesela... İçkinin tadına bak? Bir dal sigarayı sonuna kadar bitir?
12. Şimdi hatırıma geldi. Kendine bir radyo, en güzelinden de bir fotoğraf makinesi al. Paran hepsine yetişir mi bilemedim, lâkin sen bir yolunu bulursun.
13. Eğer o rüyalar gerçekse, takip et onları. İlk yaşamındaki aileni ve mezarını bul. Onlardan birini bulursan, aileni hatırladığını söyle. Bunu başarabilirsen, öleceğine dair duyduğun hislerde hakkın var demektir. Ve bu da listeni tez vakitte kabartman gerektiğini gösterir.
14. Takılmanı tasvip etmedikleri yerlere uğra. Gazinolara, jazz barlara gir. Sanki bu senin alelade bir gününmüş gibi poz kes. İnsanlar seni görmüş, geçirmiş zannetsin.
15. Yeni dostlar edin. Lâkin Nermin'i unutma.
16. Deniz arabasına bin. Dalgaların sesini, kokusunu içine çek. Hatta mümkünse yüz. Ama önce yüzmeyi öğren. Ya da yüzebilmek için yazın gelmesini bekleyebileceğin kadar İstanbul'da kal. Ve mayo giy.
17. Bir kereliğine sokakta sabahla.
18. Ne yap ne et. Ama sakın ölme.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
"DÖNENCE EKSPRES"
I. FASIL
"Son İki Saat"
"Kaderine boyun eğmemek, kaderdendir."
Runa Duna
౨
1 Aralık 1951
Her zamankine benzemeyen garip, olağandışı bir hâli vardı. Hareketleri ağır aksak, konuşma biçimi uykulu ve saldırgandı. Yüzünü kaplayan soğuk terler, dağınık gardırobunu aydınlatan solgun sabah ışığında güçlükle de olsa seçilebiliyordu.
Elime gelen keten gömleği ve pantolonu, katlama zahmetine girmeden valizimdeki boşluklara sıkıştırdım. Ağzımı her açtığımda, ona sarf ettiğim her kelimemde yabancısı olduğum ekşi bir koku genzimi yakıyordu.
"Biraz geç karar verdim, kabul. Ama ne demişler? Zararın neresinden dönsen kârdır. Ben de Firuze Abla'nın valizini doldurup sana geldim işte." Bir elimle saç köklerimi kaşırken, ötekisiyle de çekmecesindeki atletleri kurcaladım. Kışın İstanbul nasıl olurdu acaba? Bir erkek için valize ne konulurdu ki? "Velhasıl Ankara'dan gidiyorum. Hatta ne gitmesi, kaçıyorum. Ancak şunu bil ki yalnız ben değil, sen de kaçıyorsun. Ben nereye gidiyorsam, ben nereyi terk ediyorsam sen de benim peşimden geliyorsun. Ben sensiz bir yere gidemem, yazık bana... Hemen, şimdi İstanbul'a kaçıyoruz. Ankara'dan defolup gidiyoruz. Hadisene! Durma öyle kenarda! Acele edersek-"
"Ben gelmiyorum."
Yeni bir atlet bulma uğruna gardıroba gömülen başım ona geri döndü. Söylediğini kazayla işittim ya da kaygı gütmekten aklımda ben uydurdum sandım. Lâkin yere bakan, gölgeli duygusuz suratı bana ağzıyla aynı şeyi söylüyordu.
"İstanbul'a mı?" dedim aptala yatıp. "T-tamam... Tamam, hiç dert değil, başka şehre gideriz biz de. Hatta ne şehri, başka bir yerine gidelim Ankara'nın. Buradan uzağa. Göllerden birine gideriz. Oradaki gecekondulardan bir ev tutarız gölün kıyısında-"
"Rehiye sen aklını mı kaçırdın?"
Gözlerinin irileşen beyazı, karanlığın içinde parıldadı. Oysa daha demin bunun kolay bir şey olmayacağının pekâlâ bilincinde gelmiştim, şimdi ise yanlış bir karar mı aldım diye düşünüp duruyordum. Korkuyordum. Sadece korku değil, muhakkak müthiş bir düş kırıklığı da hissediyordum. İhtimal ki bu en kuvvetli olanıydı içimde.
"Durduk yere neden böyle bir şey yapalım, aklın alıyor mu senin? Bu kadar basit mi zannediyorsun sen gitmeyi?" Sabahın köründe onu öyle dellendirmiş olmalıyım ki, kelimelerine devam edebilmek için ara ara duraksama ihtiyacı duydu. Zaten neyi varsa cümle kurmakta dahi zahmet çekiyor, eskisi gibi pata küte değil yorgunca ve gözleri yumulu konuşuyordu. "İzin yapmadan iki işte birden çalışıyorum. Ses seda etmeden keyfime göre ortadan kaybolamam ben. Burada olmadığımı anlarlar... İkimizin de Ankara'da kurulu bir düzeni var; sen okuyorsun, ben ise çalışıyorum." Beni ikna edecek sebepler arıyormuş gibi avucunun içiyle gözlerini ovaladı. "Ayrıca dayım? Dayım ne yapar bizi sen biliyor musun? Seni dereye götürdüm diye bile burnumdan getirdiler. Bir de haber etmeden İstanbul'a mı kaçıracağım seni? Oldu ya... Otur oturduğun yerde-"
"Bana bak." diye yaklaştım ona. "Had bilmek isteseydim gider dayına rica ederdim. Ben senin yanına geldim. Evlenmeme mani ol diye. Bana dayın gibi konuş, azarla diye değil."
Üsküdarlı, içinde biriktirdiği ve muhtemelen sarf ederse olduğum yerde oturup ağlayacağım tüm fena sözcüklerini kendine sakladı. Tıpkı ağzında çiğnemeden yuttuğu bir lokmaymış gibi, sabırla bastırdığı ekşi nefesini ağır ağır salıverdi. Sustu. Susmaz olur mu? Onu dayısına benzetmek demek, dünyadaki eşi benzeri olmayan tüm kötülüklerin müsebbibi ilan etmek demektir onu.
Kabalığıma mukabele etmeksizin dar salonunun içinde volta atmaya başladı. Durak vermeden avuç içleriyle gözlerini ovalıyor, sıkıntılı nefesler veriyor ve kendi çizdiği çemberde yalpalanıyordu. Tavrının hakiki olmadığını, bilakis bu teklifimle birlikte içinde yeşerttiğim duyguları bastırma gayretinde olduğunu kestirebiliyordum. Fena bir niyeti yoktu. Hele ki ben evlenmek üzereyken beni yarı yolda bırakmak gibi bir fikri katiyen olamazdı. Bu tarifsiz aksiliğinin tek sebebi, hata yapmamam için bana hâkim olma mecburiyetinden ileri geliyordu.
Ardı arkası kesilmeyen çemberlerini durdurmak için önüne geçtim, "İki haftadır yoksun." diye fısıldadım yürekten bir acıyla. "Hayatımda ilk kez sana kulak veresim tuttu, lâkin sen ortadan kayboldun. Ne yaşadığımı hiç mi merak etmiyorsun? Gerçekten ne düşündüğümü, neyi arzu ettiğimi hiç mi umursamıyorsun? Evlenmeyeceğim, diyorum. Bu akşam zorla beni verecek halam, diyorum. Gel, diyorum. Birlikte kaçalım, diyorum. Sense hâlâ Ankara'yı, işini, hayatını bahane ediyorsun. Üstelik... Leş gibi de kokuyorsun-"
"Neden şimdi dinleyesin tuttu ki beni!" Kastını anlayamadığımdan dümdüz kızgın suratına baktım. "Sana o kadar dedim evlenme diye. Söylediklerim şimdi mi girdi kafana? Ne güzel güvende olacaktın işte! Evlenmeye de razıydın! Ne diye-"
"Üsküdarlı-"
"Şimdi olmaz..." Beni muhatap almayı bıraktı. Kendi kendine geveliyor, başını ellerinin arasına alıp bastırıyordu. "Gelemem ben. Mümkün değil. Gitmediğimi anlarlar-"
"Kim?" diye yaklaştım. "Kim neyi anlar? Konuşsana! Acelemiz var diyorum sen hâlâ-"
Yüzünden ayırmadığı ellerini çekersem belki onunla konuşur, onu ikna ederim sandım. Lafımı bitirmemle Üsküdarlı'nın musluğun altındaki çelik bir kovaya içli içli istifra etmesi bir oldu. Sesimi çıkartmadan, ellerim ağzımda kendine gelmesini bekledim. Dizlerinin üstüne çömelmiş, sırtını bana çevirmişti. Midesi boşalınca, hortuma asılı bir bezle ağzını sildi. Omuzunun üzerinden başını bir iki kere bana çevirdi, ama sonra utancı galip gelmiş gibi kendini tamamen benden uzaklaştırdı. Bense arlanmadan peşine düştüm.
"Tarık... Ne oldu sana? İyi misin? Hasta mı oldun yoksa? Burası da buz gibi zaten. Neden bana söylemedin! Git ağzını çalkala... Sana köşkten sıcak su getireyim mi? Çorba ister misin? Mutfak penceresinden girerim, eniştem orayı menteşelemedi-"
"Yok bir şey yok, yok." dedi biraz daha canlı bir sesle. "Sen az öteye git de ben bi-"
"Tamam, tamam." Gün ışığı almayan kuytu bir köşede salona sırtımı dönüp onun üstünü soymasını ve kendine gelmesini bekledim. Bu bekleyişler haddinden uzun sürdü. Çıkarttığı anlamsız takırtıların içerisinde bana, "Dönmüyorsun arkanı değil mi?" deyip durdu. Bense yeminler ederek gözümün siyahtan başka bir şey görmediğini söyledim. Bana eski vaziyetime dönebileceğimi söylediğinde, sehpadaki eşya cümbüşüne daha nizami bir dağınıklık gelmiş gibiydi.
Temiz gömleğinin üzerine geçirdiği kırmızı süveterini gelişigüzel göğsünden aşağıya indirdi. "Midem bozulmuş."
"Gördüm." dedim ellerimi karnımda birleştirirken. İçindeki tüm zehri akıtmış, aklı başına gelmişti. Artık beni anlar mıydı ki? "Metin Kenter'in yarışmasını ben kazanmışım."
Bu habere en az benim kadar sevineceğini, şaşacağını sandım. Kolunu gardırobun aralık kapısına yasladı. "Biliyorum." dedi rahat bir sakinlikle. "Ben gönderttim Yusuf'la." Bunu öğrenince hâlim büsbütün değişti. Ağzımı tam aralıyordum ki, "Nermin'in haftasında geldi mektup." diye ekledi. "Sana verecektim ama çok kötüydün. Yırtar atarsın diye ben de bekleyeyim dedim."
Onu ellerimden kaçırmamak için haddinden fazla sakin bir tavır aldım. Lâkin "Neden dereye gittiğimizde vermedin?" diye sormadan da edemedim. "Bilal'i kabul ettiğimi öğrendiğin gece neden vermedin? Belki de bu münasebet bu raddeye gelmeyecekti."
Üsküdarlı başını eğdi. Bir kolu hâlâ gardırobun tepesinde, yamuk bir duruşla karşımda dikiliyordu. Yanıtı her ney ise kendini epey hesaba çekmesini gerektirmişti.
"Kararını değiştirmeye gücüm yeter sandım." Parmaklarıyla dolapta bir ritim tutturdu. "Ama yetmedi."
Kızmadım. Zira bu mektuba daha evvelinde sahip olsaydım da hiçbir müjde şimdiki zaferimin tadını veremeyecekti.
"Rehiye." dedi sessizliği bozmak için. Yerinden doğruldu. Dünyanın tüm derdini sanki ciğerlerine doldurdu. "Baloya gitmeni sağlayabilirim. Geri dönüşün nasıl olur, ya da bundan sonraki yaşamın nasıl istikamet bulur bilemem. Ama emelin buysa İstanbul'a gitmene de, hatta barınmana da yardımcı olurum-"
"Hayır... Hayır, hayır! Olmaz! Sensiz tövbe bir yere gitmem ben!"
"Rehiye! Dedim sana, ben gelemem!"
"Neden ama neden!"
"Çünkü... Öyle!" diye bağırdı istemeden. Gözlerinde hiçbir yanıt göremiyordum. "Gelemem, üsteleyip durma. İstanbul faslı benim için kapanalı çok oldu. Dedim sana. Benim burada bir hayatım var. Kurulu bir düzenim var. Ben gidersem... Olmaz. Başıma yok yere macera alamam. Fakat sana yardım edebilirim. Lâkin gideceksen ya büsbütün gideceksin, ya da dönebileceğin bir yüzle."
"Tarık..." Ellerimi mızmız bir çocuk gibi iki yana salıverdim. "Bunu neden yapıyorsun! Kimsin sen, ne oldu sana iki haftada! Daha fazla bu hayata devam edemem ki ben! Evlenmemi mi istiyorsun yani! Nasıl bu kadar kayıtsız kalabilirsin bana!"
"Sende bir kıymetim olsaydı daha ilk söylediğimde bana kulak verirdin!" diye yükseldi lafımın üstüne. "Lâkin sen Metin Kenter için peşinde sürüklüyorsun beni! Bense sana gitmene yardım ederim, ama ben gelemem bir hayatım var diyorum! Bunun nesi kayıtsızlık-"
"Metin Kenter için kaçıyorum yani ben?"
"Başka ne için kaçacaksın ki!"
"Kendim için!" dedim. "B izim için... Senin de, benim de en az diğer herkes kadar istemediğimiz bir yeri terk etmeye hakkımız var. Seni erkeksin diye dışarıya hapsettiler, beni ise kızım diye içeriye. Ben nasıl hiç bilmediğim sokaklarda yürümek istiyorsam, senin de sıcak bir yuvaya hapsolmaya ihtiyacın var. Şu... İğrenç evine bir bak! Ahırdı burası ya... Ahır! Buz gibi bir de, rutubet de kokuyor... Her yerinde böcekler var! Ben? Ben Firuze Abla ile aynı odada kalıyorum! Astımı var diye pencere kenarında bile yatamıyorum. Ama kuzenlerimiz öyle mi? Sorsan eve girip çıkan misafirlere göre yetim bakıyorlar, bir dediğimizi iki etmiyorlar. İkimizin de her akşam, o sofrada oturmaya hakkı yok mu Tarık? Sen neden her akşam bu tek göz rutubetli odada bir başına, artakalan yemekleri yiyorsun? Senin de hakkın değil mi içeriye girmek? Oturmak, ayaklarını sehpaya uzatıp senden büyük, sana şefkat gösteren bir kimseyle hasbihal etmek? Birinin başını okşamasına hiç mi ihtiyacın yok senin? Sırtını sıvazlamasına, çoluğun çocuğun yokken iki işte birden çalışmana mani olup durduk yere avucuna dolu dolu bir kese para iliştirmesine!"
İşte o vakit, bunca zamandır arzuladığımı hatırımdan çıkarttığım bir emelime ulaştım.
Üsküdarlı'nın içi boş fakat bir o kadar da kızgın gözleri, hüzünlü bir telaşa teslim oluverdi. Aradığı, bu sözcüklermiş gibi karanlık gözlerinin sulandığını görebiliyordum. Anladım ki, şimdi karşımdaki benim bildiğim Üsküdarlı değil. Anladım ki, benim konuştuğum, tutması için elimi uzattığım kişi; onun gözlerinin ve sahte kelimelerinin ardında saklanan, bir vakitler istemeye istemeye Ankara'ya, dayısının yanına hapsedilen o sahilli çocukmuş. Hürriyeti için, başka bir tutsağın ona elini uzatmasını bekliyormuş.
Gözlerinin derinlerine baktım. Baktım ki, bari Tarık tutsun ellerimden.
"Sen sanıyorsun ki ben gönül eğlendirmek için altüst ediyorum hayatımı... Ben dayanamıyorum! Susmuyor. Aklımda hep halam var. Yansımama bile bakamaz olmuşum. Tam diyorum ki... Hah, bu toka ne yakıştı bana, bu elbise yüzümü ne de açtı... Başlıyor konuşmaya içimde. Beğenmiyor beni. Birine bile değil, bir şeylere benzetiyor sürekli. Lâkin sonra Nazar geliyor. Benim başaramadığım, benim olamadığım her şey oluyor. Ben bu hayatı istemiyorum. Tamam mı? Al bak, isyan ediyorum. Kaderime küfrediyorum. Ben her gün mutlu uyanmak istiyorum. Nermin'e diz döveceksem bile hayatım rengârenk olsun, varsın en çirkin renkler onun kederi olsun istiyorum. Eski mutlu günlerimi aramak istemiyorum. Yeni mutlu günler istiyorum. O poşetleri taşımak istiyorum. Ellerim sudan buruşmasın, tıpkı o kadınlar gibi cilalar süreyim istiyorum. Renk renk... İstediklerimi giymek istiyorum. İstediğim yere gitmek istiyorum. Ama evlenmeden. Yeni bir esarete teslim olmadan istiyorum. Bana o nasihat veren Üsküdarlı şimdi ne düşünür bilmiyorum. Şimdi ıslak ıslak benim gözlerime bakıyor. Dokunsam ağlayacak, ağlarsa saklanacak benden biliyorum. Hadi. Kabul et. Gel benimle işte. İki dost olarak birbirimizi kurtaralım. Gidelim buradan."
Beni işitiyor, lâkin ısrarla yanıt vermiyordu.
"Sana kıymet vermiyormuşum..." diye hayıflandım. "Besbelli bugünden sonra daha da kimsesiz kalacağım. Nermin yok. Suzi Hanım yok. Tutunacak hiçbir kimsem yok. Yani, böyle düşünüyorum. Ama bazen. Sonra hatırıma sen geliyorsun. Metanetimi ancak seninle tazeleyebiliyorum. Şimdi de bu sebepten buradayım ya, bu sebepten yalvarıyorum sana. Hatırıma yalnız sen geldiğin için sabahın bu vakti kapına tünedim. Çünkü sen onlar gibi değilsin. Sen diğer kıymet verdiğim kimseler gibi değilsin. Sen varsın Tarık. Hayalimde yarattığım biri değilsin. Metin Kenter'le kendini kıyas edemezsin. Buradasın, yanımdasın, hayattasın. Karşı kaldırımımdasın. Hayatımın her anındasın. Lütfen. Senin de tahammülün kalmamış olsun. Hiç mi kızgın değilsin onlara? Hiç mi bu köşkü başlarına yıkmak istemiyorsun! İçinde hiç mi öfke yok! Hiç mi bir şeyini çalmadılar elinden? Geri kazanmak istediğin hiçbir kaybın yok mu?"
Tıpkı onun gibi pencereden dışarıyı izledim. Ağaran gün ışığını. Çiseleyen incecik kar tanelerini. Ve sessizliğe bürünmüş daracık sokağı.
"Ankara'dan tek bir valizle ayrılıyorum." dedim. "İçini olmazlarsa yaşayamayacağım şeylerle doldurdum. Beni bilirsin ben eşyasız, hatırasız gezemem. Ancak şimdi bana deseler ki, yanında Üsküdarlı olacak amma valizlerini yakıp yok edeceğiz, hiçbirine ulaşamayacaksın, diye. O vakit hiç düşünmeden seni seçerim. Sözünü dinlememe gafletine kapıldığım vakitlerde bilse seni seçerdim. Çünkü benim senden daha kıymetli bir hatıram yok Tarık. Hiçbir eşyam, hiçbir fotoğrafım, hiçbir mektubum. Kuruttuğum hiçbir çiçek. Sakladığım hiçbir not. Özene bezene aldığım hiçbir tokam. Bu dünyada bir insanın başına gelebilecek hiçbir mutluluk, senin bir yerlerde var olduğunu bilmekten daha kıymetli değil. Çünkü hatıra sensin. Kıymetli olan sensin. Ve ben senin var olmadığın bir yaşamın ne manaya geldiğini bilmiyorum. Rica ederim mani ol kendine. Sensizliği öğrenmeme müsaade etme. Benimle gel. Bırakma beni. Sen beni kurtar, ben de seni."
Ve zaferime ulaştım. "Ama Rehiye, nasıl-"
"Nasıl falan yok!" dedim kollarına yapışarak. "Nasıl diye düşünürsek geç kalırız. Ömrümüzün son iki saatinde olduğumuzu farz et. Bırak da yeni bir fasıla geçelim. Yeni bir hayat kuralım. Yeni bir biz yaratalım kendimize. İsyan edelim."
Üsküdarlı, gözlerini gözlerime değirdiği gibi yamacımdan uzaklaştı. Dakikalarca sesini çıkartmadan, saç köklerini kurcalaya kurcalaya küçücük salonunda dönüp durdu. Bir sağa, bir sola. Sonra da önce sola, sonra sağa. En nihayetinde, sırtı bana dönük bir vaziyette perdeleri iki eliyle aralayarak sol köşede kalan köşke ve de hemen duvarda asılı saatine baktı. Peşinden de yüzünü tümüyle bana çevirdi. Fakat içeriye sızan aydınlıktan, gözlerinin bende değil ardımda kalan ahşap şifonyerin çekmecelerinde olduğunu fark ettim.
"Of Rehiye. Of." Kapının yanındaki askıdan kabanına uzandı. "Düş önüme, hadi."
"Sahi mi!" Koca, yaşlı bir kahkaha patlattım. "Gelecek misin benimle? Nasıl olur? Şimdi ben sahiden... İstanbul'a mı gideceğim? Ben mi? Bugün mü? İnanamıyorum! İnanamıyorum... Metin Kenter... Deniz... Balom... Üsküdarlı inanamıyorum... Ben, bu iyiliğini asla unutmayacağım! Asla!"
"Sen burada kalıyorsun." diye kesti heyecanımı. "Şimdilik. Anlaştık mı?"
"Ne? Neden ki?" diye ciddileştim. "Ben burada ne yaparım? Ben de geleyim seninle. Hani birlikte-"
"Rehiye." Boyumun hizasında alçalıp kaçamak gözlerle pencereden köşkü kolaçan etti. "Öyle kafamıza estiği gibi hareket edemeyiz. Kalacak bir yer lazım. Bizimkilere telgraf çekeceğim. Gerçek bir telgraf."
"Bizimkiler mi?" diye sordum. "Bizim bizimkilerimiz kim ki?"
"Senin değil." dedi kâküllerimi karıştırarak. "Benim bizimkiler. Neyse. Bizi gara kadar götürecek bir araba bulup geleceğim. Bisikletle hem seni, hem kendimi, hem de valizi taşıyamam. Yerler buzlu. İstanbul'a da otobüsle gidemeyiz, dayımın orada çok ahbabı var. Yokluğumuzu anladıkları an haber salarlarsa bizi yolun ortasında ensemizden yakalarlar. Trenle gitmek daha ucuz olur, gittiğimizi anlasalar da kolay kolay yakalayamazlar. Lâkin ucuz diye trene bindiğimizi de tahmin edebilirler. Demem o ki, her türlü sıkıntıdayız. Dua edelim de peşimize düşecek kadar bizi sevmiyor olsunlar. Evden iki boğaz eksildiğini düşünsünler. Lâkin sen yine de hazırlıklı ol, birileri her türlü peşimize düşecektir. O yüzden sağ elim mi, sol elim mi? Seç birini."
"Sol."
Ellerini serbest bıraktı. "Tren." dedi. "Allah'tan erken yol alacağız. Şanslıysak ve yakalanmazsak, bu akşam varırız. Ben gidip telgraf çekeyim."
"Paramı al." Çekyatına bırakmış olduğum kavanozumu işaret ettim. "Çarşıya gidemiyorum diye harçlıklarımı biriktirmiştim. Bu bizi İstanbul'da idare eder, biletleri de buradan karşıla."
"Saçmalama." dedi yüzünü buruşturup. "Ben öderim. Sen kendi paranla istediğin bir şey alırsın."
"İyi madem-"
"Bana bak sakın burada kıpırtı, gürültü, ne bileyim takırtı yaratıp ben içerideymişim gibi hissettireyim deme. Senin köşkten, benim ise evden çıktığımı kimse fark etmeyecek. Kimse. Anlaştık mı?"
"E birlikte gidelim o zaman..." dedim. "Aynı anda yürüyüp gitsek, birlikte araba arasak ne olur ki?"
"Yan yanayken şahit edinmiş oluruz." dedi. "Bu gece isteme varsa mahalleli haberdardır. Zamana yayalım ki kız kaçırdığımı çakmasınlar." Güldüm ama o gülmedi. Askıdaki hasır şapkasını benim kafama yerleştirdi. "Farz edelim birisi cama tıklattı, ya da içeriye zorla girmek istedi. Farz edelim. Benimle görüşmek için yani. O vakit ya perdenin arkasına git lavaboya saklan ya da hemen yatağıma yat. Yüzünü de battaniyeyle kapa ki uyuduğumu sansınlar. Fakat sadece beni bekle. Ben senin valizini yanıma alıyorum. Duvardaki saate bak şimdi. Tam yirmi dakika sonra, bu anahtarla kapımı içeriden kilitliyorsun Rehiye. Üç kere." Karşı duvardaki şifonyeri yavaşça itti, kalın kirli güneşliğin ardından hurdalık araziye açılan pencereyi özgürlüğüne kavuşturdu. "Kapıdan değil, buradan çıkıyorsun bak. Bırak pencere aralık kalsın dert değil. Kimseye görünmeden usul usul hurdalıktan dolanıp caddenin ağzında beni bekliyorsun. Ben seni oradan alacağım. Lütfen dikkatli ol. Kimse öğlene dek kaçtığımızı fark etmemeli. Sessiz olman bize vakit kazandırır. Evvela Ankara'yı soruştururlar, İstanbul'da olduğumuzu da anca idrak ederler. Biz de bir gün içerisinde çoktan orada olmuş oluruz. Anlaştık mı?"
"Tamam, tamam."
"Ne yapacakmışsın?"
"Çok sessiz olacağım. Kimsenin ruhu duymayacak. Kimse şüphelenmeyecek. Yirmi dakika sonra kapıyı kilitleyip, komşulara görünmeden cadde ağzında seni bekleyeceğim. Üç kere." dedim. "Yani üç kere beklemeyeceğim. Kapıyı üç kere kilitleyeceğim. Aptal değilim ben."
"Aferin sana." dedi omuzlarımı sıvazlayarak. Kendi boyuna dönüp kapıya yaklaştı. Tabii aklına her ne geldiyse bana adımla seslenip bir koşu geri döndü. Çekyatın karşısında, pencereyi örttüğü yedi hazneli bir şifonyer vardı. En aradaki, sürülürken bile takılan çekmeceden elde tutmalık, deri, kahverengi, ince bir çantayı çıkarttığını gördüm. Bu çanta, eniştemin işe giderken elinde tuttuklarına benziyordu. Ezilmişçesine ince, unutulmuşçasına tozluydu. "Bu benim için çok kıymetli." Bana bir şey emanet etmesi yetmezmiş gibi, beni herhangi bir bahsin izahatına layık görmesine hayret ettim. "İstanbul'a giderken yanımda olması icap eder, ama şimdi ellerim dolu. Taşıyamam. Sen gelirken bunu paltonun içinde sıkı sıkı sakla ve bana getir. Kimse görmesin. Sen de açma içini ama. Anlaştık mı?"
Sebebini deşmeden söz verdim. Dişlerini sıktı, ben de derin derin nefeslerle çantasına uzandım. Başımıza ne geleceğini bilmediğimiz dingin bir ölüm sessizliğinin içinde birbirimize baktık. Benim lafımla galeyana gelmiş olmamız muhtemeldi, ama Ankara'daki yaşamlarımızda sahip olduğumuz hiçbir şey o an atacağımız büyük kaçış adımından daha yaşanılabilir değildi.
Gözlerimize bakarken biliyorduk. Bunlar fırtına öncesi sessizlikti.
Onu kapıya kadar geçirmek için hareketlendim. Üsküdarlı önüme geçti ve mütemadiyen elde kalan yuvarlak kulpa uzandı. Çıkmadan evvel ardına döndü. Bana bir kez daha veda edercesine baktı. Kaygılı, bulanık bir bakıştı bu. Hissini kestiremediğim bir anda, tek kolunu davetkâr bir cömertlikle bana uzattı. Çok şaşırdım. Alık alık baktığımı görünce eliyle gel gel yaptı. Ben de doğru mu anladım diye ona yanaştığımda Üsküdarlı bana sıkıca sarıldı. Kolunun arasında ne yapacağımı şaşırdım. Ancak bana o kadar uzun mühlet sarıldı ki ben de elimi beline doladım. Başımı göğsüne yasladım. O da çenesini kafama yasladı. Sırtıma iki kere vurup kendini geri çekti. Kapıyı açtı, gitti.
Ve böylelikle, ortalıktan ilk Üsküdarlı kayboldu.
Tıpkı bana buyurduğu gibi, o tek göz odalı evinin içinde yirmi dakikayı doldurmaya gayret ettim. Bir oraya, bir buraya yürüyor duruyordum. Etrafı seyrediyor ve onun senelerdir, hiç sıkılmaksızın bu dört duvarın arasında nasıl yaşayabildiğini sorguluyordum. Lâkin çekyatına oturur oturmaz, etraftaki bu dağınıklığa daha fazla tahammül edemeyeceğimi kabullendim. Elimde olmayan sebepler, bana bu dağınık odayı toplama zaruriyeti hissettiriyordu. İçim gıdıklanıyor, tenim öfkeden kabarıyordu. Zaten kimsenin de beni burada gasp ettiği yoktu. Ne de olsa bu dakikaları arzu ettiğim gibi doldurmakta hürdüm.
Evvela Üsküdarlı'nın çekyatını toplamakla başladım. Battaniyesini, yastıklarını ve çarşaflarını güzelce dizip karşısındaki boş kanepeye koydum. Ortada bir yatak kalmayacak şekilde çekyatı katlayıp eski hâline çevirdim. Fakat o an tüm bunları niçin yaptığımı dahi bilmiyordum. Üsküdarlı geri gelip burada vakit geçirecek değildi. Biz gidiyorduk. Ve bir daha asla bu şehre ve bu eve geri dönmeyecektik.
Geriye yalnızca sehpadaki çöp yığınını toplamak kalınca, ayağa dikilip şöyle bir eve göz attım. Korkuma yenik düşmeyip birkaç mum yaksam belki de bu dağınıklığı daha iyi görecek, daha iyi temizleyecektim. Fakat o an için yalnızca elime geleni kenara kaldırmakla yetiniyordum. Işık demek, hadi gelin beni yakalayın demekti.
Yırtılmış gazete parçaları ile sineklere meze olmuş yemek kalıntılarını uzaktaki kirli kovaya doldurmaya başladım. Midesini her neyden bozulduysa yalnız safra ve su kusmuştu. Sıra sehpaya geldi. Ortadan ikiye kırılmış onlarca kürdan, içi destelerce parayla dolu bir bez kese, o biçim kadın mecmuaları, mecmuanın arasına sıkıştırılmış bir mektup, haplar, çakılar, sümüğe benzer açık lekelerle kaplı peçeteler, sehpanın bir köşesinde kalmış ustura.
Üsküdarlı'nın her şeyini bildiğime inanırdım. Lâkin onun mahrem yaşantısının görmeyi ve bilmeyi hiç arzu etmediğim karanlık ayrıntılarıyla yüz göz olmak, beni hem çok huzursuz etmiş hem de müthiş derecede utandırmıştı. O mecmuaların varlığını ne yaptıysam da unutamadım. Kovaya doldurduğum her yeni çöpte âdeta bana uzaktan göz kırpıyorlardı. Belki de dürüp atmalı, kurtulmalıydım onlardan. Ancak ben günışığının altına geçip onlarla yüzleşmeyi yeğledim.
Sayfalarında tek bir çirkin yüz, sıradan bir suret yoktu. Hepsi âdeta benim bir parçası olmadığım bir diyarın mahlûkatı gibiydiler; uzun, incecik, tertemiz, son moda mayolar içerisinde, sapsarı bukleli, makyajlı ve hoşlanılası. Tenleri, ipeksi bir parlaklıkta ve bir kusur sahibi olmaktan epey uzaklardı; ne bir leke, ne bir tüy... İnsanın gözüne biçimsiz gelen tek bir uzuvları, tek bir ayrıntıları dahi yoktu. Kalçaları kıvrımlı, göğüsleri ise sivri ve dolgundu. Bazılarının üzerlerinde bir mayo dahi yoktu. Ne bir elbise, ne bir iç çamaşırı; tamamıyla çıplaktılar.
Böyle hissedeceğimi ummazdım, zira hiç tanımadığım bu kadınların ve de çok iyi tanıdığımı sandığım arkadaşımın mahremiyetine bu denli yakından tesadüf edebilmek gelip geçici dahi olsa bana dayanılmaz bir keder bahşetti. Benim ne kalçalarım, ne tenim, ne de göğüslerim onlarınki gibiydi. Boyum kısaydı, sıskaydım. Bir bebeğim olsa iki göğsümü toplasam da onu doyuramazdım. Sırtım da, bacaklarım da tıpkı mektep arkadaşlarımınki gibi yüzümde olması icap eden sivilcelerle kaplıydı.
Yüreğimde duyduğum bu acı gözlerimin önüne evvela Metin Kenter'i ardında da Üsküdarlı'yı getirdi.
Sanıyorum ki yaradılışımıza dair böylesi bir hüznün pençesine, böylesine bir kendini beğenmezliğe ancak biz kadınlar takılabiliriz. Güzel bir hanım gördük mü, ondan nefret edemeyiz. Onu hak eden beyi düşler, buruk bir tebessüm ile iç çekeriz.
Lâkin beyler öyle midir?
Onların en tabii, en alelade hâlleri bile biz kadınlara ne fevkalade, ne de cezbedici gelir. İsterse göğüsleri kıldan görünmesin, isterse sırtlarında bir avuç sivilce peyda olsun benim gibi. Ben ömrü hayatımda, iki hoş söz karşılığında onlardan tiksinecek yahut suretlerinden yana huzursuzluk kapacak tek bir kadın tanımadığıma ant içebilirim.
Aptal Rehiye, dedim kendime. Sen bir erkeğin nazarında ancak bir çocuk ya da bir çocukluk ahbabı olabilirsin.
Üsküdarlı'nın bu kadınlara bakmış olma ihtimali beni elbette ki utandırdı, ama bir de onun suretini düşündüm. Onun gibi tatlı, onun gibi güzel, eli yüzü düzgün bir bey elbette ki kendi denginde bir hanıma layıktı. İçindeki mektubu gün yüzüne çıkarttım, mecmuayı dürdüm ve gözümün görmediği bir yere kaldırdım. Sehpa biraz olsun boşalınca ortasındaki cam parçası daha bir görünür oldu. O görünür olunca, sehpanın altına itilen bir urgan tüm dikkatimi dağıttı.
Urgana elimi uzattığım gibiyse biri sırtımdaki pencereyi tıklattı.
Önce zararsız bir rüzgâr sesi sandım. Lâkin ses ısrarla kendini tekrar edince yavaş yavaş devrilen bir yığın gibi sehpanın altına girdim. Ellerimle hasır şapkayı yüzüme bastırdım ve nefesimi tuttum. Tepemdeki pencerede, içeriyi gözetleyen bir gölge gördüm.
"Tarık." diye seslendi eniştemin tehditkâr sesi. Gözlerimi kapadım. Şapkanın altında hiç kıpırdamadan dişlerimi ve yumruklarımı sıktım. Her yerim bir samanlığa düşmüşüm gibi kaşınıyordu. "Nerede görülmüş senin bu saatte uyuduğun Allah'ın uykusuzu! Duymadım sanki. Evdesin. İşe gitmeden evvel paramı masama koy bari. Günü geldi. Unutmadın inşallah."
Enişte, git artık. Ne olursun git! Ne olursun görme beni.
Çok oyalanmadan daha yumuşak bir sesle, "Şey diyecektim..." diye durakladı. Bu kez sesi evvelki gibi tehditkâr değil, hakikaten bir şey dile getirmek ister gibi gelmişti bana. "Şu İstanbul mevzusu. Nazar uydurmuş onu balo için. O gece de şimdi ben... Neyse. Akşam odama gel. Ulu orta konuşulmaz böyle meseleler."
Sesi uzaklaştı. Biriken tüm nefesimi salıverdim. Cesaretimi toplayıp pencereden usulca baktım. Eniştem, komşuların pencerelerini kolaçan ede ede köşke girdiğinde; bana verilen yirmi dakikayı haddinden fazla kullandığımın farkında bile değildim.
Ama şimdi çıkarsam, biliyordum ki yakalanırdım. Bu sebepten ortalık dinene dek birazcık daha bekledim. Mahalledeki sessizlik içimi rahatlatan bir kıvam aldığında Üsküdarlı'nın bana emanet ettiği şapkayı başıma geçirdim. Çantasını iki kolumla güzelce kavrayarak kapıya yaklaştım. Bir his, hem de oldukça kuvvetli bir his, beni yeniden o salona geri döndürdü. Evren ya da şans, adına her ne derseniz deyin yaptığım feci yanlışı telafi edebilmem için bana bir fırsat daha sunmuştu.
Ve ben, pencereden çıkmak için değil, sehpadaki o bez keseyi orada bırakmamak için geri dönmüştüm.
İçimi, nasıl bir öfke kapladıysa kesedeki paraların eniştemle ve Tarık'la ne ilgisi olabileceğini akıl etmeden destelerce parayı paltomun ve eteğimin derin ceplerine, bana emanet ettiği çantanın boş ve zararsız haznesine doldurabildiğim kadar doldurdum. Nasıl bereketli bir paraysa, geriye kalanla bile bir aile doyabilirdi.
Bundan sonra geri kalan her şeyi Üsküdarlı'nın emrettiği gibi yapmış olduğumu düşünüyor olabilirsiniz. O bana ne dediyse yerine getirdim ve her şey yoluna girdi, İstanbul'a gittik ve mutlu mesut hürriyetimize kavuştuk.
Değil mi?
Elbette ki hayır. Daha evvel bahsini ettim mi hatırlamıyorum, ancak talihsizlikler beni pek sever. O sırada yaptığım en büyük hatalardan biri, evde haddinden fazla vakit geçirerek Üsküdarlı'nın bana esas tembihini; kapıdan değil, pencereden çıkmam gerektiğini hatırımdan tamamıyla çıkartmış olmamdı. Bu sebepten onu bir hayli bekletmiştim. Birbirimizle iletişim kurabilmemiz mümkün değildi. Buraya gelip, hadi nerede kaldın, da diyemezdi.
O gün yaptığım diğer hatalardan biri ise, şuydu; evin her ferdine hâkim biriyle aynı odayı paylaşmama rağmen, onun mutlak surette sabah ezanında ayağa dikildiğini hesaba katamadım. Benim o evde olmadığımı öğlene dek anca fark etmelerini nasıl düşleyebilirdim? Herkes yaşamına devam edecek ve akşama doğru ansızın biri çıkıp, "Aa! E Rehiye yok! Şimdi fark ettim. Mektep de yok. E Nermin de yok. Bu kız koca gün nereye gider ki? Hele de bu akşam istenecekse!" mi diyeceklerdi? Hele ki evvelsi akşam, evin hanımından sağlam sopa yemiş bir kızın nerede olduğunu elbette ki gece boyunca ona bakan kadın merak edecekti; yani Firuze Abla.
İçerideki hadiselerin nasıl işlediğini bilmiyorum, ancak bana kalırsa her şey şöyle oldu; odadan çıkarken valizle birlikte haddinden fazla bir gürültüye mahal verdim. Firuze Abla uyanmadı, ancak uyanır gibi oldu. Her yerim yanmışken odadan çıkabileceğime ihtimal vermedi ve uykuya geri döndü. Derken ezan okundu. Odada olmadığımı fark etti ve beni köşkün içerisinde ararken ya kalfalardan herhangi biriyle, ya eniştemle, ya kızlarla yahut halamla karşılaştı. Onlara nerede olduğumu sorunca da beni aradılar, çünkü yatağımda yatıp ağlamıyor olmam onlar için kuşku uyandırıcıydı. İstemedikleri bir tepkiydi.
Fakat eniştem çok mantıklı bir hamleyle köşkten çıktı. Bir taşla iki kuş vurdu. Beni evin içinde aramak yerine, iki haftadır mahalleye uğramayan Tarık'ın evde olup olmadığını kolaçan etti. Tarık, Cumartesi sabahlarında erkenden gazete bayisindeki işine giderdi. Evinde uyumazdı. Ve mevzu bahis olan parayı bir gece evvelden dayısının masasına bırakmış olması icap ederdi.
Eniştem ise ortalığı ateşe vermek yerine, ipleri biricik karısına teslim etti. Zavallı ben ise o sırada pencereden çıkmayı unutmuş, üç kez içeriden kilitleyeceğim kapıyı dışarıdan kilitlemek üzere sokağa hem Üsküdarlı'nın şapkasıyla, hem de onun evinden hiç utanıp arlanmadan çıkmıştım. Sabahın körü. Yaşayacaklarımdan bihaber, halamla burun buruna gelmem için tüm sebepler hazırdı. Kapıdan çıktığımda, karşılaştığım ilk şey şiş gözleriydi:
"Ne işin var senin o evde?"
Ruhum, sızlayan yanıklarımın sahibini tanıyınca yaralı bedenimi terk etti. Cesedimle bir başıma kaldım.
Islak basamakları iniyordu. Gözleri arada bir ayaklarındaki topuksuz ev terliklerine uğruyor, kaymamak için karlı zemini kolaçan ediyordu. Ankara'nın soğuk ayazından sakınmak için incecik, saten sabahlığına sığınmıştı. Köşkün kapısında beliren kuzenlerimi görünce, yaptığım hatanın farkına geç de olsa varabildim. Nazar ve Gülizar, doyamadıkları uykularının sersemliğiyle bize yanaşıp gözlerini ovalarken; Fahriye ablam, niçin orada toplandıklarını anlamaya çalışıyordu. Gözleri, boynu mosmordu; kenarı patlamış dudaklarının arasında dişleriyle sıktığı büyükçe bir pamuk vardı.
"Hala... Ben..." Kendimi böylesi bir belaya nasıl düşürebilmiştim? Kaçmalı mıydım, özür dileyip odama tıpış tıpış geri mi dönmeliydim? Peki, özür dilesem sahiden odama geri dönebilir miydim? "Bir şey... Bir şey alacaktım da-"
"Anası kılıklı orospu seni." Yüzüme tükürmek için üzerime yürüdü. "Nerede uyudun da nereye gidiyorsun sen? Sana soruyorum! Hiç mi utanman, arlanman yok nankör! Yetmedi mi yediğin sopa! Daha bana neyin çilesini çektireceksin sen-"
Gerisin geri yürüyor, gözlerimde biriken yaşları saklamaya çalışıyordum. "Hala ne diyorsun... Ne uyuması! Firuze Abla'ya sor... Ben şimdi kalktım! Böyle çirkin bir münasebetin bahsi dahi mümkün olamaz! Tarık benim dostum. Hep öyleydi ve hep öyle olacak. Ne ima etmeye çalışıyorsun!" Benim için bu kadar dayanmak bile ulaşılması güç bir zaferdi; anlayacağınız, kendi kendimi ağlatmayı gene başardım. Ancak ağlasam dahi, ondan özür dilememek hususunda kararlıydım. Halam değil, özrü hak eden bendim. "Sana gelmesinler, dedim. Dinlemedin. O vakit ben gidiyorum... Evlenmeyeceğim Bilal'le."
Halam adımlarını bitirip karşımda dikildiğinde içimden dualar etmeye başladım. Beni anlaması, bana hak vermesi ve güç bela da olsa orta yolu bulabilmemiz için bildiğim tüm duaları karıştıra karıştıra baştan sona okudum. Evvelsi akşam içimi ona nasıl döktüysem şimdi de aynısını yapabilmeliydim. Gerçi, bunun için anca bir mucize gerekliydi. Mahallenin ortasındaydık. Kapıları kapalı bir salonun ardında değil.
Hâlâ ağzını açmaması beni cesaretlendirdi. "Beni sevmiyorsun zaten. Yalan mı?" dedim cahil cesaretimle. Yaşlı gözlerim, kapıda dikilen kuzenlerime takıldı. "Ben de seni o kadar sevmiyorum. Eniştem Tarık'ı sevmiyor. Tarık da onu sevmiyor. E o zaman gidelim biz? Kendimize yeni hayatlar kuralım işte, düşelim yakanızdan-"
Halam, onu ikna edeceğini umduğum laflarımın sonunu getirmeme müsaade etmemek için bir karga gibi çenemi pençelerinin arasına aldı. "Senin o koca çeneni koparırım. Duydun mu beni?" Parmaklarıyla yanaklarımı sıktığında inlememek için dişlerimi birbirine bastırdım. Başımı eğmedim. Ağlamadım. Kaçmadım. Ona yenilmeyişim, hamlesini değiştirme gereği duymasına sebep oldu. "Hiç mi acımıyorsun, hiç mi merhamet etmiyorsun halana... Sana baktım, büyüttüm, seni emzirdim ben. Böyle mi karşılık veriyorsun emeğime? Alıp başını gitsen nereye gidersin? Bensiz hayatta kalabileceğini mi sanıyorsun şimdi sen? E git. Hadi git! Ertesi gün kapımda bitmezsen bana da Gülru demesinler. Bilal'le evlenmeyecekmiş... Evlenme? Saha mis gibi kısmet buldum, çevir elinin tersiyle. Ne hayali kuruyorsun? Kim alacak seni, Tarık mı? E alsın, evlenin. Kıçının dibinden ayrıldığın yok, lafımı dinleyip namusunu muhafaza ettiğin yok. Sana müstahak. Sen anca onunla evlenirsin. Lâkin sonra kucağında Tarık'ın bebesiyle, damına soktuğu başka hanımlarla kapıma gelip 'Halacığım ben çok pişmanım, etsen etsen sen merhamet edersin bana.' diyeceksen-"
Bileğini tuttum ve yüzümden çektim. "Merhamet mi?" dedim. "Sen benim saçımı bile örmedin."
Etraftaki komşuların pencerelerini araladıklarını işittim.
"Bana baktın. Ölmeme izin vermedin, teşekkür ederim. Ama ömrüm boyunca eteğinde çürümemi bekleyemezsin benden-"
"Ha öyle..."
"Öyle!" diye bağırdım. "Ne istedin yapmadım? Ne yaptım da neyi beğendin! Neyim ben sen yeğeninden başka? Elin miyim, kolun muyum, silmek isteyip de silemediğin bir leke miyim! Ben değil, esas sen bensiz yaşayamıyorsun. Beni sevdiğinden de değil. Sevginin ne demek olduğunu bile bilmiyorsun. Bilmen içinse kızlarına, beyine, ahbaplarına değil evvela benim suratıma bakacak cesarete sahip olman gerekir. Sen beni tanımıyorsun bile. Şayet beni tanısaydın, sahiden benim seni ne kadar çok sevdiğimi, senin şefkatine ne kadar muhtaç olduğumu anlayabilseydin o vakit herkesten çok beni severdin. Sen benim annemden de nefret ediyorsun. Benim babamdan da, abinden de nefret ediyorsun. Ama ben seni, sana rağmen seviyordum. Oysa sen saçlarımdan bile nefret ediyorsun. Kahkahamdan, mutlu olmamdan nefret ediyorsun. Kızların yerine o güzel çakır gözlerini, o beyaz tenini, dalgalı saçlarını ben almışım. Onlara kocanın payına düşenler kalmış. Ve sen, senin aynın olmama rağmen beni kendinden saymıyorsun. Senden de, kızlarından da çirkin olmamı istiyorsun. Kalfalara şalvar giydirmiyorsun, üşenmeden gidip fiyakalı elbiseler buluyorsun onlara ama elimden tutup bana o cici elbiseleri almıyorsun. Daha on yedi yaşındayım ben! Güzel olmam nasıl batabilir ki sana! Büyümem, gölgenden ayrılmam korkutuyor seni. Senden kurtulup çiçek açtığımı görmek istemiyorsun. Kocanın bile güzelini yakıştırmıyorsun bana. Evlenip fena bir yaşam sürmemi, sensiz bir hayat yüzünden çürüyüp yok olmamı istiyorsun. Çünkü daha fazlası olduğumu biliyorsun. Çünkü hayatında sana biat edecek, sana muhtaç kalacak biri olmazsa bir hiç olacağını biliyorsun. Ve bu köşkte, kimse sana muhtaç değil. Benden başka."
O sustukça kelimelerim kabarıyor, cesaretim şaha kalkıyordu. Ve ben, cesaretlendikçe kendime yabancılaşıyor, gözyaşlarımın arasından halamın boş gözlerine gülümsüyordum. Onu yok etmek istiyordum. Varlığından geriye hiçbir iz kalmasın istiyordum.
"Ne diyeceğim bak, sen ahbaplarının sandığı o kadın da değilsin. Salonda yanlarında burun kıvırdın, ama hatırla? Cüneyt Kenter yanlarında oturmamı bizzat istemişti. Sonra ne oldu? Daha yüzümü bile görmeden yarışmayı benim kazandığımı ilan etti oğlu. Güzel kızın değil, ben kazandım o yarışmayı. Şimdi de gidiyorum. Sen de istediğin kadar süslenirsin artık. İstediğin kadar köşkün eşyalarını, kalfalarının donlarını değiştirirsin. Üzerindeki en paha biçilmez giysiler bile, senin gözlerindeki ucuzluğu örtemez ama. Çok geç. Kızlarına bir tek onu bulaştırmışsın. Senin gibi gaddarlar. Senin gibi incelikten uzaklar. Seni ifade edecek tek bir kelime var hala. Sen safi kötü bir insansın. Sen kötü bir annesin. Kötü bir halasın. Kötü bir komşusun. Kötü bir arkadaşsın. Kötü bir kardeşsin. Kötünün de kötüsüsün! Şayet böyle bir kimse olmasaydın, aileme ne olduğunu dahi bilmezdim ben! İcap ederse yalan söylerdin bana. Senin çocuğun sanırdım kendimi. Lâkin sen kızlarına tatlı tatlı masallar okurken, bana hiç utanmadan annemin kendini nasıl öldürdüğü anlattın. Nasıl konuşayım ben! Nasıl dilimi yutmayayım! Anlattın ki, eteklerine sığınıp mecbur olayım sana korkudan. Annemden nefret edeyim istedin. Babamdan, babaannemden, herkesten... Niye yaklaştırmıyorsun beni Tarık'a? Düşün bakalım. O çocuktan bugüne kadar ne gördünüz de korkar oldunuz? Ben söyleyeyim. Senin yarattığın o aciz kızı daha geldiği ilk gün Tarık hür bıraktı. Elime hiçbir güç vermedin. Mektebe göndermedin, dost edinmeme müsaade etmedin. Nermin'i bu eve sokmadın. Fakat Tarık-"
Halamın tokadı, beni tek bir seferde yüz üstü yere serdi.
"Sana içirdiğim süt zehir zıkkım olsun." Bedenimi kendine çevirip yüzüme bir tokat daha indirdi. "Bana neler diyor, duyuyor musunuz? Hepsi yalan! Külliyen yalan! Anası kılıklı, uyduruyor, aklını kaçırmış! Senin gibi hadsizlerin yeri cehennem! Cehennem! Bu inatla, bu yüzsüzlükle başka bir yere gidemezsin sen! Hadi bakalım git! Gittiğinde mutlu olacağını mı sanıyorsun? İşinin rast gideceğini mi sanıyorsun sen? Ben sana sütümü haram etmişken, benim ahımı boynuna dolamışken keyif çatacağını mı sanıyorsun? Yürü eve. O suratını parçalamadan düş önüme!"
Haddimi bildirmek ve ibreti âleme sergilemek için, karlı asfaltta beni köşke sürüklemeye başladı. Botlarımla yere tutunmaya çalıştım. İki adım atıyorsa, üç adım sendelemesine sebebiyet verdim. Fakat beni zayıflatmak için gelişigüzel savurduğu tokatlardan biri kulağıma denk geldi.
Ellerinden kurtulmuştum, ancak kendimi yerde bulduğumda bilincim buğulandı. Kafamın içi çınlıyordu. Birbirini sürü halinde takip eden karıncalı hissizlik, çeneme ulaştı. Saçlarımın üzerinde, kucağımda bir boşluk var. Herhalde şapkam uçmuş, emanet çantam fırlamış olmalı. Ense kökümden, dudaklarıma dek sızlıyor etim. Bu, ölmenin farklı bir sureti mi? Ellerimle yoklayıp çantayı arıyorum. Göremiyorum. Karlara tutunan etime binlerce iğne batıyor. Galiba uzakta. O uzaktaki kahverengilik aradığımın gölgesi. Emekleye emekleye, etimi eze eze çantaya ve de başımdan düşen hasır şapkaya uzanıyorum. Bir güç beni ensemden tutup yeniden kendine çekiyor. Bana tutunduğu yer, yanıklarıma denk gelince istemeden bağırıyorum. Üstelik üzerimde onca eşya var. Kat kat giyinmişim ama hissediyorum yaralarımı. Ve bir tokat daha yiyorum yüzüme. Kendimi savunmaktan acizim. Emanetlerimi nasıl siper edeceğim?
"Yürü!" diyor halam. Ettiği küfürleri yarım yamalak işitiyorum.
Saçlarımı tuta tuta beni köşke sürüklüyor. Nasıl geri dönebilirim oraya? Üsküdarlı beni bekliyor.
Bana hayatında ilk kez bir şeyi, bir çantayı emanet etmiş; ilk kez sözüme itimat edip böyle bir isyana girişmiş. Belki de İstanbul'daki ailesine çoktan bir telgraf çekmiş. Nasıl bekletirim onu? Nasıl pes edebilirim?
Doldu mu sahiden o yirmi dakika? O sehpanın altında uyuya mı kaldım korkudan yoksa?
Uzanıyorum. Ama neye? Kopacak saçlarıma mı, karların arasında terk ettiğim emanetlerime mi?
Hayır, diyorum kendime. Bugün böyle bitemez.
Tırnaklarımı halamın bileklerine geçirip kendimi fırlattım. Emekleyerek, az evvel düştüğüm yere geri gittim. Çenemi ve saç köklerimi hissetmiyordum. Kulağıma aldığım darbeyle tüm dengemi yitirmiştim. Çıplak ellerim, karlarda yürüdükçe hâkimiyetini yitiriyordu. Düşe kalka bir ümit uzaktaki eşyalara uzanabileceğimi umut ediyordum. Halamın adımları peşimdeydi. Çarelerimin ve dualarımın tükendiği esnada beni ensemden bir kere daha kavradı. Ve ben, sırtım yere değdiği an çırpınan ayaklarımla halamın karnına koca bir tekme attım.
Bunca vakittir içimde tuttuklarım ne denli kuvvetlenmiş, ne denli birbirlerine kenetlenmişlerse halam bir çırpıda dengesini yitirdi. Terliği kaydı ve tutunacağı bir yer olmadığından geri geri düşerek önce kalçasını, sonra ise başını buzlu asfalt zemine çarptı.
Ve bir daha hareket etmedi. Öylece yere yığıldı.
Yemin ederim. Tek niyetim kendimi ve beraberimde de Üsküdarlı'nın emanetini kurtarmak, kimseye zarar etmeden defolup gitmekti.
Ama şimdi? Az evvel ne olmuştu öyle?
Ben neye sebebiyet vermiştim?
"Anne!" diye korkunç bir çığlık patlattı Nazar. Basamaklardan üçer beşer atlayarak, yerde uzanan halamın yanına koştu. Onun da ayakları kaydı, çömelip emekleyerek halama ulaştı. Gülizar'la birlikle evin kalfaları da dizlerini döve döve peşine düştü. Halamın yanaklarını yavaşça tokatladılar ki kendine gelsin. Ancak nafile. Bu esnada o kalabalıktan birinin, halamın başını kucakladığını gördüm. Her kime aitse parmakları kana bulanmıştı.
Biri, "Şeytan..." dedi bana. Herhalde Nazar olmalı. Ya da Gülizar. Veyahut bir başkası. Suratına bakmadım. "Ne yaptın anneme! Söylediklerin yetmedi mi? Anne! Uyan! Anne lütfen uyan! Ne yaptın sen! Ne yaptın! Zabıtları çağırın! Anne... Anne!"
Anne, diye düşündüm içimde. Söylemesi ne de güzel bir kelime olmalı.
Sizin bir anneniz vardı, Nazar. Senin. Sana ait. Seninle latife eden, yalancı bir kız dahi olsan hakkını ardında bırakmayan, her arzu ettiğini mütemadiyen yerine getirmek uğruna savaşan bir annen vardı. Yolunu kaybettiğinde sana yol gösterebilir. Yanlış bir yerdeysen sana el uzatabilir. Okumasan dahi dünyaları önüne serebilir. Evde kalsan, insan içine çıkamasan dahi sana en güzel kısmetleri bulabilir. Korkma, kimseye yem olma diye hiç utanıp çekinmeden sana aşkı, sevişmeyi anlatabilir. Yeter ki namları yücelsin. Yeter ki en küçük kızları, saadet ve afiyet içinde yaşasın gitsin.
Peki ya ben? Ben, Nazar?
Ben neden senin nasibinden arakladığım birkaç yudum süt yüzünden senin gölgenden kurtulamıyorum? Neden senin olduğun yerde, kendim olmaya utanıyorum?
Benim bir annem yok. Ben senin sahip olduklarına sahip yaratılmamışım. Başımı biri okşadıysa da hatırımda değil. En son kim benim karnımın tokluğunu düşündü, bilmiyorum. Anlayacağın, benim başıma gelen bu felaket şimdi senin başına gelseydi, yerde yatan ben olsaydım bilirim ki halam senin hürriyetin için kendini ve dünyayı paralardı. Ki dün, paraladı da.
Benim bir ailem yok.
Fakat benim bir davetiyem var Nazar.
Parçaladığın. Kıskandığın. Layık görmediğin ama benim nasibim olan.
Ve ben, ne olursa olsun, o baloya gideceğim. Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin, neye sebebiyet verirsem vereyim bu hayattan nasiplenebileceğim her şeyi aç bir kurt gibi kapacağım.
Benim dünyalarım olacak.
Seninse yalnızca bir annen.
Fahriye ablamın az ötemdeki delici bakışlarını üzerimde yakaladım. Yerimden kalkamıyordum. Eğer biri beni cezalandıracaksa, biri gitmeme mani olacaksa en azından o olsun istedim.
Eğer sahiden öleceksem bugün, adil biri öldürsün beni istedim.
Fakat o, bana tek bir şey dedi. Ve ben de onu dinledim.
"Kaç." Parmağını kaldırıp ardımdaki sokağı işaret etti. "Kaç çabuk."
Başımı salladım. O, merdivenleri atlayıp kızların yanına geldiğinde ben Üsküdarlı'nın çantasını ve de şapkasını alarak var gücümle, sendeleye sendeleye koşmaya başladım. Ayaklarım kopana dek. Gözyaşları ve biraz da burnumdan akan salya sümükle, son kez koştum mahallemde.
Koştum. Koştum ve koştum.
Habil, Kabil'den nasıl kaçtıysa. Kabil, babasından ve azabından korktuğu tanrısından nasıl saklandıysa. Ben de Ankara'dan işte böyle kaçtım. Ayaklarımda bir çift körpe çizme, başımda hasır bir şapka, ellerimde ne idüğü belirsiz emanet bir çanta ile.
"Allah'ım ne olursun!" diye bağırıyordum. Cesaret arada bir uğruyor, kaçıyor, yeni baştan bedenime geri dönüyordu. Sessiz ve karlı sokaklar, dörtnala koşan ayak seslerimle dolmuştu. "Ne olursun halama bir şey olmasın! Ne olursun beni affet! Allah'ım ben ne yaptım! Ben ne yaptım! Ben ne yaptım!"
Cadde ağzına geldiğimde herhalde içimde bana epey kalın gelen bir kazak olduğundan paltom dayanamadı. Düğmelerinden biri az öteye fırlayarak kopuverdi. Eğer evvelinde böyle bir hadise yaşanmış olmasaydı, muhakkak geri döner ve paltomun düğmesini dahi bu şehirde bırakmazdım.
Ancak ben, koştum. Koştum ve koştum.
Şayet koşmazsam, ölecekmişim gibi.
Şayet yetişemezsem beni yaka paça o köşke, o güneş almaz odaya prangalayacaklarmış gibi.
Sanki karşımda biricik aşkım, Metin Kenter varmış gibi. Onun, hayallerimde benim için araladığı kollarına doğru koştum.
Nalburun önündeki sokak lambasının altında, rengini anımsayamadığım bir arabaya yaslanmış halde Üsküdarlı'yı gördüm. Başında şapka olmadığından onu tanıyamadım, ikinci bakışımda ezbere bildiğim simasını seçer seçmez yönümü hemen ona çevirdim. Derdimin bir devası yoktu. O da beni görür görmez irkildi, yerinden doğruldu ve bana doğru dehşet içinde koştu. Mutlu olmadığımı; bilakis yediği tokatlardan kızarmış bir surat ve de birbirine girmiş çalı gibi saçlarla bir şeyler sayıkladığımı fark ettiğinden muhtemelen içini berbat bir his aldı. Bir hata yaptığımı anlamıştı. Benimse tek yapabildiğim, ona sığınmaktı.
Koştum.
Zihnimde meydana getirmediğim, karşımda sahiden beni bekleyen kanlı canlı kollara atladım.
Oysa ne güzel mışıl mışıl uyuyacaktı belki de o sabah. Ütülemeye erindiğim takımlarıyla işine biraz geç gidecek, belki de parklardaki ağaç altılarında yarım kalan uykusunu telafi edecekti. Hafta sonunun keyfini çıkaracaktı herkes gibi. Bisikletine binip Rehiye denen o mızmız kızı mektebe götürme derdi olmaksızın dilediği kadar uzaklara gidecek, bir ağacın altında radyosunu dinleyecekti.
Fakat ben bir cumartesi sabahı ayaklanıp onun tüm hayatını mahvetmiştim.
Sırf kendiminkini kurtarabilmek için.
II. FASIL
"Elveda Ankara"
Her Şey Benim İçin.
Ankara Tren Garı, Dönence Ekspres
Unutmalıydım. Bencil olmalı ve haklı olduğuma inanmalıydım.
Bir bahane yaratıp şeytanı tanımadığıma ikna etmeliydim herkesi. Her şeyin iyi olduğuna, halamın sapasağlam olduğuna ve yaşananların, gördüğüm fena bir kâbustan ibaret olduğuna inanmak için aklımı kamçılamalıydım.
Fakat yapamadım.
İçimde, pencerenin ardındakileri gördükçe harlanan bir parçam vardı. Ne kadar ağlasam da, ne kadar hıçkırsam da bana cesaret bahşeden tılsımlı bir benlik. Daralan göğsümün en kuytularından el uzatan başka bir Rehiye, tren garına aldığımız yolda varlığını bana hatırlatıp duruyordu. Ve ben, o eli tutmakla tutmamak arasında ömrümün en büyük savaşını veriyordum.
Ömrümü çürüttüğüm Ankara'dan ayrılma hikâyem bu. Ayaklarımın ucunda bana ait olmayan bir valiz, elimde emanet bir çanta, başımda hasır bir şapka, yanımda o şapkanın sahibiyle hiç tanımadığım tütün kokan yaşlı bir adamın otomobilinde ömrümü sarf ettiğim şehirden bir cumartesi sabahı böyle firar ettim. Bitmek bilmeyen bir kâbustan farksız, fakat bir o kadar da masum bir kış sabahıydı. Muhakkak mutluluk hâlâ var yüreğimde, ancak çok sürmüyor. İstanbul'a gideceğim hakikatini anımsamamla ağlamam bir oluyor. Bir şeylere cesaret ediyorum, tabii farkında olmadan mahvetmeye de devam ediyorum. Yalnızım. Ancak birilerine dokunmadan, derdimi onlara bulaştırmadan edemiyorum.
Bir savaş mı başlatacağım? Etrafımdaki herkesi cephelerime dolduruyorum.
İsyan mı etmek istiyorum? Kazayla safımdakileri de öldürüyorum. Belki de sahiden galibi oluyorum bu savaşın. Ancak bir bakıyorum; hayatta bir tek ben kalıyorum.
"Ne ağladın be kızım..."
Garın önünde Üsküdarlı'nın arabadan indirdiği valizimi sahiplenirken, bana tebessüm eden yaşlı adama göz ucuyla baktım. Söylediğine göre Üsküdarlı'nın berberiymiş.
"Sorma İrfan Abi." dedi kapıyı gürültüyle kaparken. "Yengem memleketine dönsün diye bu kadar ısrar etmese tatili daha uzun sürerdi de işte... Ankara'ya pek düşkündür kuzenim. Ayrılık vakti geldi mi böyle ağlayıp duruyor."
"Gittiğin yer de İstanbul be kızım... Ne ağlıyorsun burası için. Neyse bana düşmez, hadi gidin sağlıcakla. He Tarık, dönüşü ne yapacaksın? Getirmemişsin bisikletini. Lazımsa bak araba söyle-"
"Yok abim git sen. Ben onu bindireyim, bir arkadaşa uğrayacağım o atar beni."
"He iyi madem."
El sıkışıp kafa tokuşturdular. Selamlaşırken kazayla göz göze geldik. Gözyaşlarım, sırrımı bir yabancıya vermesin diye süzülerek az öteye yürüdüm. Daha evvel bahsini ne de sık duymuştum. Ne büyük, ne görkemli bir garmış. Lâkin umurumda mı? Nerede olduğumun idrakinde miyim ki ben? Garın içine girene dek ağzımızı bıçak açmadı. Bir kaçak hissiyle mütemadiyen etrafımızı kolaçan ediyor, olur da bir tanıdığımız çıkar korkusuyla insanlarla göz göze gelmemeye itina gösteriyorduk.
Ne olmuştu ben gittikten sonra? Peşimde biri var mıydı? Varsa İstanbul'a gitmeme mani olacak mıydı? Sabahın o kör vaktinde bir hekim bulabilmişler miydi, yoksa her şey için çok mu geçti? Hissettiğim tek şey taptaze bir korkuydu. Emsalini hiç tatmadığım, zihnimde hiç tahayyül etmediğim ender bir korku. Geçmiyor. Üsküdarlı'nın yanımda olduğunu bilmek dahi yüreğimi ferahlatmıyor. Kaçamak kaçamak ona bakıyorum. Hislerini belli etmemekte ısrarcı. Göz kapakları düşmüş. Bakışlarında hem sahte bir cesaret var, hem de çözülmesi güç bir ürkeklik. Korkmuyor. Gergin ve pişman gibi yalnızca. Oysaki ben, onunla alakalı bir şeylerin yolunda gitmediğini tıpkı birkaç saat evvelindeki gibi yeniden hissediyorum. Sakinliğinde bile bir acayiplik var. Beni ürperten, korkumu katlayan bir acayiplik.
Yan yanayız. Lâkin eskisi gibi biz olmaktan bir günah kadar uzağız.
Ankara Garı'nı ne vakit hatırıma getirsem mideme çaresi olmayan kramplar girer. Tıpkı o günkü gibi meçhul, soğuk bir elin ensemde gezindiğini hissederim. Bana büyük günahları hatırlatır Ankara. Unutmaya ant içtiğim kendimi, o köşkte terk ettiğim Rehiye'yi anımsatır. Bense o Rehiye'yi özler, o Rehiye'den nefret ederim.
Yüksek kubbeli salona girdiğimizde, tepedeki pencerelerden kırılan ışık yalnızca elinin değdiği yerleri aydınlatıyordu. Yürürken karanlığa karışıyor, dikkat çekmemeye gayret ediyorduk. O benim valizimi, bense onun çantasını taşıyordum. Şapkası hâlâ başımdaydı, tanınmamaya çalışıyordu. Birlikte insanların toplaştığı uzunca bir sıraya girdik. Kalın paltosunun iç cebinden cüzdanını çıkarttı, önümüzdekilerin işi bitene dek içinden otuz lira çıkarıp baştan saydı. O anda bile ceplerime doldurduğum destelerce para hatırıma gelmemişti.
"Günaydın, İstanbul'a iki bilet alacaktım ben."
"Ankara Ekspres'e mi, Dönence Ekspres'e mi efendim?"
Omuzunun üstünden kısa bir bakış attı. Bir şey anlamıyordum. Kadına eliyle bir işaret yapıp arkasına döndü. "Yeni trenler saat on ikide kalkıyor. Uzun sürse bile ilk kalkacak olana mı binmek istersin, yoksa öğleye dek bekleyip yeni trene mi binelim? Her halükarda aynı saatte varacağız. Seç de bilet alayım."
Bu sualini hızlıca düşündüm. "Hangisi ucuzsa ona binelim."
"Seç işte Rehiye... Yol uzun, hava da soğuk epey. Bunları düşünerek karar ver. Ya burada bekleyeceğiz, ya da trenin içinde. Kadın bekliyor."
"Bilemiyorum... Hiç trene binmedim ki ben. Sence?"
Üsküdarlı şöyle bir çenesini kaşıdı. "Sabredebileceksen yeni trene binelim. Dönence bayağı külüstür bir şey. Fena sallar, miden bulanabilir."
Gişedeki kadın daha fazla beklemesin diye çabucak, "Aslında burada beklersek yakalanabiliriz..." dedim. "Sen dedin, peşimize düşeceklerdir kendini hazırla diye. Şimdi de benim peşime düşeceklerdir. Midem bulansa da bulunmamak isterim. Bir an evvel ortadan kaybolalım."
Üsküdarlı söylediklerimi mantıklı buldu, gişeye döndü ve "Dönence Ekspres'e iki bilet alacağım." dedi.
"Dönüşü hangi tarihe yazayım efendim?"
Birbirimize baktık. "Dönüş yok." dedi. "Sadece gidiş."
Kadın, bakışlarını masasına çevirecekken dikkati benim suratımda takılı kaldı. Bende neyin farklı olduğunu, neyin bu denli bakılası olduğunu o an düşünemedim ama daha sonra Nazar'ın yüzümde bıraktığı tırnak izlerini, halamdan yediğim taze tokatları anımsayınca başımdaki şapkanın altına saklandım. Trene binmek için perona açılan kapının önündeki sıraya girdik. Üsküdarlı midem bulanmasın diye bana iki tane poğaça aldı. Lokmaları hem kendime, hem ona bölüştürüp ikimizi de besledim. Kolona sırtını yaslamış, valizimi ise iki ayağının arasına almıştı. Kalabalığın dikilmeyi tercih etmediği izbe bir köşedeydik. İçimdeki azap kendini hatırlatınca, gözlerimin ıslanmasına hâkim olamadım.
"Baştan anlat bakalım." dedi. "Burada kimse duymaz herhalde."
Üsküdarlı yalnızca mahallede feci bir kavga çıktığını, halamın ellerinden kurtulmak için verdiğim çabanın ona zarar verdiğini ve tüm bunlara pencereden değil, kapıdan çıkmamın sebep olduğunu biliyordu. Hazır inzivaya çekilmişken olanları detaylıca bir kez daha anlattım. Ağlaya ağlaya, gözlerimin önünden gitmeyen günahımı gene ona haykırdım.
Varsın bana kızsın, dedim içimden. Varsın rezil olayım, ne garip kız desinler bana. Hiçbiri umurumda değil. Kabul; bir şeytanım ben. Kalbi taşlaşmış, fena bir insanım. Benim İstanbul'a değil, esas cehenneme gitmem lazım gelir. Ben mucizelere değil, felaketlere layığım.
"Peki, sonra?" Bir yerine yara almışçasına acıyla yüzünü ekşitti. "Seni gören oldu mu?"
"Herkes..." Gözlerimi yumdum. "Eniştem yoktu ama. Kaçmamı Fahriye ablam söyledi. Diğerleri halamın başına üşüşmüştü. Ona itimat edip kaçtım ben de."
"Ah Rehiye ya. Nasıl unuttun pencereden çıkmayı? Ne yapacağız biz şimdi?"
Üsküdarlı'nın tabiatında abartılı tepkiler, ahlar ve vahlar yoktur. Hele ki muhatabı bensem ve fena bir vukuata sebebiyet vermişsem tepkilerini içinde saklar ki ağlamayayım. Lâkin o an ahmaklığımla yüzleşince kendimi hepten tutamadım. Elimle ağzımı kapayıp şapkanın altında katıla katıla ağladım. Önce işaret parmağıyla omuzumu bastırdı, peşinden eliyle dürttü. Bense aldırmadan salya sümük ağlamaya devam ettim. Hıçkırıklarımı yuttum.
"Ağlama." dedi uzata uzata. "Daha çok şüphe çekeriz. Rehiye?"
Üsküdarlı, başını alçaltmış şapkasının altındaki gözlerimi arıyordu. Ona bakacak sakinliğe kavuştuğumu görünce alt dudağını büktü. Sonra birden, tıpkı evde yaptığı gibi bir kolunu bana uzattı. Bense yine ne yapmam gerektiğini anlamadan ona baktım. Tepkisizliğim karşısında bedenimi kendine çekti, yaslandığı kolondan kıpırdamaksızın tek koluyla beni sardı ve sıvazladı.
Ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Bırakacak mıydı beni? Bırakacaksa ellerim böyle kalsa da bir şey olmaz, ama bırakmayacaksa bir yere tutunmalıyım. Ayıp olur. Benden uzun birine nasıl sarılacağım ki? Nermin'le sarıldığımda kollarımızı boynumuza dolardık. Kafalarımız aynı hizada olurdu. Arkadaşlar herhalde böyle sarılır. Biz de arkadaşız. Lâkin Üsküdarlı'nın boynuna sarılmak için ya parmak uçlarımda durmalı, ya da bir şeyin üzerine çıkmalıyım. Beline sarılmak en makulü fakat ya yanlış anlarsa? Ya beline sarılmamdan rahatsızlık duyarsa? Gerçi duysa bana hiç sarılmazdı, boşa düşünüyorum. Peki, ne kadar süre sarılmalıyım? Nermin'le birbirimizin nefesini kesene kadar sarılırdık. Uzun süre sarılırsam ayıp olur, kısacık sarılırsam da onu sevmiyormuş gibi olurum. İyi de ben Üsküdarlı'yı çok seviyorum... Niçin ona sarılmaktan rahatsızlık duyayım?
Eyvahlar olsun. Al işte, ilk o bıraktı beni.
"Rehiye?" Çatılan kaşlarıyla, serbest bıraktığı bana bakıyordu. "Ne diye öyle bakıyorsun?"
Ne diye mi öyle bakıyorum? Hele ki derdim başımdan aşkınken... Elbette ki bir kere daha istiyorum.
"Rehiye-"
Ellerimi, paltosunun içinden beline doladım. Kolumun yettiğince, sığınılacak güvenli tek ağacın gövdesiymiş gibi bu kez onu ben sardım. Başımı da büsbütün göğsüne gömüp öylece kaldım. Şaşırdı. Ne var ki benim gibi dakikalarca sıradaki hamlesini tasarlamadı. Önce tek eliyle sırtımı sıvazladı, eli yukarıya çıkınca ensemi huylandırdı. Sonra da beni paltosunun içine alıp iki koluyla sardı, örttü. Bir müddet böyle kaldık. İçimden beni çabucak bırakmaması, bu sıcaklığa duyduğum muhtacı şahsi algılamaması için türlü dualar ettim. Zannederim kabul de oldular. Neye benziyorduk o an? Birbirinden ayrılmayan iki şey, ama ne? Bir türlü dilimin ucuna gelmiyor.
"Keşke ebediyen ceketinin içinde saklanabilseydim."
Üsküdarlı mırıltımı duymamıştı, ancak sesim göğsünde titrediğinden, "Efendim?" dedi. Çenemi göğsüne sapladım. Başı tepemdeydi. Ona hiç bu kadar, bu kadar yakından bakmamıştım. Çok utandım. O da utanmış olmalı. Yüzünü benden çekti, bakışlarını zapt etti.
"Keşke, diyorum." dedim. "Ebediyen-"
Trenin düdüğü öttü. Beni hemen bıraktı.
𖣂
Dönence'yi hatırlıyorum.
Eski bir trendi. Çirkin ve bakımsızdı. Kimse onunla edeceği yolculuktan yana heyecan duymaz, yüreklerini benimki kadar çarptırmazdı. Keza o da hoşlanılacak yahut uzun yol boyunca katlanılacak türden bir tren değildi. Göze hitap etmezdi, Osmanlı'nın son demlerinden kalma bir ihtiyarın tekiydi. Koyu yeşil gövdesi, yılların yorgunluğuyla pul pul dökülmüştü. Sağlam kalan tek uzvu her seferinde daha taze, beyaz bir boyayla cilalanan Dönence yazısıydı; ancak bana sorsanız, o bile bu harabenin bedbahtlığını örtmeye kâfi gelmezdi. Dökülen derisinin altından fırlayan paslı yüzeyi, kısa merdivenlerindeki küflü tırabzanları, kabinlerin içinde dolaşan ağır duman ve metal kokusu, kumaşları yırtılmış sedirleri ve bir türlü yağlanmadığından güçlükle sürülen pencereleri ile insanın içindeki tüm İstanbul iştahını kaçırır, yolculuğu katlanılamaz hâle getirirdi.
Dönence, bir ikiz trendi.
Trenlerin bir tanesi kuşetliyken, ötekisi pulmanlıydı. Yolcular sıra sıra dizilmiş koltuklarda, birbirine mahkûm vaziyette saatler süren yola sabretmek mecburiyetinde kalırken; kuşetli Dönence'ye binenler, nispeten daha romantik bir sefer sürerlerdi. Zira o küçücük kabinleri ile size kalabalığın keşmekeşinden uzaklaşma fırsatı sunardı Dönence. Gerçi bu her hâlükârda, her ikisinin de alımlı yahut göz kamaştırıcı olmaktan pek uzak trenler olduğu hakikatini değiştirmiyordu.
Trenlerden biri İstanbul'a vardığında, diğeri de Ankara'ya ulaşmış oluyordu. Konforlu bir yolculuk vaat etmediğinden, biletleri otobüslere nazaran hayli ucuzdu. Yolcuları genellikle İstanbul'a ya da Eskişehir'e uğrayan taşralı yahut kıt kanat geçinen memur insanlardı. İçinde bir zengine rastlamak hemen hemen imkânsızdı, varlıklı kimseler yeni trenlere rağbet ederlerdi. Hâl böyle olunca, bizim gibi yolcular için elde edilebilecek tek lüks, kuşetli Dönence'ye rast gelmekti.
Ben şanslıydım. Çünkü o sabah gara varan Dönence, kuşetliydi.
Yolcularla birlikte kabinlere doluşmak için sıralandığımızda bir insanın ömrü hayatında hissedebileceği her duyguyu aynı anda hissediyor, her lütfu aynı anda arzuluyor ve aynı anda da sızlayan yüreğime kulak verip halamın akıbetini düşünüyordum. Hayatım boyunca arzu ettiğim bir şeye hiç bu denli yaklaşmamıştım. Bir trene bineceğim ve mektebime gider gibi günün sonunda İstanbul denen o şehre varacağım. Farklı bir yerde olacağım. Farklı bir kara parçasında. Ankara'nın başka bir yerine gitmek gibi. Ama bundan zerre keyif alamayacağım. Parmaklarım istemeden kana bulaştı. Ne düşünmeden edebiliyorum, ne de düşündüğümde nefes alabiliyorum. İstanbul'u düşünüyorum. Oyalanıyorum. Ona kavuşmanın hem bu denli meşakkatli, hem de bu denli mümkün olması fikrini bir türlü sahiplenemiyorum. Onun, zihnimde yer edinen ulaşılmazlığı ayak bastığım ilk anda bozulacak ve aklımda tahayyül ettiğim tüm süslü tasviri günahımın kirli ellerinden boğulacak diye ödüm kopuyor.
Tam sevineceğim, yüreğimi dindireceğim diyorum; birden bir halam olduğunu anımsıyorum. Bu düşüncelerin arasında dakika bile yok. Hepsine kulak veriyorum. Daha evvel gidemez miydim, diyorum. Halamı incitmeden kaçmanın bir yolunu bulamaz mıydım?
İçimi ürperten çehresi, yere yığılmış bedeni ve başını çarptığı gibi kulaklarıma dolan o tok ses, içimdeki İstanbul'un ayak basamadığım sokaklarında yankılanıyor. Şehirde dolaştığımı, yürüdüğümü ve keyif çattığımı hayal edemiyorum. Halam orada da benden habersiz bir belde inşa ediyor kendine. Tamamen hâkimi olduğu bir belde bu. Her şey onun zevkine göre döşenmiş. Kaderim, onun tecrübelerine göre yazılmış. Orada başıma gelecekler dahi belli. Bana beddua etti ve sefasını sürüyor şimdi. Böylelikle geçmek bilmiyor vakit. Yaşamımın son heyecanlı çırpınışları, alacaklı gibi kaçıyor benden. Kendimi yitirmişim. Safi halam konuşuyor içerimden.
Üsküdarlı, ilerleyeceğimiz bir vagon kalmayana dek bizi yürüttü. Ardından, en arkadaki kompartımana girdik. Söylediğine göre, araçların hep en arka koltuklarını tercih edermiş. Bir sebebi yokmuş. Yalnızca trenin ortasında olmaktansa, ya en başta ya da en sonda olmayı yeğlermiş.
Kompartımanın içine yerleştiğimizde, gözlerim hâlâ yaşlı olduğundan etraf epey bulanıktı. İçeride pek bir şey yoktu; karşılıklı iki geniş koltuk, üstlerinde valizler için ayrılan bagaj rafları, duvarlarında trene ait çerçevelenmiş birkaç resim ve de garı seyreden koca bir pencere. Trenin kıç kısmını sırtıma alacak şekilde oturdum. Üsküdarlı da valizi tepemizdeki rafa yerleştirip kompartımanın kapısını kapattı. Kapının sürgüsü üç kere tutukluk yaptı. İçerisi, dışarıdan bile soğuktu. Her nefes alışverişimizde dudaklarımızdan kısa kısa dumanlar yükseliyordu.
"Ne güzelmiş burası böyle." dedim dolan burnumu çekerek.
Karşımdaki koltuğa oturmadan evvel yırtık derinin altında çıkan sarı süngerleri gösterdi. "Burası mı güzel?"
"Ben beğendim."
Beş, bilemedim on dakika boyu trenin kalkmasını bekledik. Ben oturduğum yerde kabinin içini, pencerenin ardındaki garı ve uzakta görünen ıssız caddeyi seyrededurdum. İhtimaller aklımdan taşıp duruyordu. İradenin ne kadar acayip bir şey olduğunu düşünüyordum. Bir sihir gibi. Mesela şimdi bu kabinden çıksam ve desem ki: "Ben halamın yanına gidiyorum. Ona ne olduğunu öğrenmeden şuradan şuraya gidemem." Kimse durdurmasa beni ve yolları ezbere bilsem. Koşa koşa onu düşürdüğüm yerden kaldırsam, yaralarına şifa olsam ve göğsüne sarılıp af dilesem. Üsküdarlı'ya direndiğim müddetçe bunu pekâlâ yapabilirim.
Ama daha acayip olanı, bu kabinde kalmayı hür irademle seçersem de İstanbul'a varacak olabilirim. Yani her şey, benim ney uğruna direndiğimle alakalı. Kaderimde ne olduğuna inandığımla değil.
"Sence şimdi mahallede olsaydım ne olurdu?" Garın ardında görünen o ıssız meydandan kendimi alamıyordum. İşittiğini hesaba katmadan, "Utanmadan kaçıyorum ya bir de." diye mırıldandım.
Sakinliği ürkütücüydü. Benim vicdanıyla kavga eden mevcudiyetim, onun pek umuru değilmiş gibi karşımdaki koltuğa serilmişti. Ayaklarını oturduğum koltuğa uzatmış, iç cebinden çıkarttığı kürdanı dişleriyle eziyordu.
"Bana isyan edelim diyen sendin sabah."
Kirpikleri birbirine yapışmış korkak gözlerimi kaçırdım. Diline düşmek istemediğimden korktuğumu söylemedim.
"Olan oldu artık Rehiye. Ben de bulaştım." dedi. "Sense şimdi geri dönmekte hayır arıyorsun. Buraya kadar geldik. Sana ney cesaret verdiyse sık dişini, ona tutun. Başka şeylere yor aklını. Artık çok geç."
Elimin sırtıyla ıslak yanaklarımı silip boyun eğdim. Dönence gürledi ve bacalarından çıkan kara dumanlarla aksırmaya, hemen ardından da rayların üzerinde şiddetle hareketlenmeye başladı. Pencereye yapışıp biraz evvel içinde bulunduğumuz garı son bir kez görmek istedim. Ancak hayatımda ilk kez bir trene biniyor oluşum dahi beni kıpırdatmadı. Sevinmemeyi, tebessüm etmemeyi ve cama yapışmamayı, ettiklerime kefaret belledim. Put gibi oturdum ve ayaklarımdan kayan trene teslim oldum.
Üsküdarlı'nın gözleri daha yolculuğun ilk dakikalarında kapandı. Ona kızmadım. Bu ilgisiz, bayık bakışlarının sebebinin uykusuzluğu olduğunu daha en başında fark etmiştim. Gövdesinin yarısı kendi koltuğuna, yarısı benim koltuğuma dayanmış vaziyette uyukluyordu. Başı yana düşmüştü, tren bizi salladıkça hasır şapkasının altında kayboldu. Yolcuğun bir iki saatini o uyuyarak, bense valizimdekileri kurcalayarak geçirdim. Şayet bir şeyler beni meşgul ederse halamın bana hissettirdiği vicdan azabını bir nebze unuturdum. Zira trenin içinde elim kolum bağlı oturmak, yaşattığım hadisenin ben gittikten sonra nasıl bir istikamet aldığını bilememek beni daha da kaygılandırıyordu.
Oturduğum koltuğa çıkıp tepemizdeki raftan valizime uzandım. Daracık fermuarın içinden anca teneke kutuma, günlüğüme ve de güfte defterime ulaşabildim. Daha fazla deşip ses çıkartmadan elime gelenlerle koltuğuma döndüm, boyum dahasına yetmedi.
Kutunun içinden Metin Kenter'in en sevdiğim fotoğrafını çıkartıp onu seyrettim. İncecik mecmua kupüründen yüzünü okşadım. Ona kavuşmak uğruna çektiğim badireleri ona ne vakit anlatacaktım? O anda evlenmemişsem ve İstanbul yoluna çıkmışsam, her şey onun sayesindeydi. Resmi itinayla yerine koydum. Ancak elim kazayla Nermin'in fotoğrafına ve de katlı mektubuna gitti. İçime önce tatlı bir sevinç, ardından da o sevinci hiç acımadan katleden zehirli bir ok saplandı.
Benim ağlamaya ihtiyacım vardı.
Üsküdarlı uyuyordu. Kabinden çıkamazdım. Oturduğum yerde acıklı acıklı ağlayıp içimdeki dehşeti de kusamazdım. Kendimle konuşmam mümkün değildi. Ancak günlüğüme yazarsam, işte o vakit gözyaşlarımı saklayabilirdim.
Sevgili günlük. Ya da sevgili Nermin.
Tam şu anda aldığım bir kararla bundan böyle yazacağım tüm günlüklerimi sana ithaf etmeye karar verdim. Çünkü böylece ben hayatımı kayda almış oluyorum, aynı vakitte de senin beni dinlediğini bilerek tıpkı eski günlerdeki gibi mektuplaştığımız hayaline sığınıyorum.
Şu anda sen cennettesin. Ben ise cehennemin kapısında sıra bekliyorum.
Bu sabah hem senin mektubun, hem de farkına vardığım hakikatlerin tesiriyle ömrümü çürüttüğüm o köşkten kaçmaya teşebbüs ettim. Kaçtım da. Şimdi Dönence diye bir trendeyim. En arkadaki vagonda, ara ara pencereyi ve karlı tepeleri seyredip sana bu satırları yazıyorum. Yanımda Tarık da var. Onu da peşimde sürükledim. Bana kızıyor musun? Şimdi onunla senden fazla vakit geçiriyorum diye seyretmeyi bıraktın mı beni? Bırakma Nermin. Acı bize. Başımız dertte. Ben büyük bir günah işledim.
Her ne kadar kendi nefsimi müdafaa etmek için de olsa, birine zarar verdim ben. Ve bu zararın onun üzerinde nasıl bir tesiri olduğunu, iyi olup olmadığını, beni affedip affetmediğini bilmeden kaçtım. İçimden İstanbul yolcusu olduğum için sevinmek gelmiyor. Düşünsene. O, hep gitmek istediğim şehirle aramda birkaç saat var şimdi. Bir tren ve parmaklarım sayısınca saat.
Ama beni bir görsen Nermin. Biri beni bir görse. Belki görünmüyorumdur sahiden. İçim, dışım, ağzım, gözüm... Her yerim kan, her yerim dehşet kusuyor. Her uzvumdan cehennemin o kızgın ateşleri püskürüyor.
Bir şeytanım ben. Bir günahkârım.
Sen gittikten sonra çok şey oldu Nermin. Evlenmeye kalktım. Müyesser Hanım'ın çiçekçi yeğeni Bilal Abi'yle. Hem de sırf sana yakın olabilmek için. Hâlbuki bak, bir kâğıt uzağımdaymışsın. Ben de ahmağım. Son ana dek umut verdim ve o kınayıp diz dövdüğümüz ahbaplarımız gibi isteme günümde firar ettim. Tarık'ı da, biricik aşkın olduğunu bilmediğim biricik dostumu da peşinde sürükledim. Gerçi anlatmama ne lüzum var. Allah sana gösteriyordur her şeyi. Anlayacağın günümün ilk saatlerinde pek çok hadise vuku buldu. Yüreğimi yatıştırmak için sana yazıyorum. Yatıştı gibi. Bir de Tarık'a sarıldığımda böyle yatışmıştım.
Yanlış anlama Nermin. Dost olarak sarıldık. Kaderlerimiz bir diye. Yani bisiklete binerken de sarılıyordum, ama sırtına tutunmak içindi o. Şimdi ise hem o bana, hem de ben ona sarıldım. Bir dahakine senin için de sarılacağım. Tarık yufka yürekli biri. İnsan onun kucağındayken-
"Ne yazıyorsun sen öyle takır takır-"
"Ay-" Yerimde sıçrarken düşürdüğüm kalemime uzandım. "Uyumuyor muydun sen?"
Üsküdarlı, sesimdeki şüpheli telaşı sezince şapkasının altından tek gözüyle beni süzdü. Bir şey çaktırmamak adına günlüğümü ellerimle kapatıp yazdıklarımdan bihabermişçesine poz kestim. Hâlbuki yazdıklarım, onun bilmediği şeyler değildi.
Kollarını iki yana esnetti, küçük dilini görebileceğim koca bir esneyişle, "Günlük mü o?" diye sordu. "Olanları yazıyorum deme sakın bana. Kanıt bırakmak bu yaptığın-"
"Yok, yok hayır... Yapar mıyım öyle bir şey?" diye örttüm kabahatimi. "Bu şey..."
"Ney?"
"Şey..." dedim tırnaklarımı günlüğümün kapağında tıngırdatırken. Yanımdaki teneke kutumun üzerinde bıraktığım diğer defterimle göz göze geldim. Acaba o güne dek, hep karıştırdığım bu iki defterin aynı kapaklara sahip oluşuna hiç şükretmiş miydim? "Güfte defterim! Evet, evet! Güfte defterim... Radyo da almadık yanımıza, ben de öyle bir şeyler karalayım dedim..."
"Güfte ve sen?" Alnını o kadar buruşturdu ki suratı kırış kırış oldu. "Aşığına şiir yazmaya erinip bana yazdıran Rehiye, güfte mi yazmaya başlamış?"
Şapkasını indirip terli buklelerini düzeltti. O hazır esnerken ben de günlüğüm ile güfte defterimi kaşla göz arası takas ettim. "Hiç de bile... Senin kalemin benimkinden kuvvetli diye işimi sağlama almak istedim ben." Ahmaklığımı örtmek uğruna kazayla ona sırrımı çıtlatmak durumunda kaldım. Hele de bir erkeğe. Karşımda esneyip duran aldırmaz bir erkeğe. "Rüyalarımda işittiğim şarkıları bu defterle hatırımda tutuyorum. Başucumda dururdu hep. O yüzden güfte defterim diyorum."
Sanki dünyanın hem en sihirli, hem de en gülünç cümlesini kurmuş olmalıyım. Gözlerinden şırıl şırıl uyku akan Üsküdarlı, şapkasını başına geçirip birden oturur vaziyet aldı.
"Rüyalarında işittiğin?" derken alay geçer gibiydi, lâkin sonra ifadesini yumuşattı. "Bana bahsetmedin hiç. Bakayım mı?"
Bu küçümseyici tavrından ne kadar hoşnut olmasam da gözümü kırpmadan defterimi uzattım. Kabul, ben onun kadar edebiyat düşkünü değildim. Evet, belki de onun kadar şarkı bilmiyordum. Ama dilesem bir çırpıda gayet güzel güfteler yazabilirdim. Yani... Yazabilirdim değil mi?
Başını kıpırdatmadan, "Adı niye güfte defteri ki? Burada yalnız resimler ve notalar var." dedi. "Sen nota okumayı biliyor muydun?"
"Hayır canım altında var ya güfteler, tabii ki de biliyorum." dedim art arda. "Suzi Hanım, Nermin'in piyano talimlerini yaparken beni hiç ihmal etmezdi. Nermin kadar işin piri olamayabilirim, oturup bir konçerto çalamam mesela. Ancak önümde piyano tuşları diziliymiş gibi aklımdaki melodileri notalara dökebilirim. Bir tek bu işime yarıyor zaten, yoksa çalamıyorum, da... Sen niçin şaşırdın bu kadar? Mektepte bile müzik tahsili alıyoruz biz. Müzikten anlamayacak kadar ahmak mı görünüyorum ben?"
Bu serzenişlerim esnasında Üsküdarlı hızla geçtiği bir sayfaya geri döndü. Boynunu eğip başını defterime yaklaştırdı, hissini okuyamadığım katı bir suratla saniyelerce sayfayı inceledi.
"Ne?" dedim gururumu kırma pahasına. "Beğenmedin mi-"
"Bu ne?" Bana defterimin çizimle dolu iki sayfasını gösterdi. Sayfayı notalar için değil, gördüklerimi hatırımda tutmak için kullanmıştım. Rüyamda gördüğüm köşkün çatı katındaki salonu ve Kız Kulesi'ne bakan yüksek balkonu çiziliydi.
"O mu?" dedim neyi gösterdiğini anlayınca. "Salon orası. Üsküdar-"
"Orasını anladım." dedi hızla sözümü keserek. "Ama nasıl yani, nerede gördün burayı sen? Bir resimden falan mı bakıp çizdin bunu?"
"Evet, kartpostallara baktım Kız Kulesi'ni çizmek için."
"Salonu soruyorum Rehiye."
"Ha... Dedim ya, rüyamda görüyorum diye." Bana uzattığı deftere yanaşıp sayfanın arkasındaki notaları ve notaların altındaki ufacık kelimeleri gösterdim. "Bu odada bir sürü şarkı dinledim ben. Gördüklerimi ilk günkü gibi hatırlamıyorum ama evi hatırlayınca şarkıları da anımsıyorum-"
"Ne rüyası ki bu? Ne gördün rüyanda?"
Böyle bir soruyu bana böylesi bir iştahla soracağını kestiremediğimden şaşırdım. Buna bir yanıt verirsem, daha evvel ona anlatma tenezzülünde bulunmadığım sırrıma vakıf olacaktı. Ve ben, Nermin dışında birinin, hele ki bir erkeğin benimle alay geçmesini dert edinecek vaziyette hiç değildim.
"Hatırlamıyorum dedim ya-"
"Rehiye. Ne rüyası bu?" dedi neredeyse hırçın bir sesle. "Hem gördüğün yerleri anımsıyorsun, hem şarkı dinliyorsun, hem anımsadığın tüm melodileri notaya döküp bir de güftelerini yazıyorsun?"
"Tümü değil. Çoğu yarım. Ya notası var, ya güftesi. Kimisinin her şeyi yarım-"
"Bu salon ne alaka peki?"
"Rüyalarımda işittiğim şarkıları onları işitirken gördüklerimle bağdaştırıyorum." dedim. "O an gördüklerim her ney ise, onları ne vakit tekrar görsem gözlerimi kapattığımda o melodiyi hatırlayıp diğerlerinden ayırt edebiliyorum. Bu sebepten mesele notalar değil. Onları işittiğim anları muhafaza etmek. Böylelikle melodileri talim edip ezberleyebiliyorum."
Üsküdarlı'nın kuşkulu bakışlarından kaçabilmek için sayfadaki hünerden yoksun berbat resimlerimi gösterdim.
"Yollarımız, burada ayrılıyor. Artık birbirimize, iki yabancıyız..." diye mırıldandım. "Sana o gece bunu söylemiştim, bildin mi? Bu melodiyi rüyamda pek çok kez işittim. Kız dinliyordu. İşittiklerimden bir tanesinde bir yatağa yatmaya hazırlanıyordum. Yanımda bir kadın vardı. Misal o kadını tanımıyorum ben. İkimiz de iki yabancıyız birbirimize. Heh işte, bunları böyle çizip yazınca hatırımda kalıyor. Mesela bak, burada ne yapıyordum bilmiyorum. Ama düşününce bu balkondan denizi seyrettiğimi anımsıyorum. Rüyamda bir enstrümanım da vardı. Bunlar nasıl bağdaşıyor bilmiyorum, ancak deniz ve bir çalgı aletiyle alakadar bir şey yaşamış olmalıyım. Çünkü gözlerimi yumunca hatırıma ilk bu ikisi geliyor. Acı hissediyorum. Özlem duyuyorum. Kıyamıyorum bir şeye. Sonra hop... Hatırlıyorum. Gitme, sana muhtacım. Gözümde nursun, başımda tacım, muhtacım. Beni öldür öyle git- Ne oldu gene? Neden öyle bakıyorsun bana?"
Bunca vakittir sadece beni seyrettiğini fark edememiştim. "Anlat." dedi. Gözlerinde beliren o hafif kibirli, biraz da gururlu pırıltıyı sezdiğim gibi bu bahsini ettiklerimin onu ne denli etkilediğini anladım. Arkasına yaslandı. "Başka bir şey var bunun arkasında belli. Anlat. Dinliyorum."
Ona sırrımın anlatılabilecek kısmını anlatmış olmama rağmen, işin esas boyutunu çarçabuk kavramıştı. Yenileceğimi bile bile, "Anlamazsın." dedim ona.
"Yerinde olsam şansımı denerdim."
Yemin ederim ki Nermin ölmeseydi, ben böylesi bir enkazın ortasında olmasaydım ve ondan başka dostluk edebileceğim birileri var olsaydı bunu katiyen ona, bir erkeğe anlatmazdım. Ancak hayatımı düşündüm. Buradan öncesini ve sonrasını. Ondan başka kime güvenebilirdim?
"Evvela suallerime yanıt vermen icap eder." Kendi koltuğumdan onunkine geçtim, yan yana oturduk. Defteri ortamıza aldık. Pür dikkat beni dinliyordu. "Daha evvel bazı şeylere karşı hiç... Şey gibi hissettiğin oluyor mu? Nasıl denir ki... Aşina?"
"Aşina?"
Başımla onayladım. "Dünyaya daha evvel de gelmişsin gibi." dedim. "Gelmişsin. Yaşamışsın. Ölmüşsün. Ve ne hikmetse bir müddet sonra yeniden doğmuşsun gibi." Gözlerini kabinde gezdirirken anlattıklarımı aklında tahayyül ediyor gibiydi. "Bazı şeylere karşı manasını çözemediğin hazımsız bir aşinalık beslemekten bahsediyorum. Düşünüyorsun, ancak yok. Sebebi meçhul. Oysa garip olan, hissettiklerini ne manaya yorabileceğini de biliyorsun. Bir şeylerin farkındasın. Zira ufak da olsa bir hatıran vardı onlarla ve gözlerini her yumduğunda onları görebiliyorsun. Yaşanıp gitmiş, mazide kalmış bir hatıra bu. Ölü bir hatıra. Bir eşya, bir şarkı, bir isim, bir şehir. Bir insan? Her şey. Koca bir hatıra mezarlığı. Daha evvel hiç yeniden doğduğunu ve eski zamanlarda da yaşadığını hissettiğin oluyor mu senin de benim gibi?"
Bu sualime seri bir yanıt gelmese de uyuşukluğu, düşünmesinden ileri geliyordu. Yüzünde kekremsi bir ifadeyle dudaklarını büzdü, "Ben böyle şeylere pek inanmıyorum." diyerek gözlerini bana döndürdü. "Ben hep bendim. Hiç böyle bir şey hissetmedim daha evvel. Öte yandan mümkün de değil ki. Bir insan nasıl ölüp tekrar doğabilir?"
"Nereden biliyorsun? Hiç öldün mü ki?" diye çıkıştım. Tam gözlerini devirip kendini siper ediyordu ki konuşmasına tek bir saniye bile müsaade etmedim. "Belki de mümkün? Belki de biz bilemiyoruzdur bu kâinatın tüm gizemlerini? Belki de henüz açığa çıkmamıştır? Saklıyorlardır bizden? Ya da belki de... Her şeyin mantıklı, akla yaraşır bir yanıtının olmasına lüzum yoktur. Belki de her suale, her acayipliğe bir yanıt yaratmamıştır Allah? Belki de bazı sırlar onda saklı kalmalıdır. Ya da Fransızlarda?"
Son dediğim bana takındığı tavrı ansızın değiştirdi. Suratıma acı bir kahkaha patlattı. "Fransızlarda mı?"
Karşımdaki bagaj rafına bir bakış attım. Nermin'in kitapları. Onlar Üsküdarlı gibi birini ikna etmenin en mümkün yolu olabilirdi.
Koltuğa çıkıp valizimin kayışlarını gevşettim. Elimin sığdığı kadarıyla üç kalın kitabı da tek tek çıkartıp ona uzattım. Neyi aradığımı öğrenmek için çırpınan suallerine koltuğa dönüp kitapları ona teslim ettiğimde yanıt verdim.
"Ne bunlar Rehiye, bir şey soruyorum-"
"Fransızcanı ne kadar ilerlettin? Bunları okuyabilir misin?" Merakını bir türlü dindiremediğimden çenesi hemen kabarmıştı. "Nermin'in babasının kitapları bunlar. Ölmeden evvel bunları çok okurmuş, içinde el yazısıyla aldığı notlar da olduğunu anımsıyorum, heh bak. Okuyabilir misin?"
"Okurum da neyini okuyacağım, anlamadım ki bir şey..."
"Anlatacağım, söz. Yeter ki benimle alay etme..." dedim. "Söz mü?"
"Söz Rehiye."
"Havale geçirmiştim bir kere, hatırladın mı?" dedim. "Sen geldikten epey sonra. On iki, on üç yaşında falandım."
"Hatırlamamam mümkün mü, hepimiz başında nöbet tuttuk."
"Tuttunuz, evet." dedim. "Çünkü öleceğimden çok emindiniz."
Çekingen bir edayla gözlerini kaçırdı, evet. "Her şey o zaman başladı işte. Ben nasıl hastalandığımı, nasıl iyileştiğimi büsbütün anımsamıyorum. Ama o günlere dair tek bir şey hatırlıyorum. O da yatakta uyurken gördüklerim. Daha evvelinde de İstanbul'u çok severdim. Hele çocukken... İstanbul denince başımı çevirir bakardım. Sanki yalnız beni alakadar eden bir hususmuş gibi gelirdi. Nasıl İstanbul bahsi açılınca sana bakıyoruz, nasıl ben hâlâ Üsküdarlı diyorum sana; sen gelmeden evvel de İstanbul bana aitti. Sebebi yoktu. Histi işte. Oradan gelmişim, orada yaşamışım, orada bir şeyleri yarım bırakmışım gibi hasret dolu bir his. Derken sen geldin. Seni çok sevdim, çünkü oradan gelmiştin. Hani insan hemşerisini görünce kan çeker derler ya, vallahi öyle hissettim."
"Ee Rehiye?"
"İşte sana dediğim şeyi o zamanlar hissediyordum. Bir aşinalık duyuyordum İstanbul'a ama sebebi yoktu. Kesinkes köyde doğmuşum, sonra da Altındağ'da büyümüşüm. Kimsenin benden sakladığı gizemli bir geçmişim olamaz. Yani öyle sanıyordum. Havale geçirdiğim gece, üç dört gün art arda aynı rüyayı gördüm. Aynı dediğime de bakma, aynı hayatın... Devamını? Aynen, aynı hayatın, aynı kişinin hayatını gördüm. Fakat rüya deyip geçemem. Bazenleri çok silik rüyalar görürüm, bazenleri bu deftere kazıyacak kadar keskin rüyalar görürüm. O gece gördüklerim çok belirgindi. Görsen aklın şaşar, hangisi benim hayatımdı dersin."
Gözlerinin düşmeye başladığını görünce aceleyle konuya girdim.
"Rüyamda ufaktım. Rüyamı gördüğüm yaşlarda olabilirim. Nasıl göründüğümü bilmiyorum ama babam bana hep sarı kızım derdi. Bir babam vardı yani." Gülümsedim. "Sakalları kınalı gibiydi, kısık masmavi gözleri vardı. Kısa, çelimsiz, zayıf bir adamdı. Tüccardı. Meydana bakan çok kalabalık bir çarşıda ufak şişeler sattığı bir dükkânı vardı. Dar, kırmızı minderli, alçak çatılı tek göz bir dükkândı. Şişelere dokunduğumda ellerim, burnum tahriş olurdu. Beni içeriye sokmazdı. İki üç tane abim, yine bir o kadar da ablam vardı. Hepsi büyüktü benden, bizim şimdiki yaşlarımız kadardırlar. Annemiz yoktu. Babamın olmadığı vakitler benimle kardeşlerim ilgilenirdi. Kapının önünde çocuklarla oyun ederdim, at arabalarına taş atardım. Ben, ben gibi değildim. Biraz zahmetli, asi bir çocuktum. Babama çok düşkün olduğumu biliyorum. Onu çok kıskanırdım, kendi kardeşlerimden bile. Yanına biri yaklaşsın istemezdim. İşte birkaç gece bunları gördüm. Oradaki hayatımı gördüm yani. İstanbul'daydım. Tam da hissettiğim aşinalığa yarışır bir ömrüm vardı. Eski günleriydi İstanbul'un, kesin. Babam sarık takıyordu, bir de padişahtan söz ederlerdi. Ama sonra... Tüm saadetimiz bozuldu işte."
"Ne oldu?"
Söyleyip söylememek arasında kaldım. "Öldüm."
Meraklı kara gözleri iki misli aralandı. Bu, anlattığım hikâyeye kulak verdiği manasına geliyordu.
"Saray kutlamalarında öldüm. Demiştim ya hani, meydana bakan bir dükkânı vardı diye. Önünde tıklım tıklım bir kutlama oldu, böyle görsen insan sağını solunu şaşırır. Ben de şansa oradaydım, evde ya da dükkânın içinde değildim. Davullar çalınıyor, şiirler okunuyordu. Boynuna kobra yılanı dolamış insanlar, yüzleri boyalı soytarılar, altın saçan adamlar, alkış tutan kadınlar... Hepsi sürü hâlinde saray yoluna yürüyordu." Ona ellerimle ortamı tarif ettim. "Dükkânlar bu tarafta, saray yolu aramızda, onun karşısında da halk toplanmıştı. Neyi kutladıklarını anlamak için çocuklarla birlikte bir oraya bir buraya koşuyorduk. Çok fazla at vardı, saray yolunu kapladıklarından karşıya geçmek için iyicene fırsat kollamak gerekti. Ama olur da yola atlarsan yavaşlayıp duruyorlardı. O esnada babamı bulamadım ben, çok geçmeden bir kızın tasına limonata doldurduğunu gördüm. Ne işi vardı orada, neden başka bir kıza alaka gösteriyordu bilmiyorum. Seslenmekten boğazım yırtılacaktı, duymadı. Ben de dedim ki, hazır bu atlar duruyor ben yolun ortasına geçeyim, tüm sürüyü durdurayım sonra da herkes bana baksın. Herkes bana bakarsa, babam da beni görür. Benim yanıma gelir."
"Tahmin ettiğim şey mi?"
"Tahmin ettiğin şey." dedim. "At o kadar büyüktü ki, süren kimse beni göremedi. Kör noktada kaldım. Daha da garibi ne biliyor musun? Ölmenin nasıl bir his olduğunu biliyorum. Daha doğrusu, parçalanarak ölmenin. Karnımdaki, kopan bacağımdaki o son hissi hatırlıyorum." Bunu ona gösterip göstermemekte kararsızdım, her ne kadar çekinsem de Üsküdarlı katiyen art niyetli biri değildi. Sol bacağımdaki çorabı topuklarıma kadar indirdim. Ona diz kapağımın arkasından başlayan ve topuklarıma dek uzanan doğum lekesini gösterdim. "Belki çocukken görmüşsündür. Uzun çorap giymeye alıştığım için artık saklıyorum. Kopan bacağım buydu. Sence? O sebepten mi bununla doğdum?"
Üsküdarlı, sokakta bulduğu gövdesi parıltılı bir böcekmişim gibi bir müddet doğum lekemi inceledi. Çocukluğumdan bu yana utanç içinde sakladığım bu leke; damar kalınlığınca bir çizgi hâlinde, mora çalan, uzun, çirkin bir şeydi.
Ona bu rüyaların bununla sınırlı kalmadığını, daha da esrarengiz bir şekilde her sene yaş günüme yaklaşmak üzereyken buna benzer farklı rüyalar gördüğümü söyledim. O rüyaların her birinde çok farklı yaşamlara sahip olduğumu, hiç mutlu olmadığımı, hepsinde rüyayı gördüğüm yaşta olduğumu ve bu rüyaların her birinin fena ölümlerle son bulduğunu söyledim. Peşi sıra ona Nermin'in babasının kitabını gösterdim. Yeniden doğma fikri benim uydurduğum bir şey değildi. Bunu bana Nermin, ona da babasının tozlu notları söylemişti.
Üsküdarlı tüm bu anlattıklarımı şaibeli bir sessizlikle karşıladı. İlgisiz görünmüyordu. Dirseğini dizine, elini de çenesine yaslamıştı. Çözümü basit ya da karmaşık bir bilmeceyi çözmek mecburiyetinde kalmışçasına meşgul bir hâli vardı.
"Derede sana bir şey demiştim, hatırlar mısın bilmem. On sekiz yaşımda öleceğimi hissediyordum, diye. Aslında bakarsan bu rüyaları gördükten sonra hep buna benzer fena bir sonun beni bulacağına inanıyordum. Özellikle bir yaşa takılı kalmamıştım. Son rüyamı görene kadar yani. O rüyalar ise bu güfte defterini doğurdu."
Ona verdiğim kitabı okurken başını azıcık kaldırıp bana baktı. "O nasıl bir rüyaydı?" dedi latifeyle karışık. "Bestekâr mıydın onda da?"
"Hayır." dedim içli içli. Üstüme bir hüzün çöktü. "Tek dostu müzik olan bir kızdım."
"Sen anlat, dinliyorum."
O kitabı okurken, başıma üşüşen bu hüzünle nasıl baş edeceğimi bilemedim. O kadar vakittir konuşuyordum ki hem çenem yorulmuştu, hem halamı anımsamıştım, hem de biraz kenara çekilip yolu seyretmek istemiştim. Kalkıp kendi koltuğuma oturdum, onu kitabıyla baş başa bıraktım.
Başımdan geçenleri anlatma şevkini geri kazanınca, "Rüyamda herkes bana Nermin diyor Üsküdarlı. Çok garip değil mi?" dedim. "Herhalde Nermin'i çok sevdiğimden kafam karışmıştır, diye düşündüm ilk baş. Hatta tıpkı anlattıklarım gibi, daha evvel öldüğüm başka bir yaşamımı gördüğümü düşündüm. Ama zamanla acayip bir şey fark ettim. Rüyamdaki dünya yine bu zamana benzemiyordu. Gördüğüm yaşama karşı hiçbir aşinalık hissedemiyordum. Sanki bir parçası değilmişim gibiydi."
"Daha mı eskiydi?"
"Daha uzaktı." dedim. "Elimdeki bir kutuya ip takıp şarkı dinliyordum. Ne tuhaf bir icat. Aslında çok da mantıklı. Böylelikle benim dinlediklerimi benden başkası işitip rahatsız olmuyor. Mesela eniştem radyodan alafranga neşriyatı dinlememe uyuz olur, sesini açtım mı kızar. Oysaki gördüğüm o kutu ve ip sahiden yanımda olsa ben arzu ettiğim kadar yüksek sesle-"
"Rehiye." dedi. "Nasıl bir rüyaydı? Merak ettiklerimi anlatmıyorsun."
"Rüyamda geçmişte değildim. Eminim buna." dedim. "Ama ne zamandaydım kestiremiyorum. Bir kızdım işte. Adı Nermin olan bir kız. Benim gibi bir kız. Mektebe gidiyordum, raflara bir şeyler diziyordum, bir sürü kızın kaldığı bir yatakhaneye geri dönüyordum. İnsanlar değişik giyiniyordu, herkes ziyadesiyle rüküştü. Kızların hiçbirisi etek giymiyordu, erkekler ise takım giymeyi bırakmıştı. Berbat görünüyorlardı Üsküdarlı! Ama bunları düşünen benim tabii. Rüyamdayken gördüklerime kapılıp gittiğim için farkında değildim. Nereden baksan bir ay boyunca rüyamda devamlı bu hayatımı gördüm. Adım Nermin'di. İstanbul'da yaşıyordum. Hayallerim vardı ama onları itemeyecek kadar kederliydim. Yine yetimdim, öksüzdüm. Annem vardı ama beni sevmiyordu halam gibi. Mütemadiyen şarkı dinliyordum. Yani bir insan bir başkasıyla iki çift laf etmez mi Üsküdarlı? Hani ben de çok severim müziği, ama hiç mi durmak bilmez? Her gece davul gibi bir kafayla uyanıyordum onun yüzünden. Derken baktım ki ben bu kızı görmeye devam ediyorum, e bazen de hoşuma giden ezgiler dinliyor; o hâlde not alayım bunları da radyosuz kaldığımda kendime söylerim, diye düşündüm. Uykuyla uyanıklık arası bir hâl vardır ya, rüyanda gördüklerin yankılanır. Şarkıları hep o anlarda kaydederim. Havada uçuyorlarmış gibi bilincim açılana dek sayıklaya sayıklaya ellerimde tutarım. Peşinden de melodi kafama kazınır, uyanır uyanmaz not almaya ve mektepte de çizmeye başlarım."
"Sonra?" dedi. "O da öldü mü?"
"Evet..." dedim. "Ölmüşüm. Lâkin bu sefer on dokuz yaşımda."
Gözlerini tavana dikip düşündü. Neyi kastettiğimi anlayacak kadar zeki olduğunu biliyordum. Nermin tüm bunları üçüncü anlatışımda kavrayabilmişti. "Yani elde kaldı on sekiz." dedi. "Daha evvel hiç on sekiz yaşında ölmedin. Doğru mu anladım?"
"Tarık... Aferin sana!" dedim alt dudağımı bükerek. "Anlamışsın. Hem de sahiden-"
"Peki, yaşlarından nasıl bu kadar eminsin? Garip gelmiyor mu bu sana da?"
"Laf arasında geçiyor, ben de anımsıyorum." dedim. "Her rüyamda ya biri yaşımı soruyor, ya yaşımı niteliyor, ya da yaşımla alakalı bir vukuat oluyor. Son rüyamdaki evin sahibi kadın da yaşımı sormuştu. Şu çizdiğim salonun olduğu ev."
Kitaptan başını kaldırdı.
"Kadınla mezarlıkta karşılaştık. Gerisini pek hatırlamıyorum. Birden kendimi onun evinde buldum. Üsküdar'daydık, orası çok kesin. Kız Kulesi'nin karşısında bir köşkü vardı, hatta ne köşkü konak demek lazım gelir. Çatı katındaki balkonu şehre bakıyordu... Üsküdarlı. Bir görsen, o kadar güzeldi ki." Deftere uzanıp o sayfayı geri açtım. Elimle resmi okşadım. "Ben kartpostallarla merakımı gidereyim, kadın resmen denizin dibinde yaşıyordu. Her gün o balkondan Kız Kulesi'ni seyretmek ne büyük bir nimettir kim bilir... İşte, benimki de rüya. Anca rüyanda görürsün derler ya, heh, o hesap. Zaten bana ne yaptıysa şarkı dinlerken uyuştum kaldım. Bir de bana ne dese beğenirsin? Kalbim durmuş. Yine."
Bunlar çok olağan meselelermiş gibi sessizlik içinde kitabının başına üşüştü.
"Biliyor musun, rahatladım ya. Biri daha öğrendi evet, ama sensin öğrenen. Yetmedi ilk seferinde anladın beni. Umarım alay etmeye yelten-"
"Şimdi..." dedi kitabı kendinden uzaklaştırıp. Bana yönelecek biçimde oturuşunu tazeledi. "Doğru mu anlıyorum bir bakalım. On üç yaşındayken garip rüyalar görmeye başladın. İlk baş havalenin tesiriyle gördün sanıp aldanmadın, ama o rüyalar her sene yaş gününe yakın bir vakitte tekrarlanınca işkillendin. Tatlı, mutlu mesut rüyalar gören Rehiye, kendini kan revan içinde görmeye başladı. Kendini astı? Kesti? Kendini boğdu? Daha saymıyorum. Sonra fark ettin ki, her rüyanda yaşına da vakıf olabiliyorsun. Bugünlere benzemeyen eski günlerde, bilhassa İstanbul'da yaşıyorsun-"
"İlkiyle sonuncusu İstanbul, gerisi Ankara muhtemelen... Bilmiyorum ki köydü işte-"
"Bu rüyalar yüzünden bana söylemeye tenezzül etmediğin bir ölüm korkusu ediniyorsun ve yine altını çiziyorum bana değil, Nermin'e anlatıyorsun. Nermin de tıpkı senin gibi korkuyor, inanmıyor, kötüye yormamanı, hatta suya anlatmanı öğütlüyor. Fakat rüyalar artınca bunların birer kâbus değil, ilahi bir işaret olabileceğini düşünüyor. Bu işaret fikri de aklınıza babasının kitabındaki notlardan geliyor. Çünkü adam hem ilim irfan sahibi bir hekim, hem de farkına varamadığınız bir şekilde metafizik tutkunu. Daha sonra, yakın bir vakitte, hatta neredeyse bundan birkaç ay evvel diğer rüyalarına benzemeyen başka bir rüya görüyorsun. Bu rüyada çocuk değilsin, buluğ çağına ermiş, on dokuz yaşında kendinden bile büyük bir kızsın ve bu kız, diğerleri gibi bir yaşama sahip değil. Şehirli. Boyuna şarkı dinliyor ve senin hiçbir şey hatırlamana müsaade etmeden zihnini şarkılarla meşgul ediyor. Ama sense kârlı çıkıp bu şarkıları hatırladığın kadarıyla güfte defterine dolduruyorsun. Ve gördüğün rüyaların hiçbirindeki sen, on sekiz yaşında ölmediği için-"
"...Ölmeden evvel İstanbul'a firar ediyorum." dedim buruk bir tebessümle. "On sekiz yaşıma girmeme iki buçuk hafta kaldı. Tıpkı derede söylediğin gibi. Yapamadığım neyi yapsam kârdayım. O ölüm, bu ölüm."
Üsküdarlı'nın gözleri bende kaldı. Kitabın arasındaki kâğıtlardan birini kaldığı sayfaya sıkıştırıp kitabı koltuğa bıraktı.
"Rehiye." dedi ama devamı için hem diliyle yanaklarını kaşıması, hem de sabırlı nefesler alıp vermesi gerekti. "Kabul, yemin ederim ki acayip bir olay. Alay etmiyorum, küçümsemiyorum. Bir başkasına anlatsan inanmaz bak. Ya da sonuna kadar dinlemez seni."
"Biliyorum. O yüzden sana anlattım-"
"Fakat bazen bazı şeylere çok da inanmamak gerekir. Anladın mı?" dedi. "Bazen başımıza öyle saçmalıklar gelir ki, sırf onlara inanmayı seçtiğimiz için onları anlamlı kılarız. Zannederiz ki hakikat bu. Hâlbuki onu inanılası hâle biz getirmişizdir."
"Uydurduğumu mu ima ediyorsun?"
"Bak nereye çekiyorsun lafı... Diyorum ki söz konusu ölümse, zikretme. Günü gelir on sekiz yaşına basacağın için değil, onu zikrederek var ettiğin için ölebilirsin. Anlatabildim mi? Hem ne malum, belki de seksen yaşında öleceksin? Belki de tüm rüyalar acayiplikleriyle sende bir hatıra olarak kalacak-"
"Hayır, anlamıyorsun..."
"Neyi anlamıyorum Rehiye?" dedi kabarttı göğsünü. "Sürekli öleceğine inanırsan, ölürsün. Yaşamak istiyorsan da rüyalarına değil, şu anda hayatta olan bir kız olduğun hakikatine tutunmalısın. Bir rüyada değilsin." Oturduğu koltuğa üç kere vurdu. "Hepsi gerçek. Burada. O hâlde unut gitsin. Tamam, belki sahiden yaşlı birisindir sen. Ruhun hepimizinkinden eskidir, insanlar keşfedememiştir seninle alakadar tüm gizemleri. Lâkin bu rüyaların sana dese dese, daha evvel ölmüştün der. Yakında öleceksin demez. Hakikat bu. Öyle olsan anlardım ben. Ölecekmiş gibi davranmıyorsun."
Kollarımı göğsümde kavuşturup, "Sen bunu anlayamazsın ki?" dedim. "Neticede sen benim gibi değilsin. Bir kere gelmişsin dünyaya. Lâkin ben kaç kere gelmişim, kaç kere ölmüşüm. Öleceğini hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu en iyi ben bilirim-"
"Öleceğini sahiden bilebilseydin, bu sırrı kendinde saklamak mecburiyetinde hissederdin Rehiye." diye yükseltti sesini bir öğüt verir gibi. Her söylediğimi dalgaya vuran ifadesi sertleşince ona baktım. "Ancak sen, sanki öleceğin gerçeği sonradan aklına geliyormuş gibi yaşıyorsun. Tıpkı tüm diğer insanlar gibi." Onu seyreden inatçı gözlerimi yakalayıp bana nasihatler dizmeye başladı. "Evlenmeye kalktın Rehiye. Yetmedi vazgeçtin, Metin Kenter sana bir mektup yolladı ve bunun uğruna firar ettin. Hayallerin var. Valizini tıka basa dolduracak bir şeylerin var. Korksan da sana bu kâbuslarını, emin olamadığın hislerini unutturacak bir tutkun var. Her şeyi geçtim, bir kabiliyetin var. Sesin var. Hafızan var. Ölmek, öyle ağza alınacak hafif bir şey değil. Senin gözlerinde yaşamak isteyen biri var ve ben görebiliyorum bunu. Oysa orada öleceğini hisseden biri olsaydı ilk ben tanırdım onu."
Tüm bunları ürkütmeden, alçak bir sesle söylediği için ona saldırmadım. Pencereyi seyrederek bu konuyu, yani en azından öleceğim konusunu rafa kaldırdım. Söyledikleri ne benim hislerimi, ne de inancımı sarsabilirdi.
"Peki, sence?" dedim. "Sence Nermin haklı mı? Yeniden doğmuş olabilir miyim? Var mıdır böyle bir şey?"
Sırtını koltuğa geri yasladı, ayaklarını uzattı ve kitabın kaldığı sayfasını açtı. Kucağımdaki güfte defterime bakıp, "Ben öyle şeylere inanmam." dedi. "Ama bilimsel bir ispatı varsa, olabilir."
"Sahi mi?" dedim. "Kitapta öyle mi diyor? Nermin'e sorduğumda bana derdi ki, Tanrı beni ödüllendiriyormuş. Elimden alınan yaşamı tekrar tekrar bana veriyormuş. Sence? Sence Allah beni neden yeniden yaratıp duruyor? Neden rüya gösteriyor? Ben de ne var ki ödüllendiriliyorum?"
"O hususta Nermin'le fikirlerimiz çakışıyor." deyince neredeyse incindim. Bana sayfa kenarındaki bir notu gösterdi. "Bak adam ne yazmış buraya: Eksik olan, tamamlanmak için geri döner. Yarım bırakanın yazgısı, döngüde kaybolmaktadır. Tabakta neyi bıraktıysan, dönüp onu yemek mecburiyetindesin. Çürüse bile."
"Anlamadım."
"Anlamadın mı?" dedi. "Ceza demek bu Rehiye."
"Ceza mı!" dedim. "İyi de ben ne yaptım ki..."
"Düşün bakalım ne yaptın."
Düşündüm. Yaşamlarımın hepsinde çocuktum, ya da buluğ çağına henüz ermiştim. Zorlu yaşamlar sürüyordum lâkin hiçbirinde Allah'ı kızdıracak bir şey yapmadığıma çok emindim. Bulamayınca da derhâl pes ettim.
"Tüm yaşamlarında kendini öldürmüşsün Rehiye." diye izah etti küstah bir tavırla.
"Nasıl..." diye inkâr ettim söylediklerini. "Nasıl olabilir? Tamam, bazılarında ettim. Fakat hepsinde etmedim ki? Birkaçında sadece. Ettim mi ki? Hem... İlkine ne diyeceksin? Onda nasıl intihar etmiş olabilirim? Atı süren kimse o öldürdü beni-"
"Babanı kıskandığını sen söyledin. Adam seni görsün diye yola atlamışsın. Resmen intihar demek bu."
"Ama çocuktum? Çocuklara günah olmaz ki..."
"Tamam işte." dedi. "Cehenneme göndermemiş. Dünyaya geri göndermiş."
O vakit onun anladıklarını anlayabilmek benim için daha bir mümkün oldu. Kendi hikâyem tepetaklak bir şekilde zihnimde dolanıp kayboldu.
"Eksik olan, tamamlanmak için geri döner. Ne anlıyorsun bu dediğimden? Sana bir ömür vermiş, her insana verdiği gibi. Sense çocuk aklınla o ömrü mahvetmişsin. Sonra acımış, çocuksun diye affetmiş, seni kimselere söylemeden kendi düzenini koruyarak dünyaya geri göndermiş. Sen ne yapmışsın? Sana bahşettiği ikinci yaşamda yani? Hatırla bakayım."
Tükürüğüm boğazımda kaldı. "Kendimi ahırda astım."
"Ya..." dedi emin bir sesle. "Sonra sana yine acımış. Kaderin çok zormuş, ama bu kez sana daha zor bir kader vermiş. Dayan, güçlen, günahını telafi et diye. Sen ne yapmışsın?"
Gözlerimi kaçırdım. "Kendimi kuyuya attım."
Başını salladı. İşaret parmağıyla sayfayı gösterdi. "Yarım bırakanın yazgısı, döngüde kaybolmaktadır. Tabakta neyi bıraktıysan, dönüp onu yemek mecburiyetindesin. Çürüse bile." diye okudu tekrar. Peşinden kitabı alıp içine baktı, biraz daha sayfalarını kurcalayıp aynı sayfaya geri döndü. "Velhasıl, bu ne idüğü belirsiz kitap uydurmaca değilse reincarnation dediği şey böyle işliyor. Ama kitapta bu yazmıyor, Nermin'in babası yazmış bunları. Kendi fikri mi, yoksa bunların da kaynağı başka bir şeye dayanıyor mu bilemiyorum."
"Ne yapacağım yani?"
Sorumu garipsedi. "Ne mi yapacaksın? Doya doya yaşayacaksın. Kendini öldürmeyeceksin."
"Ben asla kendimi öldüremem ki... Kıyamam."
"Onu demesi kolay." dedi çabucak solan yarım bir gülüşle. "Sen bir de hayatla tanışınca karar ver buna."
"O zaman da öldürmem." dedim. "Diyelim aptallık edip öldürdüm. Ee? Habire yeniden doğuyorum işte..."
"Bence haddini fazla aşmışsın, hiç deneme derim." Koltuğumda duran kalemimi aldı, boş bir kâğıdın arkasına bir şeyler karaladı. Yanaşıp baktım. Rakamları yediye kadar sıraladı, altlarına ona söylediğim yaşlarımı yazıp bir de gelişigüzel, her seferinde boy atan kızlar çizdi. "Tekrar diyorum, ben inanmıyorum. Yalnızca merakın dinsin diye mana kazandırmaya çalışıyorum." Kalemle 6 rakamını bir çember içine aldı. Altındaki boşluğa 18 - Rehiye yazdı. Sonra da 7 rakamını çember içine aldı. Altına 19 – Nermin yazdı.
"Bu nedir?"
"Rüyalarının sırası." dedi. "Beşinci rüyadan, yedinci rüyaya atlamışsın. Altı boşta kalmış."
"Neden yediye atlamışım ki?"
Bana neyi izah edecekse durdu. Kısık gözlerinde söylediklerini yutan, farkındalık sahibi bir ifade belirince sessiz kaldı. Kâğıdı aldı ve kitabın sayfalarından birine rastgele koyup bu konuyu kapattı. Neyi anlamıştın Üsküdarlı?
"Boş ver sen bunları. Beni dinle, tamam mı? Safsatadan ibaret bunlar. Arada olur öyle. Sen iyisi mi yaşamaya bak. Öyle intihar falan duymayacağım ağzından-"
"Bir dakika..." Konuların istikametini çok başka bir yere çektim. "Nermin'in babası da intihar etmişti. Bunları biliyorsa, yani intiharın karşılığında cezalandırılacağını biliyorsa niçin intihar etsin ki? Üstelik bir ailesi varken?"
Sualim onu da düşündürdü. Gözlerimiz aynı anda birbirini bulunca, ikimizin de suratını acı bir ifade aldı. Nermin de intihar etmişti.
Ellerimle yüzümü saklayıp, "Nermin... Ne yaptın sen?" diye başladım ağlamaya.
"Nermin'i düşünme." Bileğime uzanıp ellerimi yüzümden çekti. "Onun hakkıydı, çok acı çekiyordu. Aynı şey değil."
"Hakkıydı mı? Ama günah! Hem de çocuk değil... Onun başka yaşamı yoktu, o da senin gibiydi! Ya cehenneme gitmişse!"
"Oho... Ona bakarsan kız Hristiyan'dı."
Yüzümü geri kapattım. "Deme!"
"Bana hava hoş. Ben ikinize de inanmıyorum."
Kayıtsızlığı beni daha da beter etti. Ben hem ödüllendirilmiş, hem de merhametle cezalandırılmıştım. Ama bahtım nasıl karaysa en yakın arkadaşım canına kastetmiş bir Hristiyan, en iyi arkadaşımsa kâfirin önde gideniydi.
Üsküdarlı bu hâlime gülmeye başladı. Beni bileğimden sarsıyor, ayakkabımı ezerek kendime getirmeye çalışıyordu. Lâkin öyle amansız bir şekilde ağlıyordum ki, bizi İstanbul'a neyin kaçırdığını unutmuştuk. O gülüyor, bense ağlıyordum.
"Neden bunu bana yapıyorsunuz ki..." diye inledim. "Eniştem demişti. Demişti de duymazlıktan gelmiştim. İkiniz de cehenneme gideceksiniz değil mi? Siz cehennemde, ben cennette... Ben sizsiz ne yaparım?"
"He eminsin yani cennete gideceğine?"
"Niçin gitmeyeyim. Ben kötü biri miyim?"
"Biz kötü biri miyiz?"
Ne yanıt vereceğimi bilemedim. Beni kovalamış ve bir çıkmaza sokmuştu.
"Sen de bizim yanımıza gelirsin. Ne yapacaksın orada-"
Ellerine bir fiske indirip gene ağladım. O kadar çok, o kadar çok ağladım ki o soğuğun ortasında kurdeşen döktüm. Kaşla göz arasında her ne olduysa, aramızdaki tüm gülüşmeleri katledecek ahmakça bir hamle yaptım. Sadece paltomu çıkartıp kenara koymak istemiştim. Belime ve cebime sakladığım destelerce para yere döküldü. Üstümdeki kat kat giysilerden fazlalıklarını dahi hissetmemiştim.
"Aa..." dedim kendimi alaya alarak. "Unutmuşum ben bunları. Lazım olur diye yanımıza almıştım-"
"Rehiye?" diye diklendi. Uzanıp yere düşürdüğüm paraları aldı. "Nereden buldun sen bunları?"
Tavrının bu hızla değişmesi beni ürkütmüştü ama çekinmeden, "Sehpayı toplarken buldum." dedim.
"Sehpayı ne yaparken?"
Çenemi kapadım. "Kızma..." diye fısıldadım. "Ne yapayım, dakikalarca içeride bekleyemedim! İçerisi çok pisti, ekşi ekşi kokuyordu. Ben de ortalığı toplayayım dedim. Sehpa en sona kaldı, sonra... Eniştem geldi. Korkudan sehpanın altına saklandım. Bir şeyler geveledi. İşe gitmeden parayı masama bırak, dedi. Sonra gitti. Ben de para bahsini açınca hiddetlendim. Senin paran onların boğazından geçmesin diye yanımıza getirdim. Ne yaptım! Kötü mü ettim!"
Üsküdarlı bana bakmıyordu. Benim gibi ayağa dikilmiş, eli aralık ağzında, kaşına kaşına bir şey düşünüyordu. Ama neyi düşünüyordu?
"Ne vardı başka sehpada?" dedi. "Hatırlıyor musun? Her şeyi attın mı çöpe? Kaldırdın değil mi?"
"Y-yok..." dedim. "Yani her şeyi değil. Çer çöp-"
"Rehiye! Neyi kaldırdın, neyi kaldırmadın!"
Sesi değil bizim kabini, tüm D önence'yi titretmişti. Hiddetinden dilimi yutmak üzereydim.
"B-ben hatırlamıyorum ki şimdi..." dedim. Hâlbuki bağırmasa tek tek sayabilirdim. "Şişeleri attım... Peçeteleri attım... Sonra... Kadınlı mecmualar vardı. Sonra-"
İki kolumdan beni sarsıp, "Rehiye!" diye gürledi. "Mecmuanın arasındaki mektubu çöpe attın mı, atmadın mı!"
Onu neyin canavarlaştırdığını bilmiyordum. Nasıl bu hâle gelebilmişti? Onu hangi cevap mutlu ederdi? Elbette ki hakikat. Onun gibi aklı başında, erdemli birini en çok hakikat mutlu ederdi.
"Merak etme, atmadım." dedim ürkek bir gururla. "Mecmuları dürüp kaldırdım, mektup da masada kaldı herhalde-"
"Rehiye!" Beni hızla bıraktı. Birkaç adım geriye, koltuğa düştüm. Kendi etrafında döndü durdu. Elleriyle yüzünü kapattı, bir hamur parçasından ibaretmiş gibi gözlerini ve yanaklarını eze eze ovaladı. "Nasıl atmazsın! Her şeyi atarsın, her şeyi temizlersin de onu nasıl atmazsın..."
"Üsküdarlı-"
"Rehiye!"
Onu daha evvel ne böyle görmüştüm, ne de bana bu denli bağırmasına sebep vermiştim. Görücüye çıkacağımı öğrendiğinde bile bana böyle davranmamıştı.
Derken kabinin kapısını biri tıklattı. Kapıdaki yuvarlak pencereden önce içeriyi kolaçan etti, kapıyı açmaya yeltenince kapı üç kere tutukluluk yaptı. "Beyefendi?" dedi adam. "Bir problem mi var? Hanımefendi-"
Adamın yanından sıyrılıp koridora fırladım. Gerisini hatırlamıyorum. Yaşlı bir kadının olduğu kompartımanda kıvrılıp uyumuşum.
𖣂
Ben gittikten sonra ne kadar vakit geçti, ya da Üsküdarlı ne vakittir yalnız başına kompartımanda kalmıştı, bilmiyorum. Beni uyandıran, trenin hareketsizliğiydi.
Gözlerimi araladığımda kabinde bir başıma olduğumu ve pencerenin ardındaki manzaranın, Ankara'dakine hiç benzemeyen ufak bir perona ait olduğunu fark ettim. Düşündüğüm ilk şey İstanbul'a varmış olma ihtimalimizdi. Kendime gelir gelmez bu fikri başımdan savdım. İstanbul'a gelmişsek bile benim burada bir başıma olmamam gerekirdi. Can havliyle kendimi uzun koridora attım. Solumdaki ve sağımdaki kabinleri kolaçan ettim, kimse yoktu. Ellerim ağzımda, eteklerim tutuşmuş bir vaziyette kendime bir çare aradım. Şimdi bu koskoca tren, beni uyandırma zahmetine dahi girmeden beni burada bir başıma mı bırakmıştı yani? Peki ya Üsküdarlı? Ya bana darılıp trenden indiyse? Ya beni İstanbul'daki herhangi bir gara bırakıp, kendi de başka bir trenle Ankara'ya geri döndüyse?
Yüzüne bakacak cesaretim olmamasına rağmen, en arkadaki kabine hiç düşünmeden koştum. Kapısına tutunarak kendimi güç bela durduğum sırada, terk ettiğim kabinin boş olduğunu gördüm. İçeride yalnız eşyalarımız vardı. Koltuktaki paltomu, onu çıkartmamla sebebiyet verdiğim vukuatımı anımsayarak acı içinde üzerime geri giydim. O kadar yamuk uyumuştum ki hem kaslarım, hem de yanıklarım sızlıyordu.
Koridordaki pencerelerden dışarıya bakarak ilerledim. Bir peronda durmuştuk ama İstanbul'da olduğumuza dair hiçbir işaret göremiyordum. Ne bir tabela, ne bir görevli, ne de elleri valiz dolu insanlar. Fakat uzakta bir hasır şapka gördüm. Üsküdarlı iki kolonun ortasındaki bir bankta tek başına oturuyordu. Ağzında kıpırdattığı şeyi bir kürdan sandım. Ama o, bir sigara içiyordu.
Onu ölümcül bir günahtan arındırmak istercesine trenin kapısını aradım. Merdiveni yüksek olduğundan tırabzanlara tutuna tutuna indim ve olduğu banka koştum. Gittim karşısında dikildim. Beni görmedi. Ya da gördü ve sigara içmesinin ikimiz için de ne kadar garip olduğunu önemsemedi. Yanına oturup ona baktım, içli bir nefes verdim. Ağzımdaki buz kesmiş duman, onun ağzından çıkan kirli dumana karıştı. Tiksintiyle, başka birine dönüşmüşçesine ona baktım.
"Nereden buldun onu?" dedim hüsran dolu bir sesle. "Kürdanın nerede?"
Yanıt vermedi. Bacaklarını genişçe açmış, ellerini dizlerinden sarkıtmış yerdeki bir noktaya bakıyordu. Dalıp gitmişti. Kaşlarını çatmasa bile, arasındaki çizgi hâlâ oradaydı. Bana yanıt vermedi, gözlerini kırpmadı. Odağını bozmadan, öteki eliyle bana nereden çıkarttığını göremediğim bir elma çekeri uzattı. Almadım. Sigarasını ayağında söndürdü. Elma şekerini açtı ve bana bir fırsat daha tanımadan, at dişleriyle kemire kemire yedi.
"Eskişehir'deyiz." dedi. "Çişin geldiyse git yap."
Bu kez de ben onu yanıtlamadım. Önüme döndüm, ezdiği sigarayı ayağımla ötelere fırlattım.
"Bir özür de mi yok?" dedim birden. "Sabahtan beri bir hâller var sende. Hayır, yani istemesen gelmezdin. Oysaki geldin, hatta dönmeyi düşünmememi bile bana sen öğütledin. Bana bağırıyorsun. Bana kızıyorsun. Bir derdin var biliyorum, lâkin anlatmıyorsun-"
"Ben Ankara'ya geri dönüyorum Rehiye. Kararım kesin."
Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Yüreğim âdeta kararmış; tüm bedenim, işitmeyi hiç istemediğim tek bir cümleyle oracıkta kavrulup amansız bir mateme teslim oluvermişti.
"En başında peşine takılmam hataydı. Sana İstanbul'da kalacağın bir yer ayarlayacağım ben. Biraz vakit geçince de seni başka bir mektebe naklettiririm. Tahsilini orada tamamlarsın."
"Asla..." diye sıçradım yerimden. "Seni asla bırakmam. Hiçbir yere gitmiyorsun. Oraya geri dönemezsin Üsküdarlı! Yapma bunu bana! Sensiz İstanbul'da yaşayamam ki ben? İçimi döktüm, anlattım. Yetmedi mi? İkna olmadın mı? Bize onca şey yaptılar, Ankara'ya nasıl-"
"Rehiye." dedi ikaz edercesine. Gözleri kemirmekte olduğu şeker çubuğunda takılı kaldı. "Ya ikimizin, ya da birimizin Ankara'ya geri dönmesi ve yengeme ne olduğunu öğrenmesi gerek. Ettiğin haltı unuttun herhalde?" Neden benimle böyle konuşuyordu? "Şayet ben Ankara'da olursam baş edebilirim. Lâkin sen geri dönersen daha da çok hırpalanırsın. Tek münasip ihtimal, benim gitmem. Hem bu sayede sana sık sık telgraf çeker haber yollarım. Sen de balona gider, ne halt ediyorsan eder ve Ankara'daki karmaşadan uzaklaşmış olursun." Çubuğun üzerindeki kalıntılara baktı. "Ölmeden evvel."
Sanıyordum ki, sabahleyin ona söylediğim tüm sözcükler ömrü boyunca ona yetecektir. Ona ne kadar kıymet verdiğimi, ona ne kadar muhtaç olduğunu anlayacak ve beni hiçbir koşulda yalnız bırakmayacaktır.
Daha ne diyebilirdim? Söyleyeceğim hiçbir şey, ama hiçbir şey kalmamıştı. Tükenmiştim. Ona gerçekten kötü sözler sarf etmek istiyordum. Onu ayaklarımın altında çiğnemek, haşlamak ve kalbini kırmak istiyordum. Bana ettiklerini bulsun, en az benim kadar gözyaşlarına tutulsun istiyordum.
"Korkak." dedim hiç düşünmeden. "Sana güvenip seninle yola çıkanda ahmaklık."
Ona bakmamak için elimden geldiğince direndim. Ancak ağzında keyifli keyifli kıtırdattığı şeker parçalarını işitir işitmez, sinirlerime ve de aylardır içime hapsettiklerime hâkim olamadım. Resmen beni görmezden, duymazdan geliyordu.
"Korkak?" diye yineledi. "Halana söylediklerin kâfi gelmedi de sıra bende mi şimdi? Dert değil. Kendini bilen insana laf dokunmaz."
Şöyle bir dönüp bana bakmadı bile. V e ben, ona saldıracak gücü de kendimde bulamadım. Ondan başka kimsem yoktu. Eğer onu da yitirirsem, mümkün değil nefes alamazdım. Çenem söyleyeceklerimin ağırlığından titriyordu. Onu sarmak ve onu parçalamak arasında gidip geliyordum.
"Sana bakınca korkmazdım ben."
Aldırmaz bir suratla çubuğunu kemirdi.
"Benim yerimde olsaydın, benim gibi davranırdın hâlbuki. Beni kamçılardın cesaret bulmam için. Niye? Niye geri dönüyorsun? Niye beni bahane ediyorsun? Aptal mıyım ben? Beni kandırmak bu kadar mı kolay? Kim bilir ardında neyi bıraktın da kabahati bana atıyorsun. Diyorum, bir hâller var sende. Aynı değilsin, görüyorum. Eniştemle aranızda ne geçti bilmiyorum. Her nereye kaybolduysan artık beni de anlamaz olmuşsun. O eski Üsküdarlı gitmiş. Güldürmüyorsun beni. Tartışıyorsun. İnat ediyorsun. Nasihatler verip yüreğimi ferahlatmıyorsun. Çocukluğumdaki gibi davranmıyorsun bana."
"Belki de artık büyüdüğümüzü idrak etme vaktin gelmiştir." Kendi nasihatine bile pis pis sırıttı.
"O vakit niye hâlâ bir çocukmuşum gibi davranıyorsun?"
"Çocukmuşsun gibi?"
"Evet."
"Açık açık konuşsam ağlamamayı başarabileceksin sanki."
"Niçin başara-"
"Halan ölmüşse ne halt edeceksin, düşün o vakit." Az evvel söylediklerim birer safsatadan ibaretmiş gibi umursamaz bir hâl takındı. "Her şey olabilir. Başını vurmuş. Bilincini kaybetmiş. Ağlayacaksan ağla, apaçık bir gerçek bu. Her şey olabilir. Her şey. Eğer yengeme bir şey olursa senin peşini bırakacaklarını, İstanbul'da güllük gülistanlık bir yaşam sürdürebileceğini mi sanıyorsun? Sözümü dinleyip çıt çıkartmasaydın, kapıdan değil de pencereden çıksaydın evimde saklandığını kimse anlamayacaktı. Ne sanıyorsun? Metin Kenter kollarını açıp, şimdi sana daha da aşık oldum gel bir kere daha vals edelim, mi diyecek? Sabıkalı adamı sokaktan geçirtmiyorlar. Seni yaşatırlar mı sanıyorsun?"
Emeli her ney ise muvaffak olmuştu. Halama ettiklerimin korkusu bedenime geri döndü.
"Sana kötü bir teklifte bulunmuyorum. Sana diyorum ki, birimizin Ankara'ya geri dönüp ortalığı idare etmesi gerek. Senin de vicdanının rahat olmadığının farkındayım. Şimdi üzerinden biraz vakit geçti, güldük eğlendik diye olayın rehavetini attın üzerinden. Ancak sonra? Yarın? Evvelsi günler? Zaman geçtikçe hem unutacaksın, hem de kalbin sıkışacak. Demem o ki, benim Ankara'da olmam senin İstanbul'daki afiyetin demek. Seni güvenli bir yere teslim edeceğim. Orada bulsalar bile tövbe bir şey yapamazlar. Gizli saklı yaşar gidersin. Korkaklıksa, korkaklık. Bir kaçak olarak yaşayamam ben. Sen ister kabul et, ister etme. Halandan özür dileyecek yüzün olmadığına göre akşam seni emniyetli bir yere teslim ettikten sonra ben ilk trenle Ankara'ya geri dönüyorum. Bitmiştir."
Halamdan özür dilemek.
Bunu bana Üsküdarlı mı söylüyor? Gözlerim, yanaklarımda süzülen yaşlarla acı acı sızlarken bana öyle göründü ki; yanımdaki bu kimse beni koruyup kollayan, her sırrıma vakıf olan, başıma aldığım her belada beni ceketinin cebinde saklayan Üsküdarlı değil. Muhakkak ki yanımda oturan bu kimse, daha kendine bile yetemeyen bir oğlan çocuğu olmalı.
Onu ikna etmenin bir yolunu bulmalıydım. Yanı başımdaydı. Pabuçlarını seyreden ifadesiz suratına ve de sallayıp durduğu sol bacağına baktım.
"Dayını seviyor musun?"
Bu sualimi beklemiyordu. Ama bacağını, beni işittiği manasına gelen bir biçimde daha ağır sallamaya başladı. Yüzünü buruşturdu. Dudaklarını aralayıp hayır bile demeye tenezzül etmeden çubuğun kenarlarını parmaklarıyla soymaya başladı.
"Düne kadar sanırdım ki ben halamı çok seviyorum." dedim. "Trende bile durmaksızın bunu düşündüm. Yüzüne söylediklerimden memnunum, lâkin neden hâlâ yanında olmak istiyorum? Çünkü başım belada. İyi hissetmeye ihtiyacım var. Geçmişte kalmaya, güvende olmaya muhtacım. Şimdi sen deyince fark ettim. Özür dileme fikri bile midemi kaldırdıysa ben halamı gerçekten sevmiyormuşum. Onun yanına, onun şehrine dönmek... Ondan özür dileyecek bir yüze sahip olmak. Bana cehenneme git de, giderim. Ama bunları yapmam."
Yine bir cevap yok.
"O vakit tek bir sualim var. Ona vereceğin cevaba göre bir karar ver. Kendini benim yerime koy. Zira belli ki bunu yapmıyorsun."
Pek hürmet göstermese de sualimi bekledi. Biraz yanaşıp, bir şey çiğner gibi sıktığı sakalsız yanaklarını seyrettim.
"Kazayla dayına hiç unutamayacağı kadar büyük ya da hayati bir zarar verseydin ne yapardın?"
Dudaklarında, hangi duygusuna hizmet ettiğini çözemediğim bir gülümseme belirdiği gibi kayboldu. Bacaklarını daha hızlı sallamaya başladı.
"Ne sevdiğin, ne de hiç sevmediğin dayına istemeden bir zarar verdin diyelim. Pişmansın. Katiyen böyle olmasını istemezdin. Lâkin böyle olmasını istemediğin şey, birine zarar vermemiş olmaktı. Temiz olmak isterdin. Günahsız. Hâliyle onun düştüğü vaziyete üzülüyor da değilsin içten içe. Zira o da sana çok şey yaptı. O da sana zarar verdi. Bir şeyler çaldı senden. Artık bir karar vermek mecburiyetindesin. Ona duyduğun tüm hislere rağmen ayağına kapanıp özür mü dilersin, yoksa sana nasıl davranacağını adın gibi iyi bildiğinden senden çaldığı yaşamı yeni baştan inşa etmek için firar mı edersin?"
Cevap yok. Kindar bir gülüş, soyulan bir şeker çubuğu ve belli belirsiz bir hızla ritim tutan iki bacak.
"Peki ya zarar gören sen olsaydın?" diye ilave ettim. "Dayın, sana hayatın boyunca unutamayacağın, içinden söküp atmanın yolunu dahi bulamayacağın bir zarar verseydi? Tıpkı halam ve ben gibi. Ya sana dokunan dayın olsaydı-"
Elindeki çubuğu ikiye kırıp fırlattı.
III. FASIL
"Üsküdarlı, Üsküdar'da"
Haydarpaşa Garı, İstanbul
1 Aralık 1951
Ensemize saplanan keskin gürültü dindi. Dönence, son durağına vardı. Ankara’ya mahsus sandığım karlar, başka bir diyarda olduğumuzu fısıldarcasına eriyip kaybolurken Aralık’a direnen ılık bir akşam güneşi buz kesen bedenlerimizi selamladı.
Benim adıma uykuyla geçen saatlerin ardından adını sık sık işittiğim Haydarpaşa Garı’na bir kerahat vakti haddinden tez varmıştık.
Perondaki münakaşamızın ardından küslüğümüz sürmedi. Dönence’ye döndüğümüz gibi o saatlerin sahiden de birlikte geçireceğimiz son saatler olduğuna hükmedip uyuklamaya devam ettik. Ara ara onu yitirdiğim kâbuslar görür oldum. Bu kâbuslardan uyandıkça yerini mahpuslara düştüğüm başka azap verici kâbuslar aldı. Metin Kenter yüzüme bakmıyordu. Gençliğimin her salisesi penceresiz, beton zindanlarda çürüyüp gidiyordu. Anne olamıyordum. Aşkıma eş olamıyordum. Güftelerim kaybolmuştu. Radyom ellerimden alınmıştı. Hâsılı, Üsküdarlı’nın Ankara’ya dönme fikrine ikna olmak mecburiyetinde kalmıştım. Onu ardımda bırakacak olma düşüncesi ne kadar yüreğimi dağlasa da, vakit geçtikçe haklı olduğuna beni inandırdı. Bastırmaya çalıştığım azabın ateşinden nerede olduğumun sevincini yaşamayacak kadar mahmurdum. Hayatımın pekâlâ en müthiş günü olması icap ederken, mideme saplanan sancılara mani olamıyordum.
Korkuyordum. Yakalanmaktan, birine hayati bir zarar vermiş olmaktan ve bunun cezasını ömrüm boyunca çekmekten korkuyordum. Öte yandan, tıpkı diğer faniler gibi ebediyen yaşamayacağım gerçeği de aklımdan çıkmak bilmiyordu. İsterse kâinatın tüm ilmi, tüm ansiklopedileri önümde diz çöksün; ben, on sekiz yaşında öleceğime gönülden inanıyordum. Bir histi bu. O hâlde ne için dert ediyordum? Kim uğrunaydı bu endişem? Bana merhamet etmeyen biri üzülmeme değer miydi ki?
Benim artık yegâne derdim, kendime arzu ettiğim gibi bir veda yaratabilmekti. Bu dünyadan gideceksem bile, içimde hiçbir ukde bırakmadan yok olabilmeliydim.
“Niye bu kadar tez vardık?”
Birilerini kınarcasına başını iki yana salladı. “Böyleler. Öteki trenle yarışıyorlar kendi aralarında. Kardeşi daha Ankara yolundadır.”
Trenden en son biz indik. Üsküdarlı yüklendiği ağır valizimi yere koydu, ben de çantasını öteki koluma alıp boynuna sarılarak aşağıya atladım. Garın içinden dışarıya çıkana dek, gün henüz tamamen batmadığından, İstanbul’a ulaşmak için bir vasıtaya daha bineceğimizi sanıyordum. Sahile çarçabuk ulaşabilmek gözümde epey zayıf bir ihtimaldi. Ankara’daki derelere bile saatler sarf ediyorsak, iki karayı birbirinden ayıran koca bir denize ulaşmak için muhtemelen dağları aşmamız gerekirdi. Usul usul adımlarına takıldım. Gözüm bir an suratını görür oldu. Sanki Eskişehir peronunda yaşanan hadise hiç vuku bulmamış gibi, çekingen bir tebessüm yüzünde parıldıyordu. Çocuk gibi, suçlu ama neşeli bir hâli vardı. İnsanlara bakıyordu. Doğrudan gözlerinin içine. Rast gelirse başıyla selam veriyor, sırıtıyor ve bayık gözlerini indirip içli içli bir şeyler geveliyordu. Ufak bir kapıdan günışığının izinde garın önüne çıktık. Denizi hayatımda ilk kez, kazayla o an gördüm.
Verdiğim tepkiyi hatırlıyorum. İstanbul’a ilk varışımın heyecanı, hâlâ içimdeki odalardan birinde saklıdır. Onu olduğu gibi anlatabilmek mümkün değil. Böyle bir heyecanı tadabilmek için ancak ve ancak İstanbul’a varmanız gerekir.
Garın bahçesi, kıyıya doğru sıra sıra park edilmiş otomobillerle ve de tıpkı bizler gibi oradan oraya savrulan telaşlı yolcu kalabalığıyla hınca hınç doluydu. Elimdeki emanet çantayı yere düşürmüştüm. Önüme bakamıyordum; ne birine çarpmak umurumdaydı, ne de çarptığım için bana laf saydıran kimseler. Kaç kişiyi iteledim, kaçını incittim… Hatırımda yok. Gözümü kırpmadan koşuyordum. Korkuluk demirlerine yapıştığım gibi ayaklarımın altındaki uçsuz bucaksız denizin çizgi çizgi dalgalarına kavuştum.
“Deniz…” dedim. “Bu kadar yakın mıydı!”
Deniz. Bir çocuğa göstersem benim kadar hayret etmez. Fakat ben oracıkta tüm derdimi, günahımı ve tutkularımı unutup bir dünya dolusu suya hasretle, nice düşlerle bakakalmıştım. Burada yaşayanlar için hayat, nasıl kasvetli bir hâl alabilirdi?
“Deniz ya...” Valizi ayakucuna koyup yere düşürdüğüm çantasını koltuk altına sıkıştırdı. Benim gibi kollarını demir parmaklıklara yasladı ve sağıma geçti. “Ankaralı birinin ağzından çıkan ilk kelimenin bu olmasına şaşmamalı.”
Dilimi yutmuştum. Ömrü hayatımda böylesi bir manzaranın emsaline ancak rüyalarımda şahit olmuştum. Gördüklerim gerçek miydi? Bu altın gök kubbe, uzaklara serili üç kara parçası, dalgaların koynunda kulak dolduran düdükler ve gri dumanlarıyla salınan vapurlar, burnumu sızlatan ama içimi de bir hoş eden yosun ve rutubet kokusu, bu gürültü, bu insan kalabalığı, şu uçuşan kuşlar, beni koynunda saklayan şu şefkatli İstanbul… Ben neredeydim şimdi?
“Çok şanslısın.”
Başını alçaltıp öteki kulağını çevirdi. “Efendim?”
Gözlerimi önüme serili bu manzaradan alamıyor; ebediyen bu anda yaşamak, bu anın hakikiliğine muhtaç bir vaziyette kendimi ona hapsetmek istiyordum. Her şeyin bir rüya olmasından korkuyordum. Ancak nasıl kanıtlayabilirdim bunu? “Çok şanslısın. Ama aptalsın da. Hangi insan bırakır ki burayı?” Yanıt vermeden gözlerini indirdi, denizi seyretti. “İnsanın sadece buradan uzaklara bakması bile kâfi dertlerini unutabilmesi için. Ankara mı? Makul sebeplerimiz olsa bile, orası dönmeye değer mi sahiden?”
“Rehiye-”
“Soy ismin bile Üsküdarlı! Bir Üsküdar’ın var!” dedim. “Baksana şuraya… Ben buraya kaçak geldim, sen? Sen buraya aitsin. Bu deniz, bu sema, bu… Bu insan cümbüşü. Şu kuşlar, deniz arabaları… Hepsini bilirsin, hepsine aitsin. Adım atsam kaybolurum, arasam kendimi bulamam. Sense eline bir kalem versem oturup her yeri çizebilirsin.” Beklenmedik bir kıskançlık yeni ağlama sebebim oldu. “Ben? Ben köylüyüm.”
Üsküdarlı tıpkı eski günlerdeki gibi şuh bir kahkaha patlattı.
“Ben Ankaralıyım… Her şeyim çirkin. Soy ismim çirkin, memleketim çirkin, ben çirkinim… Hayatım çirkin!”
Demirlere yasladığım kolumu, koluyla dürttü. “Rehiye, abartma. Burası için ağlanmaz. İsyan etme. Ankara da çok güzel, İstanbul da-”
“Tabii ki ağlanır!” dedim. “Sana hava hoş. Sen zaten İstanbullusun! Hiç değilse gidecek bir Üsküdar’ın var.”
“Olsa ne yazar? Ankara’dayken de gidemiyordum.”
“Olsun. Oradayken bile alıp başını gidebiliyordun. Ben? Beni bu saatte istemeye geleceklerdi. Benim burada olabilmem ne kadar büyük bir şey farkında değil misin? Bir de yol boyunca…” Hıçkırıklarımın arasında gözlerimi sildim. “Yol boyunca beni kendinle uğraştırdın. Bir hata ettim, kabul. Ama beni nasıl burada tek başına bırakırsın!”
Bu hakikati ikimiz de unutmuştuk. Yolculuk müddetince anlamış olmalıydı ki bu evlilik kararı da benim gönülden rıza gösterdiğim bir mesele değildi. Beni suçlayan bir ifadesi yoktu, bilakis moladan sonra sakinlemiş, dinginleşmiş, aklı başına gelmişti.
“Tamam ya, latife etmiştim ben.”
Hayatı boyunca duygularını hep çok tepelerde yaşayan bir kimse olmuşumdur. Derdimi dile dökebilmem güçtür, lâkin sevincimi ve hüznümü aynı doruklarda yaşarım. Bazen tek bir şey beni öylesine hislendirir ki, pek çok insanın bir araya gelse mana bulamayacağı şeylerde kâinatın manasını keşfederim. Bir şarkının ufacık bir nakaratı. Dile dolanan bir dörtlüğü. Ruhu saran bir resim. Her şey. Her şeyin içinde hayatı görmek benim en büyük meziyetimdir. O kısacık dakikalarda tam bu sebepten ağlayarak İstanbul’u içime çektim.
Canını sıkan tüm meselelere ihanet ediyormuşçasına sessizliğini bozdu, “Öyle olsun Üsküdarsız. Bu kadar çok istiyorsan sana İstanbul’umdan birazcık verebilirim.” Başını alçaltıp parmağıyla öteki yakanın çok uzaklarındaki bir kulenin siluetini işaret etti. “Şu yaka senin olabilir. Dikkatli bak, bir kule var orada da. Görüyor musun? Adı, Galata Kulesi. Ben oraları pek sevmiyorum, o yüzden al senin olsun. Burası da benim olur. Oh, mis.”
Bana nihayet kendi rızasıyla bir şeyler anlattığı için mutluydum. O, hâlâ benim kasten ayırt edemediğim çok uzaklardaki kuleyi işaret ederken ben de başımı çevirip bana bakmayan mütebessim suratını seyrettim. Hâlbuki Galata Kulesi’ni en az onun kadar iyi tanıyordum ben. Sessiz kaldığımı anladı. O da başını benden yana çevirdi.
“Ne?” Şapkasının altındaki kara gözleri bir suç işlemiş gibi benden yanıt bekledi. “Gene ne yaptım?”
Söyleyebileceklerimin, bu anı ebediyen bozacağından çekindim. “Hiç.” dedim. Çenemi avcuma dayayıp saçlarımın rüzgârda dalgalandırmasına müsaade ettim. Ancak Üsküdarlı omuzuyla dürttü beni.
“Dökül hadi.” dedi. “Merak ettirince sinirleniyorum.”
Bu kadar diretmesi benim için kâfiydi. Ona dönüp, “Ben burada sensiz nasıl yaşarım şimdi?” diye söylendim. Yaşaran gözlerimi haddinden fazla belerttim ki acısın bana, İstanbul’da kalsın.
İfadesi eski hâline dönerken gözlerini devirerek, “Rehiye, bunları konuşmuştuk ama.” dedi fısıldar bir sesle.
“Sual ediyorum.” dedim. “Ben burada sensiz nasıl yaşarım? Cevap ver işte. Nasıl yaşarım?”
İncecik bıyıklarını kaşıyıp esnemeye başladı. “Gören de seni ben doğurdum sanacak.” dedi esnemesini bir kıkırtıyla bozarken. “Ayrıldık mı hemen sızlanmaya başlıyorsun. Tek başına kalamıyor musun sen? Kaç yaşına geldin-, Rehiye… Gene neden ağlıyorsun kızım atacağım kendimi artık-”
“Keşke beni sen doğursaydın... Bu benim aklıma nasıl gelmedi ki! Bilseydim sabah seni ikna etmek için söylerdim.”
Alnını soğuk demirlerden sarkıttığı kollarının arasına dayayıp bir süre öyle kaldı. “Erkeğim yalnız ben.”
“Olabilir, bu senin suçun değil ki.”
Başını kaldırdı. “Ben seni nasıl doğurabilirim Rehiye?”
“Ne bileyim…” dedim çaresizce. “Keşke sen benim babam olsaydın. Keşke dedem olsaydın. Annem, teyzem, halam, amcam… Keşke… Ne bileyim! Benimle yaşamak mecburiyetinde kalacağın herhangi bir kimsem olsaydın. Böylelikle beni asla ardında bırakamazdın. Dayanamazdın. Ben senin çocuklarınla katiyen görüşemezdim kıskançlığımdan-”
“Saçmalamaya başladın iyice ha… Ne biçim laflar bunlar.” Üsküdarlı utanmazlığıma gülerken kulağıma yanaşıp bir şeyler fısıldadı. “Böyle şeyleri ulu orta söyleme. Zabıtlara söylerim yakalarlar seni.”
Ona söylemek istediğim o kadar çok şey, sevgimi sokmak istediğim o kadar çok kılıf vardı ki… Ancak ne uğruna? Söylediğim hiçbir şeyin onda tesiri yoktu. O, benim gibi değildi. Bir şekilde ayağa kalkmanın, hislerinin altında ezilmeden yaşamanın bir yolunu buluyordu. Dünyadaki tüm sanatlı, süslü şiirlere tapıyor lâkin ona sarf ettiğim tüm ahmakça sözleri gömleğine yapışmaması icap eden birer toz bulutuymuş gibi bedeninden silkeliyordu.
O vakit ne yapabilirdim onun için? Daha ne söyleyebilirdim?
Abuk subuk laflar etmekten, biraz olsun onu neşelendirme gayreti göstermekten başka elimden gelen bir şey yoktu. Beni ardında bırakmadan İstanbul’a getirdiği için ona esasında ne de büyük bir teşekkür ve de özür borçluydum. Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi benim için Ankara’ya, ateşini benim harladığım o cehenneme geri dönecekti.
“Tarık.” diye fısıldadım teşekkür etmek için.
“Efendim Rehiye.” dedi yürekten gelen bir tebessümle.
Lâkin tam o esnada, biri Üsküdarlı’nın omuzuna boş bir yumruk attı.
Onu korumak için elimi uzatıyordum ki, birbirlerini görür görmez yapışık ikizler gibi sarılmaya, tuhaf tuhaf inleyişlerle oldukları yerde tepinmeye başladılar. Üsküdarlı’ya vuran, ondan epey kısa, seyrek kumral saçlı, ela gözlü, sade giyimli bir çocuktu. Yalnız olmadığını sonradan fark ettim. Arkamızda, ona dâhil olduğu aşikâr iki kişi daha vardı; olsa olsa ellilerinde olan dinç bir adam ve de asık suratlı, sopa gibi esmer bir çocuk.
Adam, Üsküdarlı’nın hâlâ sarılmakta olduğu çocukla hemen hemen aynı boylardaydı. İkisi de yere kadar uzanan, bej rengi, kumaş paltolar giymişti. Fark ettim ki bu adam ve çocuğu birbirine benzer kılan bir şeyler var. Saçlarını yatırdıkları biçime, ela gözlerinin yumuşaklığına kadar aynı simayı pay ediyorlar sanki. Baba-oğul olduklarını ilk buradan anladım. Adamın kır sakalları uzun ve temizdi, avuca gelecek kadar gür değillerdi. Çehresindeki o babacan, mütebessim ifadeyle birlikte Üsküdarlı’nın durgunluğunu gelir gelmez zedelemiş olmaları onlara dair duyduğum çekinceyi bertaraf etti.
Ancak yanındaki suratsız çocuktan, onu gördüğüm ilk anda bile haz etmemiştim.
Üstündeki her şey tepeden tırnağa siyahtı; hava karardığından, uzakta beliren bir gölgeye benziyordu. Âdeta bir cenazedeymiş gibi somurtuyor, beni mest eden o manzaraya müthiş bir tiksinti ve aldırmazlıkla bakıyordu. Saçları da, şapkasının altındaki parmağım kalınlığınca kaşları da kapkaraydı. Ancak benim ilgimi esas çeken, yerden ellerine dek uzanan bir enstrüman çantası tutuyor olmasıydı.
“Oğlum sen neredesin ya…” dedi kısa çocuk. “İnsan evinin yolunu unutur mu?”
Herkes hasretle birbirine sarıldı. Bense kenara sinip bana uzattığı çantanın tokasını okşayarak onları inceledim. Üsküdarlı ayaküstü bir kahkaha atıp ona sarılmamakta ısrarcı olan esmer çocuğun fötr şapkasına vurdu. Şapka yere düştü.
“Alıyorsun onu.”
“Sahip çıksaydın şapkana. Ben niye alıyorum-”
“Al-”
“Sen niye sarılmıyorsun bana lan?” dedi Üsküdarlı haylaz bir gülüşle. “O kadar yoldan geldim. İnsan hasret giderir.”
Çocuk pes edip şapkasına uzandı, “Ben on senede bir gördüğüm adamlara sarılmıyorum kardeşim. Bak işine.” dedi başına geçirirken.
Üsküdarlı bu yanıt pek umurunda değilmiş gibi kolunu zorla çocuğun boynuna doladı. Etraflarındaki insanlara aldırmadan kendilerince güreştiler. Çocuk inatla onu itiyor, Üsküdarlı ise sanki daha da gıcık olmasını istermiş gibi gitmesine müsaade etmiyordu. O hâlâ gülmeye devam ederken, “Ziya Amca, sen ne örüyorsun ya?” dedi olduğu yerden. “Topuklar da gitmiş, boy kısalmış. Mezara gün saymaya başlayayım mı-”
“Kes ulan!” dedi adam gülerek. “Seni gömecek adama dediğin laf mı şimdi Tarık Efendi!” Birbirlerine sıkıca sarılıp tokalaştılar. Adam bu iğrenç imadan rahatsız olmuş değildi. Bilakis, onu kendi evladıymış yahut akranıymış gibi ellerinde un ufak edercesine sardı. “Vallahi ölüp gitsek seneyi devriyemizde teşrif edersin be nankör. Bu ne Ankara sevdasıymış yahu!”
Alakamı lafı devralan herkese tek tek iliştirdiğim için epey yoruldum. Kimse de bana bir şey anlatmadığından bu insanların kim olduğunu çözmek zahmetine girişmedim. Günbatımını seyretmeyi bir avuç erkeği tanımaya yeğlerdim. Lâkin Üsküdarlı’nın koyu muhabbete dalan ışıl ışıl gözleri beni fark etti. Büyük bir hata yapmışçasına kolumdan tutup beni yanlarına sürükledi. “Of unuttum ben seni, gel buraya.” dedi. “Beyler, tanıştırayım. Rehiye-”
“Hadi canım-”
“Hayır, Necip.” diye düzeltti dostunu. “Rehiye, yengemin yeğeni. Benim de kuzenim sayılır en nihayetinde. Kendisinin bundan böyle İstanbul’da kalması icap ediyor, telgrafta bahsini ettiğim o mühim mesele buydu. Aksi bir durumda ben yine ilgileneceğim, lâkin ricam ben yokken kıza göz kulak olmanız. Yeri gelince abisi olmanız, ne malum babası hatta annesi olmanız. Bilhassa da sana emanet ediyorum Ziya Amca, ben bunlara güvenmiyorum rakısız sofraya oturdukları yok, Rehiye’yi bozar bunlar-”
“Hiç de bile… Ben asla rakı içmem.” diye çıkıştım kendi irademden habersiz. Fakat öyle utandım, öyle utandım ki ellerimle ağzımı kapatıp Üsküdarlı’nın arkasına saklandım. O ise hâlâ bileğimi tutuyor, diğerleriyle birlikte katıla katıla bana gülüyordu.
Yüzünü hafiften bana eğip arkasına seslendi, “Rehiye, bunlar da benim Üsküdar’dan çocukluk ahbaplarım; Necip ve Musti.” diye takdim etti. “Ziya Amca, Necip’in babası olur. Annemin de sıkı dostudur. Bana tavır alan şu gıcık da Mustafa, ondan kısa olanı da Necip. Bugünlük bu ikisini ezberlemen kâfi, zira bunlardan daha çok var.”
O sırada ben kendimi oracıkta yok etmek isterken gıcık olan, Üsküdarlı’ya daha evvel hiç duymadığım şeffaflıkta bir küfür etti.
Ortalığı ıssız bir hâl aldı. Sadece kalabalığın uğultusunu dinledik. Birinin muhakkak yeri ve zamanı olmayan bir münakaşanın fitilini ateşleyeceği en başında belliydi. Aralarındaki laf dalaşı durulunca, herkesin eski vaziyetine geri dönmesini ve muhabbetin yeniden ısınmasını bekledim. Ancak soğuduğu bile yoktu. Üsküdarlı çocuğa vurdu, o da altında ezilebileceğim bir kuvvetle Üsküdarlı'yı üstüme itti. Geri geri gelirken elleriyle belime tutunup benden destek aldı. Ona yapışıkken çok acayip hissettim.
“Ulan.” Ziya Amca, koltuk altındaki gazete rulosunu acımadan Musti’nin sırtına geçirdi. Tam altı fiske vurdu. “Bir rahat dur be çocuk!”
“Abi gıcık diyor hâlâ bana.”
“E değil misin Mustafa!”
Üsküdarlı’ya içimden, seninle niçin tartışıyor, dercesine bir bakış attım. O da kaşlarını kaldırıp göz kırptı. Yani, onlar mütemadiyen böyle anlaşıyormuş.
“Her şeyi geçtim, insan bari milli bayramlarda gelir. Hafta sonu bir kaçamak yapar. Ne bileyim, bulur bir çare. Kaç sene oldu be oğlum. Bu ne vatan sevdasıymış.” dedi Necip kulağıma pek yatıştırıcı gelen bir sesle. Hitabeti kuvvetliydi. Her kelimesini özenle telaffuz ediyor, karşısındakinin gözlerine bakıyor ve diyeceği her ney ise, mutlak surette muhatabını incitmemeye gayret ediyordu. Sesi beni öyle hipnoz etti ki, anlattıklarıyla Üsküdarlı’nın ne gibi bir ilgisi olabileceğini tamamen kaçırdım. “İnsan kazayla bile mi uğramaz Tarık? Tamam, senin gibi koca adam olamadık ama hepimiz bir şeyle uğraşıyoruz. Hepimiz bir şeylerin ucundan tutuyoruz. Ancak birbirimize ayıracak vaktimiz var bizim. Dargınlığımız sana duyduğumuz sevgiden, sen de kırılma rica ediyorum azizim.”
Bana mahsus bir izahat beklediğimden derhâl Üsküdarlı’ya baktım. O da bu bakışlarıma kaçamak bir yutkunuşla mukabele etti.
“Sıkboğaz etmeyin çocuğu. Vakit bulsa gelmez mi? Kuş uçurtmuyorlar harp okulunda. Ben de kızıyorum ama üzerinde hatırım olduğu için. Öyle elini kolunu sallayıp gelmek kolay mı? Tarık, o haydut dayın nasıl evladım?” dedi Ziya Amca. “Neyse ki okutuyor seni de kafanı dinliyorsundur kışlada. Geçenki ziyaretimizde Allah’a şükür göremedik mendeburu. Ne yaptı, devam mı hâlâ parti işleri?”
“Allah hepinizin belasını versin.” dedi Musti. “Ankara’ya gittiniz de beni niye çağırmadınız?”
Necip tatlı tatlı güldü. “E sen de Konya’daydın. Yürüyüp gelseydin yanımıza.”
“Ya kes be sen de… Zaten telgraflar hep Ziya pedere çekilsin. Bizse herifin her havadisini uçan kuşlardan öğrenelim. Hem bu saç ne, bıyık ne? Ne biçim mektep oğlum burası? Biz gitsek kafamızda tüy bırakmazlar, seni magazin mecmualarına kapak olasın diye keyfinin kâhyasına bırakmışlar.”
Üsküdarlı’ya artık gerçekten tüm bunların ne manaya geldiğini soracaktım ki, “Yetti. Amma kafa ütülediniz, bunaldım.” diye nazlandı. “Ziya Amca, bizi Üsküdar’a bırakabilir misiniz? Rehiye’yi köşke bırakmam lazım.” Boğazını temizledi. “Malum. Ankara’ya dönmem icap ediyor.” Bana baktı. “Okuyorum.”
“Anana haber ettin mi de köşke atayım seni sıpa.” dedi Ziya Amca. “Kadının yüreğine indireceksin. Kapı dışarı eder seni bu gece.”
“Yapacak bir şey yok.” dedi Üsküdarlı, kem küm ederek. “Hele bir gideyim, bir yolunu bulurum herhalde ikna etmenin-”
“E sen bizle gelmiyor musun?” diye sordu Necip. “Yılmazların bodrumda prova alıyoruz bu gece. Sonra da Karaköy’e akacağız. Sen geleceksin diye herkes ayaklandı. Zehra, grubumuza yeni bir solist buldu akademiden. İsmi de Müjgân. Bir görsen, billur gibi sesi var. Uzun, ince, sapsarı bir kadıncağız. Annesi göçmenmiş. O kadar hazırlık yaptık, bu gece bizi dinlemeden gidersen gönül koyarım.”
Üsküdarlı ellerini cebinden çıkartıp beni yanına çekti. “Bu akşam olmaz.” dedi imalı bir sesle. “Belki bir dahaki gelişimde.”
“Bir daha nah gelirsin sen buraya.” dedi Musti. “İlk geceyi böyle ayaküstü görüşerek mi geçireceğiz! Ben anlamam öyle, bu nasıl iş! Ankara’ya da çağırmadılar ki içelim!”
Musti, Üsküdarlı’nın kolundan tutup onu yaka paça sürüklerken diğerleri de ona destek çıktı. Ancak, “Bu akşam sahiden olmaz.” diye diretti Üsküdarlı. Ellerinden kurtulunca, aralarında benim anlamayacağım şekilde fısıldaştılar. Necip, bana bakarak başını salladı. Musti ise ileride pek alışacağım o bakışları bahşetti bana; çatık mı çatık kalın kaşlar, tiksinti duyan bir surat, ezilmesi gereken bir böcekmişim gibi ruhuma saldıran kara gözler. Üsküdarlı’ya, yarın saat kaçta geri döneceğini sordular. Ben ise o esnada gözlerimi Musti’nin yırtıcı bakışlarından kurtarmaya çalışıyor, esrarengiz bir biçimde içime doldurduğu ürpertiyle gene kendimi ona bakarken buluyordum. Üsküdarlı, henüz bilet almadığını fakat en erken seferde geri döneceğini söyledi.
“Başka bir zaman dediysem vardır bir bildiğim. Huysuzluk çıkartmayın.” dedi Musti’nin ensesini huylandırarak. “Üsküdar’a atın artık beni.”
Onları böyle görünce tüylerim diken diken oldu. Üsküdarlı yalnızca benim ensemi huylandırırdı.
Herkes bu ricayı bir emir belleyip yola koyuldu. Valizimi Necip aldı. Musti ise evvelinden beri ellerinin arasında duran enstrüman çantasını sırtına geçirdi, postallarını yere vura vura yürümeye devam etti. Biz de arkalarından birlikte yürüdük.
“Üsküdarlı, ben hiçbir şey-”
“Daha sonra.” dedi bana bakmadan. “Söz. Anlatacağım. Ama şimdi değil.”
“İyi de ben dayanamam ki-”
“Sonra dedim.”
Garın arkasındaki caddede, siyah bir otomobile bindik. Necip şoför koltuğuna oturdu, yanında babası vardı. Valizim bagaja koyulduktan sonra Necip’in arkasındaki koltuğa yerleştim. Üsküdarlı’nın yanıma gelmesini umuyordum ki ortamıza birden devasa çantasıyla birlikte Musti dâhil oldu. Bir terslik olduğunu, yanımda Üsküdarlı’nın oturması gerektiğini ima edercesine ona baktım. Ben başka erkeklerle yan yana oturmazdım.
“Hayırdır?” diye tersledi beni. Benimle konuşmasını hiç beklemediğimden hayretler içinde kalakaldım. “Sen her gün görüyorsun. Bir şey diyor muyuz?”
“Pislik yapma Musti.” dedi Necip motorları harlarken. “Korkutma kızcağızı.”
Ziya Amca, “Tarık ortalarına otur babam, elimden bir kaza çıkacak.” diye Üsküdarlı’ya sitem etti. O da Musti’yi yaka paça tutup dışarıya sürükledi. Bu sırada hâlâ gülüyor oluşu, ahbabının son derece kaba tavırlarını pek de önemsenmediğini düşündürdü bana. İkimizin ortasına oturdu. Ve beni dost bellediği bu mahlûkattan kurtardı.
Otomobilin içinde belki de yarım saatten fazla vakit geçirmişizdir. Her seferinde Üsküdarlı’nın bana ne vakit bakacağını beklediğimi hatırlıyorum. Bacağımı yahut omzumu dürtmesini, bana yanaşıp arkadaşlarının neyden bahsettiğini tane tane açıklamasını bekliyordum. Ancak o, ben olmayan herkesle tükenmek bilmez bir muhabbete dalıp gidiyordu. Ortamızda oturmasına rağmen sırtı en çok bana dönüktü. Ensesini seyrediyordum. Saçları uzadıkça bukleleri irileşmiş, ensesini kapatmıştı. Acaba kasten mi uzatıyor, yoksa kestirecek vakti mi bulamadı diye düşündüğüm bir anda Musti’nin de bana baktığını hissettim. Başımı ağır ağır, şayet kıpırdarsam beni parçalayacak olan bir köpeğe yöneltir gibi, ona çevirdim. Uzun çenesini sıkmış, sanki orada olmamam ve ondan korkmam gerekiyormuş gibi açıkça beni süzüyordu. Daha fazla sinirine dokunmamak için usulca başımı pencereye çevirdim.
Kendimi karanlık boşluğun içinde yarım yamalak beliren şehir ışıklarına kaptırmaya çalıştım. Ancak nafile.
İçimi kemiren öyle bir histi ki, korktuğum yahut tutku beslediğim hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Halam, yapılacaklar listem, rüyalarım, ölümüm… Metin Bey! Metin Bey’i dahi unutmuştum bugünün telaşından. Başımı belki beni görür umuduyla yeniden Üsküdarlı’ya çevirdim. Ne hakla bakmazdı şimdi bana? Ne hakla en çok benimle konuşmaz, en çok bana anlatmazdı kendini?
Bu benim ilk kez deniz görüşümdü. İstanbul’daki ilk hatıralarımdı.
Nasıl olurdu da bana nasıl hissettiğimi sormazdı? Nasıl olurdu da bir avuç erkeğin dostluğunu benimkine yeğlerdi!
Dakikalar geçti. Olduğum yerde sızmış ya da dalmış olmalıyım; aralarında geçen muhabbetin bana dokunduğunu fark edemedim bile. “Oğlum yavaş sürsene!” diye bağırdı Ziya Amca. “Al bak kaçırdı kız.”
Olan bitene dâhil olmak istediğimden yerimden doğruldum. Üsküdarlı hâlâ onlarla gülüşürken nihayet bana döndü. Dudağını büzüp, “Kıyamam ki şimdi…” dedi. Şoför koltuğuna dayadığı eliyle başımı okşadı. “Bahtsız Rehiye.”
“Ne oldu ki…” dedim. “Neyi kaçırdım?”
“Sen kaçırmadın abim, Tarık tembih etti de ben unuttum.” dedi Necip önden. “Nazire Hanımların konağının arkasındaki yoldan geçince Kız Kulesi görünüyor, önünde yavaşlayacaktık sen gör diye.”
Yerimden sıçrayıp pencereye baktım. Sonra da arkaya. Lâkin karanlıktan başka hiçbir şey göremiyordum. İstanbul yok olmuştu. En nihayetinde benim için dayanılmaz olan bu erkek erkeğe araba sefasını da aştık. İstanbul maceram ise, arabadan iner inmez başladı. Bizi sahile çok uzak olmayan, denize doğru bayır aşağı inen dar bir sokağın arkasına götürdüler. Tuhaf bir biçimde İstanbul’a henüz kar inmemişti. Üsküdarlı herkesle uzunca vedalaştı, bense onun arkasına saklanıp bu merasimden kaçtım.
“Yarın geç gidiyorsun itiraz istemem.” dedi Ziya Amca, Üsküdarlı’nın yanaklarını tokatlarken.
“Ziya Amca valla olmaz-”
Adam elini havaya kaldırdı. “Ben itiraz istemem.” dedi. “Bak dükkâna da çağırıp ütülemiyorum kafanı. Yaşlılarla otur, gel balık tutalım da demiyorum. Gençsiniz siz, eğlenin yarın çocuklarla. Akşam vakti biz seni geçiririz. Emanetinde bende, gözün arkada kalmasın.”
İkna olduğunu sanmıyordum, fakat buna bir yanıt vermemesi de iyiye işaretti. Son kez vedalaştılar. En son Ziya Amca parçalarcasına Üsküdarlı’ya sarıldı. Ceketindeki tozları silkeledi. Bir an durup suratını seyretti. Çenesine hafif bir tokat daha atıp, “Aynı babana benzemişsin.” diye mırıldandı. “Bir garip ettin beni.”
Üsküdarlı’nın tebessümü silinip kayboldu. Peşinden geri geldi. “Makyajlı hâline mi, makyajsız hâline mi?” diye sordu gülerek.
“Şimdi bir şey derdim de kızcağızın gözü bizde, hadi git.” diye kıkırdadı Ziya Amca da. “Yüreğine inmesin, birden çıkma ananın karşısına.”
Otomobil gitti, sokakta baş başa kaldık. Ben ona tavır almak istediğimden valizimi ve çantasını kendi başıma taşıyıp uzaklaşmaya başladım.
“Hop… Nereye?” diye seslendi arkamdan.
Yüzünü göremesem de güldüğünü biliyordum. Yol boyunca güldüremediğim yüzünü hiç tanımadığım sıkıcı adamlar güldürmüştü. “Evine.”
Birkaç büyük adımla bana yetiştiğini hissettim. “Bak bak...” dedi yanaşmadan. “Hangisi benim evim biliyor musun peki?”
“Bilmiyorum.” dedim. “Ama bulurum. Bulduğum gibi de seni şikâyet edeceğim zaten.”
Üsküdarlı buna sessiz kaldı. “Şikâyet demek. Kime şikâyet edeceksin beni? Ne yapmışım ben?”
Durup ona döndüm. “…Yalancısın, yetmez mi?” Ağzına yeniden aldığını fark etmediğim kürdanını iç cebine sokup karşımda dikildi. “Ne konuştuğunuzu anlamadım bile! Hiçbir şey bilmiyorum ama güya dostunum! Eve girer girmez seni annene şikâyet edeceğim!”
“Ha ha.” dedi inatlaşarak. “Sana inanmaz. Boşuna ziyan etme nefesini.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü…” Sırıtıp elimden valizimi aldı. Soğuk ellerini, ellerimde hissedince irkildim. Tutmak için yeltenmese valizi düşürecektim. “Ben usta bir yalancıyım.”
Kollarımı birbirine kavuşturup uzaklaştım. “Olsan ne yazar… İnanan bana inanır.”
“O niye?”
“Çünkü ben usta bir yalancı değilim.” Ellerimi belime koyup benimle alay geçmesine müsaade ettim. “Hem, ben çok tatlı bir insanım. Seni bile İstanbul’a gelmeye ikna ettim. Demek ki hitabet kabiliyetim epey kuvvetli. Annenin karşısına geçeceğim. ‘Teyzeciğim, oğlunuz size yalan söylüyor.’ diyeceğim. Elini öpüp bir de evin işine yardım ettim mi elbette ki bana inanacaktır. Arkadaşlarımın anneleri hep sever beni.” Amma velâkin aklıma Meral Hanım geldi. Daha sonra da Nermin. Mutlu hissetmeye hakkım olmadığına inandım. Aldığım nefesle, Ankara’ya ait tüm kötü hatıralarımı başımdan savdım.
“Teyzeciğim…” diye taklit etti beni kendi kendine. “Eğer annemin elini öpersen annem o eli ne yapar biliyor musun sen?”
Yürümeye devam ederken, “Niye öyle dedin ki?” diye sordum.
“Rehiye.” Sesindeki ciddiyeti hissedince, şamatayı bir kenara bırakıp adımlarına ayak uydurdum. Yan yana yürümeye başladık. Bu, nihayet bir şey anlatma zamanı demekti. “Sır tutabilir mis-”
“Ayıpsın. Elbette ki tutarım, yemin ederim ki tutarım. Dilersen Nermin’e sor, yani muhtemelen cevap veremez ama tutarım yani. Vallahi tutarım-”
“Sakin.” Nefesimi tuttum. “Anlatacaklarım burada kalacak ama. Bir daha bahsini etmeyeceğiz, öğreneceksin ve dilini yutup hiç bilmiyormuş gibi yapacaksın.”
“Yaparım.”
“Kimseye söylemeyeceksin.” dedi. “Sır arkadaşım olacaksın.”
Mutlulukla ant içtim. Aynı sessiz adımlarla, ahşap köşklerle sarılı dar sokağın içinde ilerledik. Önümüzden kara bir kedi geçti. Sokağın ortasında durduk. Aniden birkaç adım yaklaştı, başını eğdi ve mırıldanarak bana en büyük hediyemi, ona ait bir sırrı verdi. Hayatımda ilk kez.
“Ben…” deyip tereddütle ensesini kaşıdı. “Ankara’ya geldiğimden beri İstanbul’a hiç dönmedim. Annemi en son gördüğümde on dört yaşındaydım. Ankara’da dayımın yanında olduğumu, tahsil gördüğümü biliyor. Ama… Anladın işte. Tahsil görmüyorum. Hayat bazen dilediğimiz gibi gitmez, anlarsın sen beni. O sebepten çalıştığımı filan… Söylemedim hiç. Yani senin beni bildiğin gibi, buradaki ailem beni bilmiyor. Necipler de öyle. Ziya Amca benim çok güvendiğim biridir. Nadiren de olsa Ankara’ya uğrar, beni ziyaret eder. Bense izin günümmüş gibi onları gezdirir gara bırakırım. Hayatımın bu kadarına vakıf olsa da hem annemin, hem de babamın sıkı ahbabıdır. Oğlu da benim en sıkı dostumdur. Lâkin onlara hiçbir vakit hakikati söylemedim, altını çiziyorum, söylemeyi de düşünmüyorum. Burada kalıcı değilim, bilip ortalığı karıştırmalarını istemiyorum.”
“Bu sırrını yalnız ben mi biliyorum yani?”
Hislerimi tartmak için gözlerimi içine güldü. “Ne oldu, hoşuna mı gitti?”
Utandım. Sarf edeceği sırra bulanmış her kelimeyi ilgiyle dinledim.
“Bunları anlatmak için vakit olur illaki. O vakit geldi mi de ben sana uzun uzadıya anlatırım. Lâkin şimdi ulu orta söyleyemeyeceğim çok şey var. Senden ricam, bana ayak uydur kâfi. Tamam? Hakkımda bildiklerini hiç bilmiyormuş gibi davranmana ihtiyacım var. Geleceğimi bilmiyorlar. Ankara’da çalıştığımı bilmiyorlar. Tek başıma yaşadığımı bilmiyorlar. Hak verirsin ki senelerdir görüşmediğimizden beni tanıyacaklarından da şüpheliyim. Seni annemin yanına bırakacağım. Köşkte kaldığın müddetçe, birisi şayet sorarsa sana; benim çocukluğumdan beri harp okulunda okuduğumu ve bu sebepten de sık sık İstanbul’a gelemediğimi, tahsil peşinde koşturan, gözü istikbalinden başkasını görmeyen biri olduğumu söyleyeceksin. Anlaştık mı?”
“Mümkünatı yok… Ben yalan söyleyemem ki-”
“Kızım demin neyin sözünü verdin sen bana-”
“Ama Üsküdarlı-”
“Çalışmıyorum.” diye ilave etti bana aldırmadan. “Harp okulundayım ve sen, beni o kadar da çok görmüyorsun. Köşke uğrayacak vaktim bile yok. Arada sırada geliyorum, o kadar. Biri bir şey sorarsa da, bilmiyorsun. Tarık’a sorun, diyorsun. Benim hakkımdaki hiçbir şeye cevap vermiyorsun-”
“Hakikati söylemek varken niçin bir yalana sığınalım ki?” dedim. “Peşimize düşecekler, dedin. Ya düşerlerse? Ya beni bulurlarsa? O vakit her şeyi öğrenirler. Halama ettiklerimi öğrenirlerse ben de halamın bana ettiklerini sayar dururum. Sonra dayının sana ettikleri-”
“O yüzden Ankara’ya gidiyorum ya?” Kollarımı sıvazlayıp boynunu alçalttı. “Peşimize düşemesinler diye.”
Her ne kadar istemesem de, ona kıyamadığımdan ricasını kabul ettim.
“Güzel.” dedi. Daha ne kadar yürüyeceğimizi düşünürken şapkasını çıkartıp tutmam için bana uzattı. Uzun, dalgalı saçlarını parmaklarıyla taradı. Kaşlarını ve bıyıklarını düzeltti. Paltosunu, süveterini, süveterinden fırlayan gömleğinin yakalarını ve üzerindeki her şeyi. Kendini bir mağazanın vitrinine asacakmış gibi silkeledi. Avucuna biraz üfleyip ağzı kokuyor mu diye baktı.
Onun peşinden, “Nasıl görünüyorum bak bakayım? Anlarlar mı yalan söylediğimi?” diye sordu art arda. “Eski hâlime benziyor muyum?"
“Eskiden saçlarına toka takardın… Sakalın da yoktu. Takım elbise değil, askılı tulum-”
“Rehiye. Düz cevap ver işte hadi ya.”
“Annen şimdi seni ilk kez mi görecek?” diye sordum. “Çocukluğundan beri hem de.”
Telaşına gülümsemeden edemedim. Onu ilk kez bir şey için bu kadar heyecanlıyken görüyordum. Kaçamak bir tebessümle başını salladı. Tıpkı bir zamanlar sokaklarda pedal çeviren, şapkasının altında terlemiş buklelerini kurcalayan o küçük delikanlı gibi aynı mahcup ifadeyle ensesini kaşıdı. Gözlerinin derinlerine baktıkça o tatlı hâli belirdi karşımda. Bir erkekle dost olmanın herhalde en garip yanı buydu. Gözümü kapatsam, ufacık bir çocuk var hatıramda. Gözlerimi açıyorum, bir bakmışım bıyıklı, hüzünlü koca bir adam oluvermiş. Bense aynı boyda, aynı bedende, aynı dertlerde mahsur kalmışım.
“Geri zekâlı olduğum için bıyıklarımı kesmeyi unuttum. Musti çakar gibi oldu da neyse ki deşmedi. Ee? Sizce nasıl görünüyorum Rehiye Hanım?” Evvela olduğu yerde dikilip birkaç asker selamı denedi. Hemen ardından kollarından birini arkasına dayayıp, ötekisiyle de elimi rica etti. Ben latifeleşiyor sandım, ama elimi uzatmayınca, “Kızım versene elini.” diye ikaz etti. Halamın beni seyredebilme yetisi varmış gibi resmen ürperdim. Utana sıkıla elimi cebimden çıkarttım. Elimi, ellerine uzattım. Dudaklarını tenimde hisseder hissetmezse ahmakça bir dürtüyle kendimi geri çektim. “Bir poz kestirmedin be. Neyse. Pek sevgili aşığınız Metin Kenter kadar olamasak da sizce çürük bir sokak faresi miyim, yoksa harp okuluna giden bir delikanlı mıyım? Benim için epey mühim bir soru, annemle yeniden tanışacağım da.”
O böyle deyince elimi geri çektiğime bin pişman oldum. Metin Kenter öpmek için elime uzanmazken, bana elimi rica eden tek erkeği de başımdan savmıştım. Ne demeliydim? İncinmişse kabahatimi nasıl telafi edebilirdim? “Metin Bey başka biri, onu karıştırma.” Elimdeki hasır şapkasını başına yerleştirdim. “Ama sen… Benim gözümde tam bir İstanbul beyefendisisin.”
Utanmakla kibirlenmek arasında gidip gelen küstah bir sırıtış yerleşti yüzüne. “İyi bari.” deyip şapkasını düzeltti. “Birazdan böyle görünmeyeceğim çünkü.”
“Neden ki?” diye sordum.
Yakasını düzeltti. “Bu gece fena bir dayak beni bekliyor da ondan.”
Üsküdarlı, en başından beri önünde dikildiğimiz köşkün uzun bahçe duvarlarına tırmanıp içeriye atladı. Neden böyle bir şey yaptığını bilmediğimden olduğum yerde, ondan yeni bir hamle beklemeye koyuldum. Duvarın ardında kendi kendine söyleniyor, takur tukur bir şeyleri deviriyordu. “Başlarında bir tane erkek yok hâlâ anahtarları saksının altına saklıyorlar. E ben girdim şu an bahçeye. Buraya anahtar mı konulur, kaç sene geçti.” diye söylenip durdu. Kapının kilidiyle epey uğraştıktan sonra nihayet beni de içeriye aldı.
Tek bir adım. İçeriye attığım tek bir adım, her şeyin seyrini değiştirmeye yetti.
Bana dediği hiçbir şeyi işitemez oldum.
Köşkün iç bahçesinde, aklımdaki hülyalara kapılıp kendi etrafımda dönmeye başladığımı anımsıyorum. Bahçenin ortasında, çok köşeli, içinde çıplak bir melek heykelinin dikildiği küçük bir çeşmeli havuz vardı. Melek, ellerini yukarı doğru kaldırmış, bir şeyler fısıldıyormuş gibi bana bakıyordu. Kollarından aşağı süzülen incecik su, havuzu dalgalandırdı. Her yer, ama her yer rengârenk, adını dahi bilemeyeceğim türlü çiçek ve ağaçlarla kaplıydı. İçeriyi, köşkün dış duvarlarına asılı iki gaz lambası aydınlatıyordu.
Epeydir uğramıyordum.
Havuz, ahşap köşkün ve iki katlı müştemilat dairesinin tam ortasındaydı. Daire karanlık, izbe bir köşede bizi seyrederken; ahşap köşk dört kat boyunca göğe yükseliyor, her katının her bir penceresinden altın ışıklar parlıyordu. En alt katı karanlıktı. Kapısı ikinci katta, yüksek basamakların sonundaydı.
İçerisi muhtemelen tozludur şimdi. Lütfen kusuruma bakma. Temizlemeye vakit bulamadım.
“Pişt?”
Sırtına çarpmasam, belki de kafamın içinde kaybolacaktım.
“Neye bakındın o kadar?”
Bugün bahsini ettik diye öyle oldu galiba, diyordum. Yanıldığımı düşünüyordum. Yanılıyor olmalıydım.
“Ha… Y-yok... Ben…” Peşinden köşkün basamaklarını tırmandığımda aniden şapkasını çıkarttı. “Ne oldu? Neden çıkarttın?”
“Bilmiyorum.” Şapkasını koyacak bir yer aradı durdu. Bıyıklarını tekrardan düzeltti ve bacaklarını sallamaya başladı. “Gerildim galiba. Çişim geldi. Neyse. Dediklerimi unutma sen.”
Ve kapıyı altı kez tıklattı. Zihninin beni umursamayacak kadar meşgul olduğunu bildiğimden bir kez daha melek heykeline baktım.
Burayı nerede görmüştüm ben?
Köşkün kapısı önce epey temkinli, daha sonra ise büyük bir hızla aralanınca bahçeye devasa bir ışık huzmesi düştü. Bakışlarımı önüme çevirdim.
Kapıyı benden bile kısa, yaşlı bir kadın açtı. Bukleli, bembeyaz küt saçları, boyalı kalın dudakları, inci küpeleri, siyah bir bluzu ve belinde de ekoseli bir mutfak önlüğü vardı. Üsküdarlı’ya bakıp bir komut bekledim. O ise, yiyeceği azardan pek memnun bir edayla haylaz haylaz sırıtmaya başladı.
“Hayırdır? Nasıl girdin içeri sen?” Tehditkâr gözleri üzerimizde gezinirken bize doğru bir adım atıp gardını aldı. Arkasına baktım. Köşkün ilk katı, Ankara’dakinde olduğu gibi bir hole değil salonla birleşen koca bir mutfağa açılıyordu. İki odayı ayıran kemere dik uzanan çok uzun bir yemek masası vardı. İskemleleri birileri üstünden henüz kalkmış gibi farklı yerlere dağılmıştı, üstelik her birinin önünde yarım yamalak dolu servis tabakları da vardı. İşin garibi yaşlı kadından başka köşkte kimse yokmuş gibi çıt da çıkmıyordu. Bu esrarı çözmek için dönüp kadına baktım. Üsküdarlı’nın annesi o muydu? İyi de eniştemin bir kız kardeşi vardı. Ablası değil. “Akşam akşam ne işin var burada delikanlı? Hadi bas git evine. Burası o biçim bir ev değil. Nereden duyduysan git onlara-”
Üsküdarlı alelacele şapkasını kafasına geçirdi. “Tuti Anne…” dedi kabahatini telafi etmek isteyen bir sesle. İçeriye bir adım atınca, kadın korkuyla geri tepti. Ta ki o: “Tarık, ben? Tanımadınız mı beni?” diyene kadar.
Başımızın belada olduğunu düşündüm. Fakat sonra kapının, göremediğim duvarların ve salon kemerinin ardından neredeyse on beş tane süslü kadın çıkıp, “Tarık mı?” diye bağırdı. Bir sınıf dolusu çocuk gibi her yerden beliriyor, katlanarak artıyor ve uzun yemek masasının iskemlelerini kalçalarıyla itip elleri yanaklarında bize koşuyorlardı. “Tarık gelmiş!”
“Tarık mı?”
“Tarık mı!”
“Tabii ki Tarık! Başka kim olacak! Ayol ne duruyorsunuz! Çağırsanıza diğerlerini! Demiştim ben, demiştim! Bir gün geri geleceğini biliyordum!”
“Ay bu ne olmuş böyle… Aynı-”
“Aynı babası!”
“E ama hani üniforması! Ben hep asker kılığında gelir diye ummuştum…”
“Tarık?” dedi kapıdaki yaşlı kadın. Zarif, yumuşak yüz çizgilerinde gezinen duyguların, her birini sezebiliyordum; muhakkak ki şaşkındı. Böyle bir mucizenin gerçek olabilme ihtimalini sorguluyor, sevinmek istiyor ancak her nedense sevinemiyordu. Derken Üsküdarlı’yı içeriye sürükledi. Boynuna uzanıp başını kendine, onu kambur bırakana kadar eğdi. Cilalı kırmızı parmaklarıyla evvela yanaklarını, sonrasında ise gözlerini okşadı; tanıdı.
“Yavrum…”
“Yavrum tabii ya.” dedi kadını havaya kaldırarak. Ancak ne vakit, “Ne de çabuk unutmuşsunuz beni.” dedi ki Tuti Anne ansızın elinde beliren bir bastonla Üsküdarlı’yı gerçekten dövmeye başladı.
“Seni gebeş seni! Seni utanmaz! Hangi yüzle geliyorsun sen buraya!”
Kadın, Üsküdarlı’yı kulaklarından tutup mutfağın ortasına fırlatırken ben hâlâ onu pataklayan kadınları seyrediyordum. Kimisi siper ettiği kafasına, kimisi büktüğü sırtına vuruyordu. Kim onlar? Niçin bu kadar güzeller? Hepsi birbirine benziyor, ama yakınlarına gelince birbirinden büsbütün farklı kadınlar bunlar. Kimisi kısa, kimisi uzun. Kimisi balık etli, kimisi kürdan gibi. Kiminin saçları gerçekdışı bir aydınlıkta, küt ve sarı. Kimisi kalemle çizilmişçesine esmer güzeli. Peruk olamayacak kadar sahici, doğal olamayacak kadarsa adi görünüyor bu saçlar. Resmen gecelik entari giyiyorlar. Benim giydiklerim ayak bileklerimde biten, uzun kollu, bol entariler iken onlar Aralık ayında askılı, dantelli, neredeyse göğüs uçlarını görebileceğim denli şeffaf geceliklerle Üsküdarlı’nın etrafında geziyorlar. Benim yaşlarımda kimse yok gibi. Ben ona elimi uzatmaya bile utanırken, nasıl olur da bir erkeğin yanında böyle gezinebilirler? Nasıl utanmazlar? Burası nasıl bir ev böyle? Üsküdarlı’nın bunca kadınla nasıl bir bağı, nasıl bir münasebeti olabilir ki?
Her şeyi geçtim. Annesi kimdi bunun? Ben bu kadınların hepsiyle mi yaşayacaktım? Tarık’sız mı?
Eşikte kaldığımı görünce, belli ki ismi Tuti olan, bu hanımefendi bana nezaketen elini uzattı. Az önceki hiddetinden eser kalmamış bir tebessüm ile “Güzel kız, gel bakayım buraya sen.” diyerek ben içeriye buyur etti. Dayak sırasının bende olduğunu düşündüğümden korkuyordum. Yine de kadının elini tuttum ve içeriye girdim.
“Kimler kimler bu günleri görmem deyip bizi terk etmişti, al da gör!” dedi Üsküdarlı’yı dövenlerden birisi. “Kendi geldi yetmedi, büyümüş de bir de kız getirmiş!”
O ise, “Ablacım bıraksanıza beni!" diyordu yakasını kurtarmaya çalışırken. Lâkin kimse onu dinlemedi.
Tarık’ın burada oluşu, köşkün diğer gizemli sakinlerine ulaşır ulaşmaz birbirinin çok benzeri kılıklardaki kadınlar yemek masasının etrafına doluşmaya başladı. On beş olduğunu sandığım kalabalık iki katına çıktı. Hepsi, ağızlarından çıkan tatlı nidalarla Üsküdarlı’ya sarılmak için tepesine çullanmıştı. Kimisi beline sarılıyor, kimisi uzanıp sanki bir çocukmuş gibi yanaklarını öpüyor, kimisi sırtına bir terlik geçiriyor, kimi karnını çimdikliyor, kimisi ise incecik bıyıkları gerçek mi diye sıkıp bir hayli canını yakıyordu.
Bu manzaranın içerisinde beni hayretler içinde bırakan bir sürü şey vardı.
Bunlardan ilki, herkesin bir kadın oluşuydu. Şeker, tarçın ve hafif ter kokulu bu insan kalabalığı giderek katlanmasına rağmen, içlerinde tek bir erkek belirmemişti. Âdeta kâinattaki tüm kadınlar bir araya toplanmış gibiydi. Buna binaen, herkes inanılmaz derecede güzeldi. Kirpikleri dolgun, dudakları ve yanakları boyalı, olduğum yerden dahi duyabildiğim müthiş ağırlıktaki bir parfümün tesirindeydiler. Çok, ama çok güzellerdi. Tıpkı o mecmualardakiler gibi. Ve garip olan, Üsküdarlı’ya olan yaklaşımlarında da beni huzursuz eden bir mana, bir gevşeklik yoktu. Bilakis. Sanki onu küçücük bir bebekmiş gibi seviyorlardı.
Üsküdarlı’yı yemek masasının iskemlelerinden birine oturttular. O da ne yapacağını bilen bir yavru köpek gibi, parmaklarını Tuti Anne’ye uzattı.
“Özür dilerim.” dedi içten bir sesle. “Kabahatimin farkındayım. Ama durun da bir dinleyin-”
“Özür dilermiş. Aman ya rabbim!” dedi Tuti Anne. “Burası öyle senin kaldığın kışlalara benzemez Tarık Efendi. Burada benim sözüm geçer.”
Olanları seyrederken omuzuma sıcak bir el yerleşti. “Ne güzel gözlerin var öyle. Yeşil yeşil.”
“Ay boyu posu da pek cici bunun. Al da cebine koy… Efnan! Kıza bak, Tarık getirmiş!”
Karşılığında ne diyeceğimi bilemeyecek kadar utanmıştım. Bunca kadının yanında benim herhangi bir uzvum nasıl güzel olabilirdi ki?
Çeneme bir el uzandı. Gözlerimi başımdaki kalabalıktan karşımdaki kadına yönelttim. Kalemle çizilmiş kavisli kaşları çatıldı. Yanağında bir ben vardı. Yanık tenli ve uzun boyluydu. Çenemi kavradığı gibi başımın sağına ve soluna baktı. “Kim cırdı seni?”
Ne diyecektim? Üsküdarlı’ya o kadar söz vermişken şimdi ne diyebilirdim! “K-kuzenim.” dedim tereddütle.
“Kız mı kuzenin, erkek mi?”
“K-kız.”
Çenemi bıraktı. Ne diyeceğimi bilemediğimden yardım dilercesine Üsküdarlı’ya doğru yürüdüm. O ise benden de çaresizdi. Resmen infazını bekliyor gibiydi.
“Ay salıverin çocuğu yahu!” dedi bir başkası. “Buradan elini kolunu sallayarak gitmedi o. Asker olacak diye aldı dayısı onu yanına. Kızmayın artık, vallahi üzülüyorum.”
“Onun münafık dayısından gelecek hayra tüküreyim ben! Ne vakit hayrını gördü de peşinden gitti!”
Yaşlı kadın elleri belinde, irileşmiş burun delikleriyle soluyarak iskemleye yanaştı. Burun kemiği ne kadar inceyse, delikleri de o kadar genişti. Tebessüm etmese hayli duygusuz, katı bir suratı vardı. Üsküdarlı sopadan nasibini alamayan parmaklarını indirdi. Fakat kadın ona her adım attığında iskemlesine daha da yapışıyor, gözlerini itinayla kaçırıyordu.
“Hiç mi acıman yok senin?” diye sitem etti merhametle. “Hiç mi bakmıyorsun sen aynaya?”
O böyle deyince Üsküdarlı daha da içine kapandı. Suçlu ve sessiz bakışlarını ayakucuna dikip kendini herkesten sakladı. Şimdiyse mutfaktan çıt çıkmıyordu. Hepimiz Üsküdarlı’yı seyrediyorduk.
“Daha dün sanki ben bağladım altını. Ben doyurdum karnını. Bir haber bile etmeden kapıyı çaldın. Ne mutlu ki geldin. Ama yazık değil mi? Günah değil mi benim yüreğime? Şu kaşına, gözüne, boyuna, posuna da bir bak.” Kadın şiş gözleri ıslanırken Üsküdarlı’nın ürkek yüzünü iki elinin arasına aldı. “Beni niçin şahit etmedin sen kendine? Ah benim güzel oğlum. Ne ara büyüdün sen? Ne ara kapı kadar oldun? Ne ara çıktı tel tel bıyıkların da tanıyamadım seni? Ne ara adam oldun sen?”
“Ben şimdi ağlayacağım…”
“Ben zaten ağlıyorum.”
“Çok özür dilerim.” dedi Üsküdarlı. Yüzündeki yaşlı elleri tuttu. “Yokluğumun bu denli hissedileceğini tahmin edemedim. Beni unutup gittiniz sandım. Benim kabahatim.”
“Unutup gitmek mi?” dedi başka biri. “Şapşal!”
Tuti Anne, Üsküdarlı’nın bu sözlerini epey içerlemiş gibi göründü bana. “Seni unutmak mümkün mü Tarık?” diye okşadı çenesini. “Nasıl düşünürsün seni unuttuğumuzu? Esas sen unuttun bizi!”
“Unutmadım, yemin ederim unutmadım.” diye savundu kendini. “Ama biliyorsunuz. Asker olmak istiyordum. Öyle dilediğim vakit uğramak gibi bir lüksüm yoktu. Ben de kendimi hazır hissedemedim. Benim için de kolay değil buraya geri dönmek.”
Tam bu an, tıpkı diğer kadınlar gibi Üsküdarlı’ya karşı derinlerimden gelen bir sevgi ve şefkat duydum. Onlar onu bu denli özlerken, aklıma Musti’nin bana söyledikleri geldi. Ben sahiden de Üsküdarlı’yı her gün görüyordum. Buradaki insanlar için paha biçilmez bir nimetti onu görmek. Ben nasıl, mütemadiyen onun benim etrafımda olmasını istiyorsam, nasıl onsuz yaşayamıyorsam; bu insanlar yıllarca böyle bir nimetten mahrum kalmıştı işte. Belki de ben onun esas ailesinin, dostlarının hakkını gasp etmiştim.
Belki de artık Tarık’ı özleme sırası bendeydi.
Onsuz yaşamanın ne demek olduğunu öğrenme vaktim belli ki gelmişti.
Bir müddet hasret giderdiler. Onlara, hakikati söylememeyi sürdürerek, benim İstanbul’da kalmam gerektiğini ve kendisinin de harp okuluna geri döneceğini söyledi. Beni çabukça kabul ettiler, ancak onun gidişine itiraz etmeyen tek bir kadın dahi yoktu. Mecburduk. Üsküdarlı bir şeye karar verdiyse, onu artık hiçbir şey geri çeviremezdi. Ve ben, onun ne denli inatçı olduğunu anca bugün öğrenebilmiştim.
Valizime uzanıp yakında bu meseleyi de konuşacağımızı ima edercesine göz kırptı. Ben de peşinden, onun beni sürüklediği yere gitmek için yamacına geldim. Tam merdivenlere çıkıyorduk ki, arkasını dönüp, “Annem nerede?” diye sordu.
İnanamıyorum, dedim içinden. Bu kadınlardan bir tanesi bile annen değil miydi yani!
Kadınlar bu sualin karşısında suçlu bir edayla kıpırtısız kaldılar. Üsküdarlı ise yarattığı bu sıcak ortamı soğutmaktan çekinmeksizin beni kolundan tuttu ve kendine çekti. “Anladım.” dedi. “Başka yerde olsa şaşardım.”
Birlikte üst kata çıktık. Holün, yerini kestiremediğim kuytu bir köşesinden gürültülü bir tango parçası yükseliyordu. Son model bir radyodan mı yoksa emsali olmayan kaliteli bir pikaptan mı geldiğini anlamak için sese yaklaşmak istedim, fakat Üsküdarlı beni sürüklemeye devam etti. Sanki kimseyle oyalanmamı istemiyormuş, sanki birdenbire tüm dünyası başına yıkılmış da hıncını benden alıyormuş gibi hafifçe bileğimi sıktı. İlk iki katın merdivenleri, penceresinde devasa bir tuvalet aynası olan kare bir holde bitti. Diğer merdivenler için on adım ötedeki daracık basamaklara yürüdük ve çıktık. Basamaklar kadınlarla dolu yeni bir kata değil, ucunda yalnız kapı olan tenha bir çatı katına açıldı. Kapının tokmağını çevirene kadar, kulaklarımı tok bir uğultu buladı.
O, yuvasına geri dönmüştü. Bense köşkün bahçesinde beni kabzeden o hisse yeniden teslim olmuştum.
Burası, evin diğer bölmelerine göre çok daha farklı bir biçimde inşa edilmiş, küçük, hususi bir çatı dairesiydi. Herkesin bir arada barınabileceği kadar konforlu değildi. Sanki tek bir kişiye aitmiş gibiydi. İçeriye girer girmez karşıda kapısı aralık bir banyo, duvara asılı altın çerçeveli dev bir ayna ve üstü ıvır zıvır kâsesiyle dolu bir şifonyer vardı. Az ilerleyince tatlı renklerle bezeli bir salona girdik. Salon ufaktı, ama sağda kalan duvarın girintisindeki açık mutfak ve aynı duvarda yan yana duran iki odanın kapısı çatı katını tamamlıyordu.
Bir şey hissediyordum. Ne hissettiğimi biliyorum, ama bunu bana neyin hissettirdiğinden habersizim.
Tanıyorum burayı. Gördüm. Daha evvel geldim. Eminim. Yürüdüm bu dairede. Bu kapıların ardında ne var biliyorum. Adımımı attığım yerde neyle karşılaşacağımı biliyorum. Bir şeyler yaşandı burada. Buradaydım. Şimdi az öteye geçeceğim. Yerde plak dolu koliler, çarşaflarla kaplı olması icap eden kanepeler ve tozlu vitrinler olmalı. Ama yok. Her şey tertemiz, nizamlı. Değişmiş. Yoksa farklı bir yer mi- hayır.
Orası.
Kâbusumda gömüldüğüm o ahşap köşkün balkonundayım.
Kulaklarım çınladı. Sanki tüm köşk, tüm Üsküdar ayaklarımın altından kaydı. Bir şeyler işitiyorum muhakkak. Biri konuşuyor. Ancak kim? Kim sesleniyor bana?
Bu manzarayı o kadar seviyorum ki... Ne zaman daralsam yere bir minder serer, korkulukların arasından sahili seyrederim. Yaz, kış. Hiç fark etmez. Bilhassa seher vakti ama.
Manzaraya bakıyorum. İstanbul’u seyrediyorum. Karanlık semayı. Denizde yürüyen vapurları. Ağaçların arasından bana göz kırpan karanlık Kız Kulesi’ni ve tepesinde denizi aydınlatan ışığını. Hatırlamaya çalışıyorum. Bir kadının sesi bu işittiğim. Bir tek onu biliyorum.
Vaktiyle sırf manzarası yüzünden ne müthiş paralar teklif edildi, hiçbirini kabul etmedim. Bak. Hâlâ dimdik ayakta.
Bir bardak dolusu ıhlamuru tutuyorum. Omuzlarımda bir şal var. Birini bekliyorum. Yanıma gelecek ve anlatacağım ona. Pikaptan bir ezgi yükseliyor. Hangi plak takılı bilmiyorum. Söyleyenini tanımıyorum. Lâkin güfteleri?
Niçin hepsini ezbere biliyorum?
“Ne o?” dedi Üsküdarlı. Sesini ensemde işitir işitmez yerimden sıçradım. “Beğenmedin mi yoksa evimi?”
Ağzım aralık, bakakaldım.
“Valla ne yalan söyleyeyim Rehiye, ben de çok şaşırdım.” Fazladan yanan ışıkları duvardaki düğmeyle söndürdü. Mutfağın ışığını yaktıktan sonra ise yanıma geldi. “Rüyalar âleminin acayiplikleri işte. İnsan ne küçük yaratıkmış-”
“Senin evini mi gördüm ben rüyamda?” diye kekeledim, ağzım bir türlü kapanmıyordu. “Bu nasıl olabilir ki?”
Üsküdarlı, bu durum pek de büyülü değilmiş gibi bir bıkkınlıkla omuzlarını silkti. “Olabilir Rehiye, normal.” dedi. “Belki sahiden kartpostallara çok bakmışsındır. Efnan Hanım var burada. Fotoğraf kurdu. Hatta en alt katta annem ona banyo yaptırdı filmlerini yıkasın diye. Köşkün içinden bir sürü fotoğraf çekip satardı gazetelere. Belki sen de onlardan birini görmüşsündür-”
Onu dinleyemiyordum. Panik ve hayret hâlinde salonda dört dönüp durdum. O iki odanın kapısıyla göz göze gelince oraya doğru yürüdüm. Sanki müthiş bir şey keşfetmişim gibi rollendim istemeden.
“Hop, nereye?”
O kapıydı. Biliyorum.
“Burada yatak var, değil mi?” dedim kulpu tutarken. “Büyük… Koca bir yatak-”
“Tüm odalarda yatak var Rehiye. Kiracılar yaşıyor burada-”
İlgisizliğine aldırmadım. “Burada öldüm ama ben.”
“Ne?” dedi öteki kulağını yanaştırıp.
“Burada öldüm.” dedim. “O kadın öldürdü beni. Nefesimi kesti. Sonra-”
“Hadi ya…” dedi dalga geçer gibi. Beni omuzlarımdan tuttu ve geriye, balkonun önündeki salona sürükledi. “Ne tesadüf, ben de o odada doğmuşum. Bak sen şu işe.”
“Üsküdarlı-”
“Rehiye.” diye susturdu beni. Elleri omuzlarımdaydı. “Ben bugün ölümü düşünmekten çok sıkıldım.”
Kelimelerime dahasını ekleyemedim.
“Lütfen, çok uzun bir süre bunun bahsini açmasak artık?” diye yatıştırdı beni. “Ben buraya senin için geldim. Olan oldu, biten bitti. Kavga da ettik, küstük, barıştık. Yarın döneceğim. Bir gün, bir gündür. Bırak bu gecenin tadını çıkarayım. Güzel güzel uyuyup yarına güç toplamak istiyorum. Sen de kendini hazır et, zira artık burada kalacaksın. Rüyanı da, ölümünü de düşünecek bol bol vaktin olacak. Çünkü yaşayacaksın. Başardıklarını bana mektuplarında anlatacaksın. Ben de Ankara’da pedal çevirirken senin yazdıklarını okuyacağım.”
Gözlerim ıslanmadı bile. Ağlayacak tüm yaşlarımı bugün tüketmiştim. “Gidiyorsun yani? Kesin.”
“Senin için.” dedi. “Burada mutlu ol diye.”
“Sensiz nasıl mutlu olunur ki?”
Karanlık yüzünü acı bir tebessüm aldı. Ne demek istedi bilmiyorum, ama biliyordum ki bana katılmıyordu. Salonun ortasında, bir karış ötemdeydi. “Öğreneceksin, mecbur.”
Bana yatmam için temiz çarşaflar getireceğini, o odanın sahibinin bu gece köşkte olmadığını ve yerinde uyuyabileceğimi söyledi. Ayaküstü son kez gitme bahsini konuştuk. Ve yollarımız, o iki farklı odaya girmek üzere ayrıldı.
Kafamın içindeki kaygıların seslerini dizginleyemiyordum. Her gözyaşımı zorla başka bir derdim için akıtıyordum. Ona nasıl veda edecektim? Ben buradaki insanlar gibi metanetli değildim. Ben Üsküdarlı olmazsa yapamazdım. Ben onsuz konuşamazdım. Onsuz yazamazdım. Onsuz yaş alamazdım. Onsuz nasıl afiyet içinde olabilirdim?
“Üsküdarlı.”
Odasına girmeden eşikte durdu.
“Ben senden bir şey istesem, ama yanlış anlamasan… Olur mu?”
“Niye yanlış anlayayım, söyle.”
Söylemesi kolay değildi işte. Böyle istekler ancak onun rızası ve teklifi varsa gerçekleştirebileceğim şeylerdi. Etrafta halam yoksa. Eniştem yoksa. Kuzenlerim ve el âlem yoksa.
Kendi kapımın eşiğinden çıkıp gölgesine yaklaştım.
“Evet?”
“Sana azıcık sarılsam yanlış anlar mısın?” Üsküdarlı bunu beklemiyormuş gibi suratıma baktı. “Öyle şey olarak değil… Dost olarak. Nermin’le ben gibi. Gideceksin ya. Belki sabah kalkıp sana veda edemem. O yüzden. Seni özlerim diye-”
Sanırım gülümsedi. Çünkü bekletmeden bana yine kolunu uzattı.
“Öyle değil.” dedim kolunu geri iade ederek. “Az aşağıya in. Hasret gidermek için yani. Daha sıkı sarılayım.”
“Nasıl, böyle mi?” dedi dizlerini büküp. “Bu ne Rehiye ya-”
Tıpkı Nermin’e sarıldığım gibi kollarımı beline değil, boynuna doladım. Başımı, başına yasladım. Sanki gücüm olsa, gitmesine mani olabilecekmiş gibi onu kollarımın arasında muhafaza ettim. O ise ona sarılmama müsaade etmiş, dizleri bükük bir şekilde kapının eşiğinde duruyor, belki de onu soktuğum vaziyete gülüyordu.
“Bitti mi?”
Lâkin ben ona saniyelerce, dakikalarca sarıldım. Sabrının ve dizlerinin yettiği kadarıyla, yumulu gözlerimle onu içime çektim. Vedalaştım. Köşkteki kadınların onu son görüşüymüş gibi. Necip’in, hatta o huysuz Musti’nin Tarık’a son sarılışını hayal ettim. Her birinden daha da sıkı sarıldım ona. Varlığından ne kadarını kucaklayabilirsem yüreğimin ceplerine sakladım. İçin için ağladım. Kollarımı çözme vaktim geldiğinde ise ayaklarım yerden kesildi. İki yana düşmüş kollarıyla bu kez o bana sarıldı, kendi boyuna geri döndü. Ufacık bir an, kendimi dünyanın en aciz, en hafif insanı gibi hissettim.
Başımı boynundan çekip ona baktım. Kollarında asılı kalmıştım, ama hâlâ havadaydım. Bir karış uzağımdaydı. Tıpkı gardaki gibi. Lâkin yüzünü göremiyorum. Orada ama. Biliyorum.
“İndir. Ayıp, bir gören olacak.”
“O Ankara’da kaldı.” dedi kıkırdayarak. “Bu evde ayıp yok.”
Boynundaki ellerimden biriyle tenimi huylandıran yaşlarımı sildim. “Keşke hep böyle olsaymış.”
“Ney böyle olsaymış?”
“Dünya.” dedim. “Sana dostça sarılsam ve içimdeki insanlar bana yanlış bir şey yaptığımı fısıldamasa.”
“O zaman sen de onlara yanlış bir şey yapmadığını fısılda.”
Eğer böyle düşünüyorsa, demek ki beni yanlış anlamazdı. “Sahiden böyle mi düşünüyorsun?” dedim. “Dostlarıma sarıldığım gibi sana da sarılmak… Ayıp-”
“Rehiye, biz birlikte büyüdük. Biz sarılmayacağız da kim sarılacak. Arkadaşız biz. Saçma sapan şeyleri dert etme.”
“Yani beni hiç mi yanlış anlamazsın? Ne istesem-”
“Neden anlayayım-”
“Hiç mi ama? Yüzde bir milyon kadar mı yanlış anlamazsın-”
“Yani öyle bir oran yok ama insanın bir dosta sarılmaya hep ihtiyacı-”
Yanaklarına kocaman bir öpücük kondurdum.
“Burada kal ki her gün sarılayım o zaman.”
౨ৎ
Bölümü bitiren herkesi tebrik ediyorum...
Çok uzun bir vakittir bölüm atmıyordum. Bunun için bahanelerim var elbet, ama hiçbirisi geçerli bir sebep sayılmaz. Bu arada Youtube kanalıma da geri döndüm, kitabı düzenlediğim yazma vlogları çekiyorum hatta (Rahel Katipoğlu diye aratabilirsiniz). Bu vlogları çekerken kendi kendime çok eğleniyorum, ama bir gün olur da hem kitabı okuyan hem de beni izleyen birileri bu kitapla alakalı ne düşünür diye hayal kurmadan edemiyorum....
Siyah Gözlere'nin yolculuğu için çok heyecanlıyım. En büyük dileğim yazdıklarımın kimsesiz kalmaması olmuştur hep, dilerim ki ellerim bir gün sizlere uzanabilir. Bu hikaye ile yüreğinizde barınabilirim...
Yazım hataları kendini imha edecektir,
Bana ulaşmak için *-*,
Instragram: rahelkatipoglu & azizerahel
Sorularınız ya da kitap hakkındaki sohbetleriniz için,
sizleri yorumlara bekliyor,
hoşunuza giden alıntıları #siyahgözlere etiketi ile paylaşmanız için
sabırsızlanıyorum <3
VE DE HERKESİ
ÖLMEDEN EVVEL YAPILACAKLAR LİSTESİ
HAZIRLAMAYA DAVET EDİYORUM!
Sizi seviyorum, öteki bölümde görüşmek üzere!!







Yorumlar
Yorum Gönder