Siyah Gözlere, 1. Bölüm: "Son Kötü Günüm"




(UYARI BÖLÜMÜ) HİKÂYEYE BAŞLAMADAN EVVEL BİLMENİZ GEREKENLER

1) Siyah Gözlere'nin bölümleri, tek tek yayınlamak istemediğim üç kısmın (faslın) birleşiminden oluşuyordu. Fakat dijital bir platformda okumayı zorlaştırdığını düşündüğümden, bölümleri her halükarda aynı çatı altında toplanacak şekilde ayrı yayınlamaya karar verdim. Ama blogumda tek parça halinde yayınlamış olacağım.

2) Siyah Gözlere, pek çok tetikleyici unsuru, pek çok düşünceyi karakterin perspektifinden tezleri ve anti-tezleriyle bir arada barındıran bir dram kitabıdır. Şayet kendinize ait bir fikri-davranışı geniş bir süzgeçten geçiremiyor, kendi zihniyetiniz hâline getirmeye yatkınlık gösteriyorsanız; yani kısacası, 18 yaşının altındaysanız bu kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye etmiyorum.

3) Bu kitabı intihara meyil göstermiş bir genç kız olarak yazıyorum. Tüm hislerimi çıplak bir şekilde dile getirdiğimden, benim gibilerin ya da kendini iyi hissetmeyen bireylerin okuması için uygun olduğunu düşünmüyorum. İntihar kararı pek çok insana göre değişkenlik gösterebilen bir durumdur. 

İntihar zayıflık değildir. İntihar çare değildir. İntihar tek bir şeydir, o da yanlıştır.

Yaşamı sürdürmek zor. Fakat sonsuza dek geri dönemeyeceğiniz bir dünyaya ya da kimilerine göre yokluğa, hiçliğe fazla erken gitmek acınızı dindirebileceğini sandığınız bir çare değildir. Beni intihardan vazgeçiren sebepleri uzun uzun anlatamam. Beni intihara meylettiren düşüncelerimi de sizin uzun uzun anlatamam.

Ama okumak isterseniz, size bir hikâye anlatabilirim.

İyi okumalar dilerim, bizi ucun bir macera bekliyor :) 



 ౨ৎ



"Neden biter tüm ninniler uyu, büyü diye

Hevesli mi insan yavaşça ölmeye?"



Kaybettim Yirmilerimde, Paptircem




SİYAH GÖZLERE - BİRİNCİ BÖLÜM


 I. FASIL:

"IN LAK'ECH"

ben başka bir senim.

Nermin K. Arıkan

İstanbul, 1996 Kışı


Hatıralar berraklaştığında, bir mezarlıktaydım. Ruhum, çamurlu adımlarımın üzerinde usul usul yazgımı takip ediyordu. Yeniden doğabilseydim, toprağa ekilmek için bu günü seçerdim.

Kasım’ın ortalarında olmalıydık. Kargaların sürü hâlinde biz fanileri seyrettiği güneşsiz, puslu, boğucu, gri bir sema var tepemizde. İstanbul, her zamankinden de soğuk. Kar, henüz kuvvet bulup çökmemiş üzerimize.

Uzaktan bakınca yenilgimi kabul etmişe benziyorum. Bir şey hissetmemenin tadına epeydir alışmışım. Çıplak ağaçların arasında, ellerim cebimde dolaşıyorum. Rüzgârın nefesiyle yürüyen, bir yığın kuru yaprak gibiyim. Yaralarımın ne kadar derinimde, ya da derimin hangi cebinde olduğunu kestiremiyorum. Karnım gurulduyor. Gözlerimden bir damla süzüldü süzülecek. Ama gelesi yok hiç, safi soğuktan. Kendime inat düşünmüyorum ben de.

Lâkin düşünmem gerek artık bir şeyleri. İçimdeki odalara; bataklığıma, harabatıma dalmam, hatırlamam gerek. Değil mi?

Kulağımda kulaklık, kotumun cebine takılı metal bir walkman. Yuvasında Hümeyra’nın bir kaseti takılı. Vaktini doldurmuş, çam yeşili paltomu giymişim gene. Omuzlarındaki kahverengi lekelere çiçekler, sarmaşıklar dikilmiş ince iplikten. Sevmiyor değilim aslında. Gerçi her halükarda onu giymek bana büyük bir utanç veriyor. Giysem dahi sarmaşıkların altındaki kara lekeler görünmesin diye uzun saçlarımı salıyorum. Çıkmıyorlar bir türlü. Düğmelerinden biri de yok. Nerede bilmiyorum. Burada mı düşürdüm, yoksa hep mi kayıptı acaba? Nereden bilebilirim?

Henüz yaratılmış bir insanın hatırı gibi tertemiz mezarlığımdaki o kilitli odalar. Eşyasız, renksiz, kimsesiz. Taptaze olmasına karşın gariptir ki bir o kadar da kadim. Pencereyi araladıkça burnuma eski bir diyarın, ömrü tükenmiş bir kederin kokuları geliyor. Biri yaşamış olmalı bu odada. Hatta birileri. Ama nasıl kanıtlarım? Kurcalıyorum, uzanamıyorum. Nereye baksam, unutuyorum. Hiçbirinde yokum. Hiçbirinde yok. Hangisinin kapısını çalsam şimdi?

Ne içimde bulabiliyorum kendimi, ne de odama sinen bu ihtiyar kederin sebebini.

"Kızım, iyice çektin mi fotoğrafları?"

Mezarlığı turlayan sınıfım, ayakları prangalı birer esir gibi ağır ağır sürünerek gözlerimin önünden geçti. Dökülmüş ak saçları mutlak surette paltosunun yakalarında biriken ihtiyar Osman Hoca, vazifelendirdiği kız öğrenciye bir mezar taşını işaret etti. Ona, final imtihanlarımızda kullanabilmek için bir önceki mezar taşının net bir fotoğrafını çekip çekmediğini sordu. İfadesindeki o aksi, sabırsız, asabi huysuzluğu hisseder hissetmez beklenmedik bir tatsızlığa sebebiyet vermemek için söylediklerine kulak kesildim. Gözüne görünmemek hususunda müthiş bir özen gösterebilirsem, başıma bir bela açmayacağımı düşünmüştüm. Hâlbuki o gün mezarlığı saran ziyaretçilerin arasında, ben zaten pek de fark edilmiyordum.

Ama Osman Hoca, sessizliğimde her ne kabahat gördü ise, "Nermin! Kızım kime diyorum!" diye gürlemeye başladı. "Ne o öyle aval aval bakıyorsun! İyice çektin mi taşın fotoğraflarını? Kime diyorum!"

Bu ikaza en az benim kadar şaşıran sınıf arkadaşlarıma ve de onların, eteklerine üşüştükleri huysuz öğretmenlerime baktım. Öğrenciler bir yandan ellerini ısıtmak için avuç içlerine üflüyor, diğer bir yandan ise birbirlerine tıpkı benim onlara baktığım gibi hayret dolu kaçamak bakışlar atıyorlardı.

İsmimin kazayla dahi anılmasından bu denli rahatsız oluşlarını, yüzlerine yerleştirdikleri o kekremsi ifadeden anlamak zor değildi.

Bir yanlışlık olduğunu bildiğimden sesimi çıkartmadım. Sabırla bu ikazın esas muhatabının ortaya çıkmasını bekledim. Çok geçmeden –boynuna asılı bir fotoğraf makinesi olmasından belli-, lafı ağzında geveleyen bozuk bir diksiyonla, "Hocam?" diye girdi bir kız aramıza. "Ben Nermin değilim ki, karıştırdınız herhalde. Neriman ben. Fotoğraf vazifesini bana devretmiştiniz."

Osman Hoca gözlerini devirdi, "Ha Nermin, ha Neriman... Ne fark eder yahu!" diye meşrulaştırdı kabul etmediği hatasını.

Hâlbuki bir bilse. Bir anlatabilsem. Benim için ne de çok şey fark ederdi.

Mezarlığın taşlı yollarında, sürüye dâhil olmadan ilerledim. Bazen bastığım örülü taşların arasındaki turuncu izmaritleri saydım. Bazen çamurlu pabuçlarıma, bazen cebimdeki gri walkmanımdan kazıdığım etiketlerin izlerine, bazen ise etrafımdaki eski mezar taşlarına baktım. Gövdelerindeki yosunlara, küflere, işlemelerinin inceliklerine ve ne uzaktan, ne de yakından okuyabildiğim Osmanlıca yazılarına. Bu esnada ise sınıfım kaldırım kenarındaki mermersiz, henüz gömülmüşçesine taze, ufak bir mezarın başına toplanmıştı.

Çarptığım öğrencilerin arasından sızarak ıslak araziye indim. Toprak yapışkan ve yumuşaktı. Botlarımın kenarları her hareketimde çamura batıyor, onlardan bir an evvel arınmam için dehşetle içimi gıdıklıyordu. Dikildiğim yerden, ayakkabılarımdaki ve pantolonumun uçlarındaki çamur lekelerine baktım. Her adımımda ayaklarım o taze, yumuşak toprakla iç içe geçti.

Her adımımda, o toprağın içine daha da gömüldüm. Hiç çabalamadan. Hiç ölmeden.

"Heh, şu taşa bakalım bir çocuklar. Bu gördüğünüz kabir, ebatlarından da anlayabileceğiniz üzere, bir çocuk mezarı. Tabii Osmanlı'da çocukların mezarları da kız yahut erkek olmalarına göre ayırt edilebilir bambaşka süslemelere, beyitlere sahip olabiliyordu. O vakitler çocuk ölümleri, ya da ne diyelim… Erken ölümler, hastalıkların ulaşılabilir tedavileri olmamasından mütevellit pek yaygın bir hadise idi. Merhum veya merhumenin öyle ahım şahım bir yaşanmışlığı yoktu. Çoğunlukla ebeveynleri mezar taşlarını kendileri adına hüzünlü, kederli, ağıt dolu beyitlerle süslerlerdi. Merhumun vasiyeti olarak şahsi anlamda yazılabileceği bir söz yoktu sizin anlayacağınız."

Osman Hoca, başında koca bir çiçek kabartması olan mezar taşına işaret parmağını uzatarak yazıları okumaya başladı. Bense önümdeki bedenlerin arasından, mezarın desenlerini ve ders çalışamamaktan hâlâ okumayı çözemediğim Arapça harflerini seyrededurdum.

"Mesela bu taş ah ölüm diye başlıyor." dedi çömelerek. Peşinden, hatırımda tutamadığım karmakarışık bir beyit okudu. "Demek oluyor ki bu merhume kızımız ani bir hastalıktan yahut beklenmedik feci bir ölüm sebebi ile vefat etmiş. Onu ailesinin elinden alan, içlerini gamla dolduran ölüme ağıt dolu beyitlerle karşılık vermişler. Aileciği bir nevi ölüme seslenmiş."

"Hocam, sizinle okuyunca kolay ama sınavda nasıl okuyacağız? Ben hâlâ bu kadar karmaşık, süslü beyitleri okuyamıyorum. Mezar taşlarını diğer üniversiteler gibi öteki dönem sorsanız olmaz mı?"

"Kızım..." dedi Osman Hoca, yakın gözlüğünü göğsüne indirerek. Sabır dileyen bir sessizliğin içinde, yüzünü mesh etti. "Yahu bizzat dibinizde okuyorum hatırınızda kalsın diye! Kopya çekip taşı ezberlesen dahi kalmazsın. Ne lüzumsuz sualler bunlar yahu, okuyamayacaksanız ne diye seçtiniz Sanat Tarihi bölümünü? Gazetecilikteki çocuklar bile oturup paşalar gibi Osmanlıca çalışıyor, utanın be utanın! İşinize gelmiyorsa gidin başka bir gâvur dilini öğrenin. Bizim mazimiz bu yahu, mazimiz! Osmanlıcayı öğrenmeden eski Türkiye'yi, miraslarımızı nasıl öğreneceğiz, öğreteceğiz biz. Ben size dönem başında demedim mi evinizde çalışın şu harflere, ufaktan başlayın okumaya, soracağım muhakkak, diye? Yahu bir insan niçin hâlâ öğrenemez, anlayamaz-"

"Hocam, sakin. Sorduk alt tarafı-"

"Üslup." dedi Asuman Hoca. Mor beresinden taşan kızıl saç tutamları uçuşurken, benim yanımda gevezelik eden o öğrenciye ters bir bakış attı. Üzerimden çekip almadan evvel, o bakışlardan birkaç saniye de olsa nasibi aldım. "Hocalarınızla olan üslubunuza dikkat edin çocuklar. Bu nasıl bir laubaliliktir böyle?"

Osman Hoca geleceğini adı gibi bildiği bu savunmanın peşinden pek küstah bir alınganlıkla, elleri ardında mezarın çevresinden dolanıp uzaklaştı. Onun gidişini, olduğumuz yerden ayrılmamızı gerektiren bir buyruk belleyen öğrenciler aynı şekilde başka yerlere dağılmayı münasip gördü. Böylelikle ben ve benim etrafımda kalan üç beş kişi, kalabalığın bıraktığı boşluktan istifade ederek çocuk mezarına daha da yakından bakma fırsatı bulduk.

"Herkes karşı kaldırıma. Kızım çektin değil mi bunun da fotoğrafını?"

"Evet, hocam çektim." dedi Neriman, çözülen örme atkısını eliyle şöyle bir savurup arkasına attı.

Osman Hoca sınıfını bulunduğumuz yerin karşı kaldırımındaki araziye, başka mezar taşlarına yönlendirdi. Tabii o sırada ne ben peşlerinden gidebildim, ne de yanımdaki diğer kız. Sınıfa ayak uyduramamış, önümüzdeki mezara biraz fazla yaklaşmış olmalıyız ki yanımızdan hızla geçen iki iri erkek öğrencinin rüzgârıyla, kaşla göz arasında yere serildik.

İkimiz de boyca epey kısaydık; kolaylıkla fark edilemeyecek, varla yok arası kimselerdik. Kız, dizlerinin üzerinde toprağın engebesiz kısmına devrildi. Bense çamurda kayan botlarım sebebiyle, az evvel seyrettiğim mezarın gövdesine sırt üstü düştüm.

Yarattığımız gürültü, yerini önce kısa bir sessizliğe ardından da erkeklerin alaycı kıkırtılarına bıraktı. Arkadaşlarım, kızı düştüğü yerden kaldırmak için resmen seferber olmuştu. Bense ellerimi can havliyle bir ölünün toprağına geçirmiş, ağaç dallarıyla kaplı sisli gök kubbeyi seyrediyordum. Tuttuğum nefesi, gözlerimi yumduğum gibi hür bıraktım.

Eğer yeni bir mezara düşseydim ve sırtım bir mermere denk gelseydi, bu kadar şiddetli düştüğüm için belki de o an; hayatımın pekâlâ son anı olabilirdi. Belki omurgamı yahut başımı feci surette incitebilirdim.

Tek bir düşüşte. İki erkeğin tek bir savuruşunda. Kısacık bir anda.

Hiç çaba sarf etmeden, kendime el sürmeden ölebilir miydim?

Bu kadar mı, dedim kendime; hâlâ toprağın üzerindeydim. Öleceğim an bile bu denli sıradan, ani ve manasız mı olacaktı yani? Öylesine, bir göz açıp kapayışımda yok mu olacaktım? Kazayla doğduğum gibi, yine kazayla mı ölecektim?

"Gülmeyin be evladım! Burak! Ah, Burak ah… Bari az saygı duy ölmüşlere be çocuk..."

"Kızım! Önüne bakarak yürüsene sen de!" diye yükseltti sesini Asuman Hoca. "İş açacaksın başımıza, zaten kayıyor yerler! Gir bir arkadaşının koluna, alık alık bir başına gezme öyle! Hadi kızım!"

Silkelenir silkelenmez, Asuman Hoca'dan laf yememe telaşıyla, kaldırımdaki öğrenci kalabalığına karıştım. Bir mezarın yanına gidiyor, beyitlerini okuyor, fotoğrafının çekilmesini bekliyorduk. O bitince daha biçimli bir mezar taşı seçiliyor, bu sefer de ona ulaşmak için cümbür cemaat başka ıslak arazilere dalıyorduk. Osman Hoca'nın anlatısı ve Neriman'ın koca bir flaş patlatıp yedekte bulundurduğu fotoğraflarla, bu mezar yazılarını bol mürekkepli bir fotokopi baskısında nasıl okuyacağımızı tahayyül ediyorduk.

Uzaklardan uğuldayan rüzgâr; kabirlerdeki kuru otları süpürdü. Kaşla göz arasında, kendimi yine hiç bilmediğim ıslak patikalara ve dik yokuşlara attım. Yürüdüm. Sanki hiç var olmamışım ve o gün, oraya hiç gelmemişim gibi. Yaşadıklarımı, kendime ettiklerimi, neden burada olduğumu anımsama ümidiyle gidebildiğim tüm uzaklara yürüdüm.

İçi henüz oyulmuş bir toprağın etrafına ufak bir kalabalık toplanmıştı. Adımlarımı yavaşlattım. Bir avuç erkeğin aralığından, tabutundan çıkarılan bir kefen ilişti gözlerime. Saçları dağılmış ergen bir kız, elinde başka bir kızın resmini tutuyordu. Ona sarılmış, kalın bir ağacın gövdesine sığınıp, cansız gözleriyle uzakları seyrediyordu. Gözyaşları donmuştu. Kefenin, başındaki ve ayakucundaki düğümden tuttular. İnleyen kadınları kenara iteleyerek, belki de ömrü hayatımda yüzünü hiç göremeyeceğim bir kızı sonsuza dek bir odaya kapattılar. Onu gömdüler, kapısını kilitlediler ve anahtarını yoldan geçen bir yabancıya verdiler.

Bileklerim kaşındı.

Burayı ve buradan öncesini. Başımı ve sonumu hatırladım.

Yaşamımla ilgili esas sıkıntının ne vakit patlak verdiğini tam manasıyla anımsayamıyorum. Bununla alakalı, sanırım yalnızca tahminlerde bulunabilirim.

İlk intihar teşebbüsüme kalkıştığımda, on sekiz yaşındaydım. Kendimi vapurdan atmanın epey zahmetsiz, biraz da şairane bir veda olacağı hususunda kendimi ikna etmenin bir yolunu bulmuştum. Bir kız çocuğu martıları beslemek için elime bayat bir simit sıkıştırdı annesiyle, bütün dikkatim dağıldı. Ayıp olmasın diye onun neşesine dâhil oldum. Bir simit de ben fırlattım. Utançla pılımı pırtımı toplayıp güverteden indim, kuytu bir köşede çantamdaki deftere sarılarak karaya varmayı bekledim.

İnsanlar, başka insanların intihar etmesine neden katlanamaz acaba? Nerede kendini kesen, biçen, atlamaya yeltenen birini görsem bir avuç insan işini gücünü bırakıp eteğinde toplanır, “Aman yapma. Kendi düşünmüyorsan karını, kocanı, çocuğunu, anneni, babanı düşün.” der. Ne saçma şey bu. Ben neden bir başkası için derdime biraz daha katlanmak zorundayım ki? Garip olan, az kurcalasak bu insanların da benim gibi birer sebebi çıkar meydana. Beni aşağıya indirdiklerinde de benden hiçbir farkları yokmuş gibi ya yemek kaynatmak için evlerine dönecekler tıpış tıpış, ya da çarşı pazarlarına devam edecekler. Beni aşağıya zorla indirebildikleri için gururla eşe dosta anlatacaklar bu yürek burkan hikâyeyi.

Esas inene sormak gerekmez mi? Neden ona da öğretmiyorsunuz derdinizi nasıl unutabildiğinizi?

Lütfettikleri bu yardım elinin sebebi yüreklerinde atan çakma bir kahramanlık arzusundan mı ileri gelir yoksa hayat sahiden, vazgeçilmeyecek kadar güzel midir bilemiyorum. Ben, benim gibi birini hiç görmedim. Görsem mani mi olmaya çalışırdım, yoksa ellerim cebimde yürümeye devam mı ederdim acaba?

En son ne vakit halıya bastığımı hatırlamıyorum. Tuttuğunu koparan, dişli bir kız değilim ben galiba. Sesimi duyabilmek, deliğine kaçmış bir fareyi yakalamaktan daha zahmetli artık. Utangaç da değilim, besbelli yüreksizim. Annemin benden bunalmasına, beni yurtlara prangalayıp o ülkeden bu ülkeye geçmesine şaşmamalı. Sanki sorsa derdimi, oturup anlatabileceğim. Anlatsam, sanki anlayabilecek.

Babamı tanımıyorum. Adının Murat olduğunu, annemle konserde tanıştıklarını ve onu hamile bırakır bırakmaz Almanya’ya kaçtığını biliyorum ama. Bir, on sekiz yaş hatasıymışım. Üzülüyor muyum? Pek değil. İnsan bilmediği, tanımadığı bir hissi özleyemez. Ama aile dedikleri hissi biliyorum. Bir yerlerde görsem, evet bu o diyebilirim herhalde.

Bir teyzeyle büyüdüm ben. Annem, anneannemin ve dedemin yokluğunu hissetmesin diye varını yoğunu ortaya koyan memur bir enişte ve de öğretmen bir teyzeyle, o kambur dut ağacının altındaki iki katlı sarı evde, Beykoz’da büyüdüm.

Annemin, koca teyzesinden gayrı bağrına bastığı tek bir aile ferdi yoktu. Dedem, annem ortaokuldayken; anneannem ise annem lisedeyken vefat etmişti. Şayet bahsi aralanırsa dedemden hasretle söz edilir, annem masanın köşesinde birkaç damla gözyaşı döker, teyzem tarafından sırtı sıvazlanıp acısı tatlı sözlerle dindirilirdi. Sıra anneannemin bahsine geldiğinde ise, sanki o buralarda hiç yaşamamış gibi ev ahalisi âdeta ölüm sessizliğine gömülürdü. Masadan çıt çıkmaz, yemekler toplanmaya başlanırdı. Zira anneannem, annemin hatıralarında; alkol düşkünü, bencil, ahlaksız, erkek sevdalısı, verdiği sözleri tutmaktan aciz bir kadındı. Annem, anneliği ondan değil; kısır teyzesinden öğrenmişti.

Hayatımın ilk çeyreği, tıpkı annemin yazgısında da olduğu gibi koca teyzemin evinde, bir başıma geçti.

Hâlâ okumakta ısrarcı, parıl parıl bir genç kıza anne diye sayıklamak çok zordu. Lâkin esas zor olan, birinin ona anne diye seslenmesiydi sanırım. Belki de bu sebeptendir, annemle aram hiçbir vakit diğer anneler ve kızları gibi olmadı. Birbirimizle pek dertleşmezdik, yan yanayken kahkaha atmaz, göz teması kurmazdık. Birbirimize sarılmaz, ağlamaz, yürekten bir şekilde birbirimize ihtiyaç duymazdık. Kan bağımızdan, birbirimizin suratlarını çalmış olmamızdan ve koca teyzemizden gayrı hiçbir ortak yanı bulunmayan, iki birer yabancıydık. Murat denen o çocuk, on sekiz sene önce bizi birbirimizle tanıştırmış ve hesabı ödemeden masadan kalkmıştı.

Yusuf eniştem, ben ilkokuldayken vefat etti. Koca teyzem ise ben orta sondayken, eşinin peşinden gitti. Annem, onu burada tutan tüm dalları kökünden keserek yüksek lisansı için Türkiye’den ayrıldı. Beykoz’daki ev kiraya verildi ve ben, yurt yurt gezdiğim, konargöçer yaşamıma boyun eğmek mecburiyetinde kaldım.

Şimdi oturup birine annemi anlatsam, kuvvetle muhtemel ona hayran kalır. Ne de olsa güzel bir kadın o, bir çocuğu olduğuna kimse inanmaz. Boylu, poslu, ince, işveli. Cam gibi masmavi gözleri var. Sarışın, ama liseden beri saçlarını siyaha boyuyor. Sildirdiği dövmelerinden gayrı bir tek saçları ona bir metalci olduğunu hatırlatıyor çünkü. Savaşmış, yaşamış. Bu beklenmedik hamileliğe teslim olmamış, okudukça okumuş, öğrenmediği lisan kalmamış, kendine yeni bir dünya yaratmış.

Annem benim hatıralarımdaki bitmek bilmez öğrencilik yıllarının ardından yerel kanalların birinde dünyayı gezdiği, benim izlemeyi pek tercih etmediğim fakat kahvehanedeki tüm erkekleri ekran başına toplayan, bir gezi şovunun yapımcısı ve de ekran yüzü oluverdi. Büsbütün olmasa da, herkes ya yüzünü ya da adını tanıyordu. Her bölümde bir başka ülkeye, yahut şehre gidiyor; yanında oralı bir rehberin eşliğinde, benim nezdimde resmen flörtleşiyordu. Babamı tanımadığım gibi, yeni baba adaylarımı da tanımıyordum. Yıllardır aradığı nihai aşkı her kimde bulduysa, arada bir televizyonda rast gelirsem görebiliyordum. Bazen beyaz bir Avrupalı, bazen burada tanıyıp yanına çağırdığı bir Türk, bazen Fransız bir zenci ama çoğunlukla da annemin ayaklarını benden, buradaki yaşamından kesecek türden uçarı kaçarı bir adam yürüyordu yanında. Kimisi ondan yaşlı, kimisi ondan genç. Lâkin hiçbiri bir baba etmez.

Annemle, beni liseye yazdırdıktan sonra yalnızca Temmuz aylarında görüşmeye başladık. Bunca yoğunluğun ortasında bana ve ülkesine ayırabildiği tek bir gün vardı çünkü.

Bu gün, illa Temmuz ayında olmamak şartıyla bazen herhangi bir yaz ayına da denk gelebilirdi. Ne zaman sezon finali verdilerse yani. İstediğim yemeği yedirdiği, söyleme cesaretinde bulunduysam ihtiyacımı karşıladığı, harç paramı ödediği ve gözlerime yarım dakikadan uzun süre bakmadan gittiğimiz mekânlardaki tanıdıklarıyla selamlaştığı, gülüştüğü, şampanya ikram ettiği koca bir gün. Gerisi ya tek bir paragraftan hallice mektuplardan ya da içi, parmağım kalınlığındaki harçlıklarımla dolu zarflardan ibaretti.

“Bir eksik yok değil mi? Gidiyorum ben Nermin. Rıza Abi’n seni yurda bıraksın, ben de akşama uçağa yetişeceğim. Şu tabağındakileri bitir bari.”

Bir yaz gününde değildik. Keyfe keder bir Mart sabahı Türkiye’ye gelmişti. Sebebini sormaya cesaret edemediğimden anın tadını çıkartmaya karar verdim. İntihar etmeden evvelki son buluşmalarımızdan biriydi.

Ona kırık bir sesle, şöyle demiştim: “Anne?” Ellerini peçeteye silerken ipekten alnı aniden kırıştı. Ne soracaksam bir an evvel sormamı beklercesine gözlerime bakıyordu. Çekindiğimden, arzumu dolaylı yoldan dile getirdim. “A-Ankara nasıl bir yer sence?”

Anlamadığı her hâlinden belli bir tonda, “Ne alaka Nermin ya…” dedi gözlerini devirerek.

“Her yeri geziyorsun ya, o yüzden sordum. Koca teyzem de Ankaralıydı hani. Merakımdan.”

“Yani ne bileyim Nermin…” Hesabı ödemek için kırmızı rugan çantasını kurcaladı, masadan kalkacağı sırada gözlerini yakalamaya çalıştım. “Beni sarmıyor pek. Seni de sarmaz herhalde. Dümdüz bir yer işte, boş ver-”

“Ben Ankara’da okumaya karar verdim.” İkimiz için de böylesi radikal bir kararı dile getirdiğime inanamamıştım. “Sence anne? İstanbul’da yaşamayayım bence artık. Arkadaşlarımdan bazıları şehir dışında okuyacakmış. Düşündüm de… Haklılar. Ben de çok bunaldım. Hem böylece senin gibi-”

“Pardon?” İskemlesine geri oturdu. Sesi öfkeli değildi. Ama bakışlarındaki o netlik, bir hata yaptığıma ikna etmişti beni. “Ben sana bunalacağın bir hayat sunmadım Nermin. Bir bak bakalım etrafına hangi arkadaşın senin sahip olduklarına sahip. Günün birinde iyi bir işe girebil; adın, itibarın olsun diye seni en iyi okullarda okutuyorum. Lisan öğren, ayrıcalık sahibi ol diye bir de gittim seni Fransız lisesine yazdırdım. Günün birinde ‘Anne ben Ankara’da okuyacağım.’ de diye değil. Attan, eşeğe binmek bu dediğin.”

Evet, tam burası. Kaseti daha da başa sarıyorum.

Uzun bir mühlettir içimde barınan buhranımın sebebi, temelini inşa etmeyi unuttuğum imkânsız bir tutkuyla başlamıştı.

Liseyi tıpkı annem gibi, Şişli’deki bir Fransız lisesinde okudum. Onun aksine sahip olduğum imkânların zamanlaması konusunda epey talihsiz ve de yalnızdım. Koca teyzem öldüğü, annemse yurt dışında yaşadığı için lisenin yatılı kontenjanına girmek mecburiyetindeydim. Bir yerlerde güvenle barınabilmemi sağlayıp, bir de beni annemin yükü olmaktan kurtarabilecek tek çare böyle bir lisede okumaktı. Bana en başında sorulsaydı, belki de bu kadar ağır bir yükün altına girmek istemezdim ama. Bir devlet lisesinde okuyup, orta başarıda ama sonsuz mutlulukta alelade bir vatandaş olarak yaşamayı her ihtimale yeğleyebilirdim.

Hiçbir zaman okumaktan keyif alan biri olmadım. Ne vakit lise hatıralarımın üzerinden geçsem, aklımda iyi-kötü canlanan ilk şey hep koca teyzemin bana ısrarla okuttuğu Çalıkuşu romanı olmuştur. Bir başınaydım. Feride ile aynı liseye gittiğimi bilmek sırtımı sıvazlıyordu. Kendimi kimseye anlatamıyor, içimdeki fırtınaları dizginleyemiyordum. Muhtemelen bunlar haricinde pek bir benzer yanımız da yoktu. Zira onun aksine ben öğrendiklerimin, ya da hazırlandığım imtihanların içerisinde hiçbir zaman kendimi bulamamıştım. Ya da beni gitmem gereken yola doğrultan şey, duyduğum öfkenin ateşi de olmamıştı hiç. İşte yapmak istediğim bu, ya da yapmak istediğim şu da diyemedim. Bir fırsatım olsa tıpkı onun gibi alıp başımı gidebilmek, kaçabilmek ve kendimi başka diyarlarda var edebilmek isterdim.

Fakat bir gün, bu bastırılmış arzumun aslında hiç de imkânsız olmadığını öğrendim. Ankara meselesi, alışık olmadığım kadar yabancı geçen bir Pazar günü aklıma girdi.

Parasızlığın tesirini henüz hissetmediğim, okuduğum mektebe ve de doğup büyüdüğüm İstanbul'un zulmüne bir ihtimal ömrümün sonuna dek katlanabileceğimi zannettiğim günlerin birinde; Hristiyan bir kız, benim yatakhaneme yerleşti.

İsmi Anjel’di. Babası ona Angela dermiş. Yatakhanedekiler ona Melek diyordu.

Anjel, Katolik bir ailenin tek kızıydı. Çalıdan hallice, kalın telli, kıvırcık sarı saçları vardı. Kaşları, yumuşak bir fırçayla çizilmiş gibi tel tel ve hafifçe bitişikti. Gözleri elaydı, sağ gözünün haresinde beyazına taşan ufak bir beni vardı. Elinde deri kaplı defterleri, lacivert minik İncil’i, ayaklarında kırmızı rugan pabuçları ve göğsündeki Meryem Ana kolyesiyle mütemadiyen oradan oraya koşturur, ilahi bir nedenden mi bilinmez, gittiğim her yerde belirirdi.

İmtihanlarımın felaketle sonuçlandığı dehşetli bir Pazar günüydü. On yedinci yaş günüm çoktan geçmişti, Anjel’in dediğine göre Noel arifesindeydik. “Nermin… Bugün benimle geliyorsun. Yalnızlıktan kusacağım neredeyse! Yanımda bir dostum olduğunu görürse babam da pek memnun olur hem.”

“İyi de Anjel...” demiştim sızlanarak. “Ben Hristiyan değilim ki, benim kilisede ne işim olur?”

“Hadi n’olursun…” Yaylarını koparırcasına yatağıma zıpladı. Sabahın körüydü. “İbadet etmeni kimse beklemiyor ki senden. Ben ayine katılırım, sen de yanıma sızar iskemlelerde oturursun. Sonra da birlikte Beyoğlu’nu gezeriz.”

O Pazar sabahı, Anjel ile birlikte hayatımda ilk kez kiliseye gittim. Bir Hristiyan kızı gibi mum yaktım, arkadaşımın kolunda iskemlelere sızdım ve ayini seyrettim. Duaların ardından, rahibin etrafını on-on beş kişilik bir koro sardı. En büyükleri bizim yaşlarımızda duran, bütünü ortaokul çağındaki çocuklardan oluşan mütevazı bir koroydu. Gömleklerinin üzerine beyaz birer pelerin geçirmişlerdi. Tam takır, ellerindeki kâğıtlardan aynı sayfayı açtılar. Kilisenin göremediğim bir yerlerinde bir ses sisteminin yahut bir orkestranın saklandığını düşündüm. Bir flüt ya da bir harp sesi duyduğuma her şeyden emindim. Hâlbuki orada olan tek şey, birbiriyle kusursuzca birleşen insan sesleriydi.

Koronun içinden bir kız süzüldü öne. Kızıla çalan kahve saçları, uzun ve kâküllüydü. Gözleri renkli gibiydi, uzaktan insana hoş gelen resmedilesi bir suratı vardı. Yarım çemberin ortasına geçti ve kilisenin gravür duvarlarına çarpan pürüzsüz kafa sesiyle bir ilahi mırıldandı.

Benimkisi de dâhil, hiçbir iskemlelerden çıt çıkmıyordu. Bir insan sesinin, kafasının içinde bu kadar yoğun yankılanabilmesi ve de yetmezmiş gibi onu dışarıya böylesi kuvvetli bir biçimde akıtabilmesi inanılmazdı. Kimi ellerini birleştirmiş, koronun arkasındaki İsa tasvirine bakarak ağlıyor, için için dua ediyordu. Ben dua etmedim. Ama içimdeki bir şeylerin yer değiştirdiğini hissetmiştim. Bir şeyler yüreğimle, ruhumla temas etmişti. Anjel’in babası ve abileri, yüzümdeki ifadeden beni oraya getirmekle ne iyi ettiklerini düşünmüş hemen. İsa’yı bulduğumu ve geri kalan ömrümü ona adayacağıma dair umutlu bir varsayımda bulunmuşlar.

Oysaki ben, o sabah kendi İsa’mla tanışmıştım.

“B-bunun adı ne…”

Anjel, babasından gizli kulağıma yaklaştı. Ağlamak ne kelime, resmen kıkır kıkır gülüyordu. Bir iskemlede saatlerce oturmak onun için işkenceden başka bir şey değildi. “İlahi ya işte-”

“Adını soruyorum Anjel.”

Koluma girerek beni de güldürmeye çalıştı. “Ave Maria.

“Ave Maria.” diye telaffuz ettim onun gibi. Gözlerimi korodan alamamıştım. “Ne demek ki o?”

Anjel kıkırtısını babasından saklamak için eldivenli elleriyle ağzını bastırdı. Etrafını kolaçan etti ve omuzuyla, omuzumu dürterek bana yalan söyledi: “Merhaba Meryem.”

Çok ani ve plansız olduğunun farkındaydım ama daha o gece, kilisede gördüğüm o kızın yerine geçmek gibi uçarı kaçarı bir hayale kapıldım. Şarkı söylemekte becerikli olduğumu ve müziğe düşkünlüğümü hep biliyordum. Müzik derslerimde de başarılıydım, bir flütün hangi deliklerini kaparsam hangi şarkıyı çalabileceğimi aklımdan hesap edebiliyordum. Kafa sesim, göğüs sesimden daha umut vaat ediciydi. Ama bunlara hiç ciddi manada yönelmemiş, içimdeki hamuru hiç bu yolda yoğurmamıştım. Bir kilise şarkıcısı olmak mecburiyetinde değildim tabii ki. Kendi kendime şarkı söyleyip, kendi yolumu çizebilirdim. Meşhur olmama da lüzum yoktu. Şarkı söylesem ve alkış alsam, bana yeter de artardı. Ne yapıp ne edip sahnenin bir noktasında muhakkak bulunmalıydım. Bundan daha güzel nasıl bir gençlik olabilirdi?

“Ne diye konservatuvar okumuyorsun o zaman?” demişti Anjel. Onun yatağında ayaklarımızı birbirimize uzatmış, bornozlarımızın içinde bir sepet mandalina yiyorduk.

“İyi de…” Mandalinanın çekirdeği boğazıma kaçtı, köm köm öksürdüm. “Ben müzik aleti çalamıyorum ki. Çalmayanlar giremiyor herhalde.”

“Ne alaka be. Halamın kızları Ankara’da opera okudu. Devlet korosundalar şimdi. Gönüllü olarak da kiliselerde ilahi söylüyor bazen. Ha bir de arkadaşlarıyla çaldıkları ufak bir müzik toplulukları var. Gerisini sen düşün.”

Opera.” demiştim arkasındaki duvara asılı gümüş haçı seyrederken. Hayatımı renklendirecek büyülü bir sözcük gibi gelmişti. “Girebilir miyim ki? Yetenek sınavını nasıl geçeceğim hem? Ben güzel sanatlar çıkışlı bile değilim. Ama… İstanbul’da var bir sürü. Belki birini tuttururum.”

“Ama onlar henüz yeni ki... En eskisi yirmi sene önce açılmıştır.” dedi. “Ankara’daki ülkenin ilk konservatuvarı, 30’lu yıllardan beri var diye biliyorum. Daha prestijli buradan. Ben yerinde olsam pılımı pırtımı toplar Ankara’ya giderdim. Yeni yaşlar, yeni maceralar ister.”

Aslında sorun hiçbir zaman gidebileceğim en iyi konservatuvarın burası gibi olmayan bir şehirde, Ankara’da oluşunda değildi. Bilakis. Koca teyzem sebebiyle ben Ankara’ya hep çekilen bir çocuk olmuştum. Kalabalığı sevmeyen, sakin bir tabiatım olduğunu da varsayarsak; İstanbul’dan başka herhangi bir şehirde okuma fikri bana o kadar da uzak değildi. Hatta tam bana göreydi.

Fakat annem, aylar boyu aklımdan çıkmayan hayalimi daha dile getirdiğim ilk anda, sebebini bile sormadan reddetmişti. Üstelik benim gibi maymun iştahlı birinin bir hayale dört ay boyunca sıkılmadan tutunabilmesi bir mucizeyken.

Ona göre kaderim çoktan çiziliydi. Beni ne kadar iyi bir okulda okutursa, o kadar iyi baktığını zannediyordu sanırım. Ama niyeyse beni yurt dışında okutmaya ve yanına almaya da hiç hevesli değildi. Buralarda bir yerlerde olmalıydım onun için. İstanbul’da. Mümkünse her dönüşünde beni aynı yerde bulmalı, vazifesini yerine getirip vicdanını rahatlatmalıydı.

Mezun senemde, ülkeye yalnızca Mart ve Ağustos ayları olmak üzere üç kere geldi. Bunlardan biri, Ankara muhabbetinin açıldığı gündü. Söylediklerim onu o kadar rahatsız etmişti ki, havalimanına erkenden gitmek yerine Ankara planını aklımdan çıkartmak için ufak bir şehir turuyla beni en iyi okulların önünden geçirdi.

“Rıza Abi’ne sordum. Şansına burada yatılı üniversite diye bir şey yokmuş. Fransa’da var hâlbuki ne saçma şey.” demişti direksiyonun başındayken. “Ama okulların anlaşmalı yurdu varmış bak. Kampüse uzak ama olsun. Burslu kazandığında ücretsiz kalabiliyormuşsun. Ona göre tercih yap tamam mı Nermin? Lisedeki konforunu yeniden istiyorsan yani. Devlet yurtları çok kötü, koğuş gibi. Onca insanla kalamazsın sen.”

Hayatım boyunca kaldım anne, diyesim geldi. Ama diyemedim tabii. “İnşallah kazanırım.” dedim onun yerine. Camı kapatıp başımı yasladım, ojesini yeni tazelediğim mavi tırnaklarımı kemirdim.

Hayatımın ilk üniversite sınavında, beklemediğim bir şey oldu. Kitapçığımı nöbetçi öğretmene tam uzatırken yere yığıldım. Büyüklerimizin, kaderimizi belirleyeceğini söylediği o mühim sınavın son on beş dakikasını bayılarak gasp etmiştim.

Ve bu, tek seferlik bir problem değildi. Bayılmalarım ve kendimi pekiyi hissetmeyişlerim, sınavdan sonra da pek çok kere baş gösterdi.

Ben bir sıkıntım olduğunu hiç düşünmüyordum. Hatta ne yalan söyleyeyim, sınavım stres yapmadığıma yemin edebileceğim kadar güzel geçmişti. Bir sayısal öğrencisi olarak tüm soruları beklenmeyen bir hızla çözmüş, yetmemiş sözelle uğraşmaya bile vakit ayırmıştım. Üstelik bayılmamı hesaba katmazsak sınıftan erken çıkmış, vaktimi idareli de kullanmıştım. Okulun revirinde gözlerimi açtığımda, başımda erkek bir hemşire vardı. Tansiyonumun herhalde stres sebebiyle fırladığını, bilincimi açmakta çok zahmet çektiklerini ve mümkünse en kısa sürede kan değerlerime baktırmamı tavsiye etti. Stresten ve sıcaktan bayıldığıma emindim, ancak akşam yurtta gene bayılınca ertesi sabah hastaneye gitmek şart oldu.

“Sıradan bir tansiyon düşmesi değilmiş bak, iyi oldu gelmen.” demişti doktorum. Bana kanımla alakalı bir ton şey anlattı. Uzun süre stres altında kaldığımda ya da bir yerde hareketsiz oturduğumda, kanım pıhtılaşmaya çok müsait bir hâle geliyormuş.

“Ama bu çok saçma…” demiştim karşısında dikilirken. “Niye öyle bir şey olsun ki?”

Tepkim, kadını güldürdü. “Şöyle düşünelim...” Bir eliyle kalemini sallıyor, öteki eliyle de kâğıdın kenarlarını kıvırıyordu. “Vücudunun bağışıklık sistemi, böyle anlarda seni korumak için kazayla kendi damar sistemine saldırıyor. Kanın pıhtılaşınca da ya akciğerlerine, ya da beynine sıçrıyor. Tıpkı sınavda olduğu gibi. Beynine ya da ciğerlerine oksijen gitmemesi, ölümcül bir şey Nermin. Ama korkma, yönetilebilir bir şey bu. Şimdi sana bir kan sulandırıcı yazıyorum, derhâl başlıyorsun. Bununla birlikte kendine çok ama çok dikkat etmeni istiyorum. Boyuna göre olman gereken kilonun çok altındasın. Yeme düzenin nasıl?”

“Aklıma geldikçe.” dedim dudağımı bükerek. “Ya da karnım guruldadıkça. Çok yemek arayan biri değilim.”

“Belli oluyor.” dedi tatlı bir alayla. “Sen gene az ye, ama sık ye. Doğum kontrol hapı kullanıyorsan bırakıyorsun. Yaralanmamaya dikkat ediyorsun, kan sulandırıcı kullandığını aklından çıkartmıyorsun. Sağlıklı besleniyorsun, bir-iki ay sonra da tekrar görüşüyoruz. En az kırk beş kiloya çıkmanı istiyorum. Bu halinle bayılmalarını kontrol edemezsin canım.”

Ömrüm boyunca böyle yaşayacağımı ve kendime karşı çok hassas olmak mecburiyetinde olduğumu söyledi. İlaçlarımı alıp gecesinde kullanmaya başladım ve daha az bayılacağım hayatıma temiz bir adım attığımı sandım.

Mezuniyetimi ve güzel geçtiğine inandığım sınavımın zaferini, Anjel’in ailesiyle kutladık. Annem, Mart ayındaki ziyareti sebebiyle bu kez ülkeye Temmuz’da gelmemişti. Telefonlarımı açmıyordu, basit bir mektup bile göndermiyordu. Öte yandan ben, telefonun ucunda ona bir şeyler başardığımı söyleyebilmek için ilk kez yanıp tutuşuyordum. Onu gururlandırmak istiyordum ama o, ahizenin ardındaki bilmediğim dünyasında kabuğuna çekilmiş ve benden uzaklaşmıştı. Bunu ise tek bir sebebe bağlayabilirdim; muhtemelen yeni bir erkek arkadaş edinmişti.

İlk ölümcül darbemi, sınav sonucumu öğrendiğim kasvetli bir cumartesi sabahında aldım.

Diplomamı teslim aldığım gibi yurtla ilişiğim kesilmişti, bu sebepten yaklaşık bir aydır Anjel’in evinde misafirdim. Rahatıma diyecek yoktu ama kendimi bir mülteci gibi hissediyordum. Orada, valizlerimden gayrı bana ait hiçbir şeye sahip değildim. Ellerimdeki zarfı, Ankara’da opera okuma hayallerimi bir kenara bırakarak, sadece konforumu sürdüreceğim bir hayat umuduyla açmıştım. Fakat sonuçlarıma baktığım gibi gözlerim karardı. Yeniden bayıldığım o yaz, benim son mutlu yazımdı.

“Nermincik?” Anjel’i duyamıyordum. Ellerime limonlu bir kolonyayı bocalayıp beni uyandırmaya çalışıyordu. “Ne oldu sana böyle?”

Anjel’e yalan söylemek pek âdetim değildi. Lâkin öğrendiğim bu hakikat, geleceğimin akıbetiyle tanıştırmıştı beni.

Yaptığım soruların neredeyse yarısından fazlası yanlış olmalıydı. Optiğimde kaydırma yapmış olabilirdim. Hesaplamalarımda bir takım hataya kurban gitmiş de olabilirdim. Bu mümkündü ama hayatımın hiçbir noktasında, hele ki bu kadar mühim bir sınavda böylesine düşük bir puanı alacağımı asla ama asla kendimden beklemezdim. Öyle ki, bu neticelere bakıp birilerini özel bir lisede okuduğuma katiyen ikna edemezdim. Ne yapacaktım? Mezuna kalmamak için herhangi bir yedek bölüm seçsem dahi ancak vakit geçsin diye sorularını çözdüğüm sözelden bir bölüm seçebilirdim. Bu da benim için kendimi ait olmadığım bir yabancının evine hapsedip, onları inatla ailem bellemeye çalışmakla aynı kefedeydi.

Diyelim ki yedek bir bölüm seçmedim ve mezuna kaldım. Bir sene boyunca annemden gizli yetenek sınavına hazırlandım, sıkı bir müzik eğitimi aldım, Anjel iyi bir üniversite kazandı ve bense dört senelik Fransızca eğitimimi bir kenara atıp, annemi kuru yalanlarla başımdan savmayı başardım diyelim.

Peki ya, ensemde fısıldayan esas felaketi bunca zamandır görmemeyi nasıl başarmıştım? Herhangi bir üniversiteye yerleşemezsem, ben nerede kalacaktım?

Koca teyzem öleli seneler olmuştu. Annem, evlerini kiracıya vermişti. Bir akrabamız yoktu. Kalacak bir evim, bir arkadaşım kalmamıştı. Tek dostum olsa bile Anjel’in evinde daha fazla kalamazdım. Babası benden haz etmiyordu, bir sürü abisi vardı ve ben kendimi onun dünyasına ait hissedemiyordum. Ruhuma karabasanlar çöküyordu.

O saatten sonra benim için yürünebilir üç yol olabilirdi. Bu yolların biri kestirme, biri yokuş yukarı, biri ise… Meçhuldü işte.

Yokuş yukarı olan yol, gururumu ve yüreksizliğimi çiğnemem demekti ve ben bu yolu yürümeyi katiyen istemiyordum. Özel bir üniversiteye girebilmek, annemin cüzdanından değil yüzüne bakacak cesareti bulmaktan geçiyordu. Aramız bu kadar kötüyken, ondan başarısızlığımı telafi etmesini asla bekleyemezdim.

Meçhul olan yol, gönlümün istediğiydi. Ne yapıp edip bir yolunu bulacak ve konservatuvarı kazanacaktım. Nasılı, nedeni, ne zamanı yoktu. Gerekirse gökten bir mucize inmesi için yere kapanıp yalvaracak ve istediğim bir meşguliyetle gençliğimi geçirecektim.

Kestirme olan yol ise yerleşebileceğim neresi varsa oraya girmek, iyi-kötü bir devlet yurduna yerleşip hem okumak, hem de gizlice konservatuvara hazırlanmak demekti.

“S-sınavı sormadın-”

“Nermin.” Annem, işaret parmağını dudaklarına götürdü. “Sırası değil şimdi. Anlamıyor zaten, başka zaman hallederiz onu. Hangi bikiniyi giyeyim? Yeşil olan mı, turuncu olan mı?”

“Yeşil, anne.”

Bir ağustos günüydü. Bu kez yeni erkek arkadaşına şehri tanıtmak için gelmişti. Askılı turuncu bikinisini, mini kot şortunu ve ayağına da siyah converselerini geçirdi. Ojeleri her zamanki gibi siyahtı. Omuzuna güneş vurunca, sildirdiği dövmelerinin izlerini seçebiliyordum. Bir ağaç dalına ya da bir ipe benziyordu. Bense yanında bir nine gibi kalıyordum. Kemikli yeşil gözlüklerim, paçalı pantolonum, uyumsuzluğu her yerinden aşikâr olan giysilerimle esas onun annesiymiş gibi duruyordum.

Sorumu dikkate almaması sevindiriciydi, bunu bilerek sormuştum. Ayaküstü erkek arkadaşını tanıttı bana. Sarışın Fransız bir adamdı, lisanını bildiğim için beni onunla tanıştırmaya layık görmüştü sanırım. Adamın kızarık beyaz bir teni, gerdanına kadar araladığı buz mavisi bir gömleği, aynı renk kaprisi, sandaletleri ve annem gibi omuzunda bir dövmesi vardı. Gerçekten de çok yakışıklı biriydi, ona baktığımda bir kere daha bakmaktan kendimi alamıyordum çünkü onu hayran olduğum bir ünlüye benzetmiştim. Kiralık bir yelkenliye bindik. Liseli âşıklar gibi yanımda itişip kakıştılar, öpüştükleri anları görmemek için yaz sıcağında walkmanıma sığındım. Elvis’in ve Jeff Buckley’nin kasetlerini baştan sona dinleyip boğazda güzel bir uykuya daldım.

Annem gün boyu nereyi kazandığımı, sınavımın nasıl geçtiğini tek bir kere bile sormadı. Bense bu umursamazlığından istifade edip ona anlatma tenezzülünde hiç bulunmadım. Sınavımın nasıl geçtiğini hiçbir zaman bilemedi. Ansızın bir yaz gecesi, büyüdüğüme ve ona ihtiyaç duymadığıma kendini ikna etti ve bir daha ülkeye hiç geri dönmedi.

O ay İstanbul Üniversite’sinde, kimsenin tercih etmeyeceği bir bölüme; Sanat Tarihi’ne yerleştim. Bir sayısalcı olarak başarısızlığımı ve yeni bölümümü kabul etmem, birkaç cümleye sığdırabileceğim kadar basit olmamıştı. Geceleri döktüğüm çaresiz gözyaşlarını sayacak hâlde değildim ama öyle ya da böyle zaman geçmişti ve ben de daha hafif, keyfi bir şeyler okumanın da zevkli olabileceğine ikna olmuştum. Yaz tatilimin geri kalanını bir devlet yurduna, gerekirse altı kişi ile kalabileceğim yeni koğuşuma, kabulümü bekleyerek geçirdim.

Felaketler dinmişti. Herhalde az çabayla, çok şey başarabilirim ve derslerin yoğunluğu altında ezilmeden yetenek sınavlarına hazırlanabilirim diye düşünüyordum. Taksim’de, ücreti az biraz tuzlu olsa da, harika bir kurs buldum. Yurt ücreti her türlü uyguna gelecekti ve annemin düzenli olarak yolladığı paralarla da bir sene içinde konservatuvar hayalimi filizlendirebilecektim.

O yazın geri kalanında kütüphanesine ve temizliğine yardım etmek şartıyla, Anjellerde daha fazla kalamayacağımdan, lisedeki yurdumda bir ay daha barınabilme izni aldım. Hem dört senedir ellerinde büyüdüğüm için, hem de vaziyetimi bildikleri için üstelemediler. Ancak güz dönemi başladığında, yeni öğrenciler geleceği için yatakhanemi boşaltmalı ve yeni yurduma yerleşmeliydim.

Ama o yaz, bana bir yurt çıkmadı.

Ne yazık ki hayat her zaman planladığımız gibi işlemiyor. Ve dürüst olmak gerekirse, hayatın da bizi karşısına geçirip ders vermeye pek niyeti yok gibi.

Kelimenin tam anlamıyla evsiz biri olarak, bu yükün altında parçalara ayrılmıştım. Koskoca İstanbul’da bir bana mı yurt çıkmamıştı yani? Ufacık bir yere kıvrılabilirdim, gerekirse on kişiyle bile yaşayabilirdim. Sokakta rastgele birini öldürsem, hiç suç işlememiş gibi akşamına yatağı döşeği olan bir cezaevine sokulabilirdim. Ama sırf kontenjan yok diye, razı olduğum çetin şartlara bile erişemiyordum. Üstelik bir katil değil, öğrenciydim. Ve on yedi yaşımda, sokakta kalmıştım.

Her şey çok fena çakıştı. İstemediğim bir bölüm, anneme açıklayamadığım bir gerçek, bitkinliğim, evsizliğim ve de günbegün artan enflasyon. Eylül’ün ilk günü, annemin bir ay boyunca idare edebilmem için verdiği paranın tümüyle kendimi özel bir yurda yazdırmak zorunda kaldım.

Fatih’teki kampüsüme dört vesaitti, merkeze uzak olduğu için kirası civardaki tüm özel yurtlar içerisinde en makul olandı. Bu da, devlet yurduna vermem gereken paranın tam üç misline tekabül ediyordu. Annemin zamsız harçlıkları tam bu noktada yetmemeye başladı işte. Çünkü o burada değildi ve burada geçinmenin zorluğunu bilmiyordu. Canım bir kazağı almak istediğinde keyfi olarak vazgeçiyorsam, öteki ay iki misline çıkıyordu ve hepten alamıyordum. Sadece yükseliyordu, asla inmiyordu. Aynı anda hem harç paramı, hem yurdumu, hem ihtiyaçlarımı, hem de arzularımı gideremiyordum. Bu da yetmezmiş gibi Taksim’deki kurs için, en az dört yüz bin lira ayırmalıydım.

Tam bir sene boyunca başardığım tek şey, kendi başarısızlıklarım sebebiyle yaşadığım hayatı annemden saklamaktı.

Hâlbuki maksadım, ilk ayın ardından ona durumu güzelce izah etmek ve maddi desteğini istemekti. Lâkin telefonda anneme, çok iyi bir üniversite kazandığım ve ücretsiz bir yurda yerleştiğim yalanını laf arasında onu yumuşatmak için söyledim. Erkek arkadaşıyla her nasıl ayrıldıysa, sesindeki öfkeden en ufak ricada bile bulunamıyordum. Bu ay olmazsa öteki ay söylerim, eninde sonunda kini diner, diye düşünüyordum. Olmadı öteki ay söylerim, sonra öteki ay ve de ondan sonraki öteki ay.

En kötü ne olabilirdi ki?

Hayatımın tam bu kısmında, fakültenin her yerinde broşürü dönen bir markette işe girdim. Kaldırım üzerindeki bu sakin marketi daha önce görmüş müydüm bilmiyorum ama bu caddede daha evvel annemle bulunmuş, hatta köşedeki lokantada pek çok kere yemek yemiştik. Annemin sevmediği bir semtti. Ne zaman o lokantaya gitsek, acelesi varmış gibi bizi erkenden kaldırır, pizzalarımızı da paket yaptırırdı. Bir şekilde, bir vakitler sınırsızca karnımı doyurduğum bu semtte asgari ücret karşılığında tam zamanlı ilk işime girmiştim işte.

Marketin sahibi Ercan denen genç bir adamdı. Hani şu ağzı habire laf yapan, sürekli karşısındakini şaka yoluyla konuşturmaya çabalayan, bir ihtimal art niyetsiz, otuzlarının başında, kızlarla pekiyi geçinen şaklaban bir adam. Eli yüzü hemen hemen düzgün bir tipti, yaşından daha da genç görünüyordu. Aklımda hep çıkıntılı köpek dişleri kalmış. Dişlerini ezberleyebileceğim kadar gülerdi çünkü. Sürekli tepemizde yahut aramızda şakalar yapar, bilhassa somurtkan olan beni güldürmeyi kendine vazife edinirdi.

Markette beklediğimden de uzun çalıştım, çünkü patronumuz bize her yerde bulamayacağımız bir konfor sunmuştu. Her ihtiyacımız vardı, düşünülmüştü. Misliyle prim alıyorduk; üniformalarımızı değiştirebileceğimiz kabinler, dolaplar, aynalar, askılıklar, yedek üniformalar, bir duş kabini… Her şeye sahiptik ve tüm yorgunluklara rağmen işimize tutunmak mecburiyetindeydik.

Fakat orada çalışan tüm kızların aksine, bu iş bana fena çarpmıştı.

Hayat kalitem düşmüştü, aynadaki yansımamda bile kesinlikle eski hâlime benzemiyordum. Botlarımın içindeki ayaklarım her gece sızlıyor, su topluyordu. İlaçlarımı içsem dahi yemek yemeyi sık sık unutmaktan bitkin düşüyordum. Yurda geldiğim gibi uyuyor, uyandığım gibi işe geri gidiyordum. Markette mesai saatlerim içerisinde en az altı kere bayılmıştım, yurtta ise tam beş kere. Hem kendime bakıp, hem tam zamanlı çalışıp, hem sevkiyat alıp, hem mesaiye kalıp, hem okula gidip, hem de yetenek sınavına hazırlanamıyordum. Ben aynı anda, tek bir şeyi yapmakta iyiydim ve tüm gücümü para kazanmak yolunda feda etmiştim.

İstifa etmek gibi bir lüksüm yoktu. Yurt yönetimi, her ay düzensiz aralıklarla ufak zamlar yaparak ücretlerini dalgalandırıyorlardı. Karşı çıktığımızda enflasyondan etkilendiklerini, her şeye zam geldiğini ve buna alışmamız gerektiğini söylüyorlardı. Taşınsam bile daha uygun bir seçeneğim yoktu. Hem işe yakın bir yerde barınmalıydım, hem de okuluma. Annemin tanınırlığı sebebiyle birinden ek burs almaktan korkuyordum. İşin en üzücü yanı, tüm keselerimi birleştirdiğimde Taksim’deki kursa girebilmek için misli misli paraya sahiptim.

Ama ya vakit?

En son ne zaman güzel bir kitap okumuştum lisedeki gibi? En son ne zaman okuldan erken çıkıp kampüste yürümüştüm? En son ne zaman yalnızca keyif almak uğruna vapura binmiştim? En son ne zaman en sevdiğim filmi kiralayıp izlemiştim?

En son ne zaman yaşamıştım?

İlk ne zaman ölmüştüm?

Bir gün, akşam mesaisine kaldım. Marketteki kızlardan ikisi de final haftasındaydı ve büte kalmadan memleketlerine dönmek istiyorlardı. Gelip geçici elamanlar olmalarına rağmen onlar için vardiyamı değiş tokuş ettim. Benim için notlarımın hiçbir önemi kalmamıştı. Her türlü okula vakit ayıramıyordum zaten.

“Nermin. Dükkânı onda kapatacağız abicim. Ona göre.”

“On mu?” dedim yeni şampuanları rafa dizerken. Oturduğum taburenin üzerinde hışımla patronuma döndüm. “Ama on olmaz ki? Hiç onda kapamamıştık. Müşteri de yok.”

Elinde sıcak kahve kupasıyla bana yanaştı. “O kadar mı sıkıcıyım ben ya?” dedi gülerek. “Derbi var bu akşam, dışarda bir ton insan olacak. Açık duralım ki-”

“Ben yurtta kalıyorum ama.” dedim. “Onda kapatsak bile yurda yetişemem Ercan Abi. Erkenden çıksam? Sen zorlanır mısın tek başına?”

Diliyle dişlerini kaşıdı. Bir saygısızlık yaptığım düşüncesiyle derhâl duruşumu toparladım. Gözlerime bakmadan, bardağından bir yudum aldı.

“Arkadaş olsana kızım bana…” Sırtını kasaya yaslayarak bardağını şampuan raflarından birine koydu. “Ne yurt korkusuymuş ikidir erken çıkıyorsun. Sizin müdür de pek bir gaddar galiba.”

Sabırla iç çekerek şampuanları koliden boşaltmaya devam ettim. Kendi kendine şarkı tutturup söylemeye başladı arkamda, bana sorular sordu, ama hiçbirine doğru dürüst bir yanıt vermedim. Sessizliğimden hayli rahatsız oluyordu. Elini enseme koyup beni huylandırdı. Mizacını bildiğimden, çalışanlarıyla temasta bulunmasına şaşırmıyordum.

“Sen… Geçenki gibi bayılıyor musun habire öyle? Yoksa bir defaya mı mahsustu?”

Elim, mahcubiyetimi saklamak için kâküllerime gitti. Geçenki bayılışımda başımda o olmasına rağmen, patronuma durumu güzelce izah edememiştim.

“Oho… Bir daha gözün kararınca haber et ama. Korkudan üzerine kahve döktüm kızım, bir de cayır cayır yanacaktın.” dedi kupasından bir yudum alırken. “Üniformana noldu o gün? Yıkayabildin mi? Yenisini alınca çöpe mi attın yoksa?”

Onu kırmamak için şakasına güldüm. “Yok, atmadım.” dedim. Göz ucuyla az uzağımızdaki personel kapısını işaret ettim. “Siz beni kabine bırakınca orada soymuştum. Ama bulamadım bir daha. Zaten başım dönüyordu, hatırlamıyorum ki.”

“İyi bari. Yenisini daha çok yakışmış.”

Saat ona kadar market raflarını düzelttim, gün sonunu aldım, yerleri sildim ve üzerimi soyup Ercan Abi’yle marketin kepenklerini indirdim. Yolda bayılmamdan korktuğu için beni yurda bırakmayı teklif etti. Kibarca reddettim, ama ısrar edince kabul etmek zorunda kaldım. Birlikte otobüse bindik, yan yana koltuklarda birbirimize yapışmış vaziyette hiç konuşmadan ilerledik. Arada bir şaka yaptı, parfümümün kokusunun neye benzediği hususunda bir çocuk gibi iddialaştı, bacağımı çimdikleyerek dikkatimi kazanmaya çabaladı. Bense onu incitmemek için sohbet edebileceğimiz ortak yanlarımızı düşündüm, en nihayetinde adamcağız başıma bir bela gelmesin diye beni yurduma kadar bırakıyordu. İlgisine karşılık verme mecburiyetinde olduğumu zannediyordum. Çünkü annemin ve yurt arkadaşlarımın olmadığı bir dünyayı, kimse oturup bana anlatmamıştı. Yolun yarısında ona hiç de ihtiyaç duymadığımı fark ettim. Ama iş işten geçmişti, adamı başımdan kovamazdım sonuçta. Sahiden de beni yurda bıraktı ve kendi yoluna gitti.

Ertesi gün Ercan Abi markete uğramadı. Kızlarla tek başımıza idare ettik, arada bir böyle gelmediği, uzaktan kolaçan ettiği oluyordu. Alışıktık. Kasa gün boyu bendeydi, kızlar da lak lak ederek diğer işlerle uğraştılar ve günü kapattık. Kabine girdim, çantamı hazırladım ve üniformamı askıya astım. Kızlardan biri, ben içerdeyken samimiyetimize güvenip lambayı kapattı.

“Ya hangi beceriksiz kapattı? Önümü göremiyorum!” diye bağırdım ben de, hâlbuki onlar gibi şaka yapıyordum.

Başımdan kazağımı geçirirken gözüm karanlığa takıldı. Nasıl fark ettim bilmiyorum ama o karanlığın içinde, yanıp sönen kırmızı bir ışık gördüm. Normalde orada ne olduğunu hatırlamıyordum. Ama tam tepemizde, resmen kırmızı bir ışık parlıyordu.

Adım adım ona yaklaştım. Yukarıya doğru tam elimi uzatacaktım ki, kızlar ışığı açtı.

Bir soba deliğinin içine buruşuk kâğıt parçaları sıkıştırılmıştı. Işık, deliğin içinden geliyordu. Boyum yetmediğinden taburelerden birini alıp dolaba çıktım. Hiç zahmet çekmeksizin, neredeyse tavanda olan bu deliği kurcalarken hayatımın en büyük hatasını yaptım.

Hareket eden iki kamerayla göz göze geldim.

Böyle bir hadise bir başkasının başına geldiğinde, herkes genellikle hep kötüye yorar. Oysaki doğru olan hep, ilk hissettiklerimizdir. Ben, bunu öyle bir manaya yormaktan bile hayâ etmiştim.

En nihayetinde o benim patronumdu ve bize gerçekten iyi davranıyordu. Yalnız bize de değil, hayvanlara, çocuklara, markete gelen yaşlılara… Herkesle olan sohbeti o kadar candan, o kadar gerçekti ki böyle bir şeyi ona katiyen konduramamıştım.

Bir şekilde marketin güvenliği içindir, diye düşündüm. Eşyalarımız ya da marketten bir şey çalınırsa içeriye kimin girdiğini anlamak içindir, diye düşündüm. Asla, ama asla kötüye yorup bir insanın hayatını karartmak istemedim. Fakat kalbime o şüphe çoktan ekilmişti ve ben onu söküp hayatıma kaldığım yerinden devam edemezdim.

Konservatuvar hayalimi, o dakikada bilinmez uzaklıktaki bir tarihe erteledim. Kızlara, bir daha kabinde büsbütün soyunmamalarını ve ne kadar terlerlerse terlesinler orada duş almamaları gerektiğini tembihleyip ertesi sabah sağlık problemlerimi bahane ederek Ercan Abi’ye istifamı verdim.

İşten ayrılma fikri korkunçtu ama inanılmaz rahatlamıştım. Yurtta gün boyu horul horul uyuyor, su toplayan ayaklarımı dinlendiriyordum. Özel bir yurtta kalmanın nimetlerinden istifade edip odamızdaki televizyona, kiraladığım filmleri takıp sabahlara kadar oda arkadaşım Sevda’yla film seyrediyorduk. O sıkıcı tarih derslerimi bile özlemiştim. İstifa verdiğim ilk hafta, hiçbirini kaçırmaksızın tüm derslerime girdim. Evet, konservatuvara bu şartlarda hazırlanamazdım. Ne istediğim okulda, ne de istediğim bölümdeydim. Kim bilir öteki ay yurt zamları ne kadar olacaktı. Artık bir işim de yoktu, annemin gönderdikleriyle yetinmeliydim ama hiçbir derdim, boş vakitlerimin bana verdiği keyfi gölgelemeye yetmiyordu. Hatta on sekizinci doğum günümde sırf kendimi daha da mutlu edebilmek için birikmiş parama kıyıp kendime epey fiyakalı, ahşap bir gitar aldım. Nasıl çalacağımı bile bilmiyordum ama konservatuvarı ayağıma getirmiştim işte.

Kendime, beni anlayan bir dost satın almıştım. Onun uğuldayan göğsünü, yaslandığım bir sevgili bellemiştim.

Derken, bu huzurlu işsizlik günlerim nihayete erdi.

Okula gitmek için hazırlandığım bazı günlerde, Ercan Abi’yi yurdun çevresindeki parkta görmeye başladım. İlk baş hayal gördüğümü filan sandım, çünkü bitkinliğim sebebiyle sık sık oluyordu bu. Bazen sabahları, bazense akşamları, bazense okul çıkışları onu gördüğümü zannettiğim pek çok an yaşıyordum. Gölgesini, gülen sivri dişlerini ensemde bile hissedebiliyordum.

“Pişt. Ne ballısın. Mektup geldi bugün sana. Yastığının üzerine koydum, alırsın.” Sevda iskemlesinde yaylanmış, cep aynasına baka baka kaşlarının etrafındaki kılları yoluyordu. “Annenden mi kız acaba?”

Paltomu fırlatıp yatağıma sıçradım. “Bilmiyorum ki.” dedim esneyerek.

“Belki de senin harçlıklara zam yapmıştır bonkör Jale Hanım.”

“Saçmalama.” dedim homurdanarak. Bunu ne de çok isterdim.

Sevda’nın söylediğinin aksine, bana gelen mektuptan ziyade daha çok büyük bir paket gibiydi. Hani içinde evrakların, belgelerin olduğu büyük zarflar olur ya. Üzerinde sadece benim adım ve yurdumun adresi yazılıydı. Gönderen bir yerlerde yazıyorsa bile çok hızlı yırtıp açtığım için görememiştim.

İçinden bir defter çıktı.

Yaprakları kabarık, herhangi bir kırtasiyeden alabileceğim, kullanılmış bir okul defteriydi. Elbette ki böyle bir paketin neden bana geldiğini sorguladım. Merakımı dindirmek için ilk sayfasını araladım. Sonra ikinci sayfasını. Peşinden üç, dört, beş… elli, elli bir.

Her sayfasında annem vardı.

Ucuz magazin dergilerine, sosyetik gazetelere basılan tüm fotoğrafları dikkatle kırpılmış ve defterin sayfalarına yapıştırılmıştı. Âdeta acemi bir çizgi roman taslağı gibiydi. Bazılarında dümdüz, resmi bir poz vermişti. Bazılarında ise resmin bütünlüğü bozulmuş; üst üste attığı bacakları, mini etekleri, elbisesinden taşan vücut hatları tek bir objeymiş gibi deftere yapıştırılmıştı. Midemi iğrenç bir ürperti kapladı. Onu böyle görmeye alışık değildim. Bu fotoğrafların hiçbirisi annem gibi değildi. Hatta bazıları annem bile değildi. Bikinili bir modelin kafası kırpılmış, yerine bantla annemin başka bir resimdeki başı yapıştırılmıştı. Bazı resimlerde, modeller bikini bile giymiyordu. Her sayfanın boşluklarında adı yazıyordu. Her yerde kalpler vardı. Seni çok seviyorum Jale. İyi ki benimsin Jale. Bu en sevdiğim eteğin Jale. Bu renk sana çok yakışıyor Jale. Bir sürü, ama bir sürü yazı ve bir sürü kırpılmış fotoğraflar.

“Nermin?”

Defterin son sayfalarını açtım. Kendimi görür görmez, gözlerim karardı.

Bu bendim. Ancak gördüklerim, benim kırpılmış bir fotoğrafıma ait değildi. Bilerek poz verdiğim hoş bir hatıramdan da alınmamıştı. En nihayetinde ben annem gibi kolay ulaşılabilir bir ünlü değildim.

Ama ulaşılması mümkün olan bir elemandım.

Üniformamı değiştirdiğim, çok sıcakladığımdan üzerime su tuttuğum, içeride kimsenin olmadığını sandığım, tek başınalığıma güvenip büsbütün soyunduğum her anımın bir kopyası deftere yapıştırılmıştı.

Resimlerin altında, bir yazı vardı: Kızı da tıpkı annesi gibi… Jale. Kalp. Ercan. Kalp. Nermin.

“Nermin! Ay duymuyor musun- Nermin?” Sevda, iki eliyle beni sarstı. “Noluyor kızım? Ne oldu? Annene mi bir şey olmuş?”

Son sayfada da ben vardım. Bu, kamerayı fark ettiğim anın bir fotoğrafıydı. Ve altında birine söylersen, bittin yazıyordu.

Belki o gün ona, gerçekten ne hissettiğimi hiçbir zaman ifade edemedim.

Belki anlatsaydım, aylarca peşimi bırakmayacak, her hafta bana yeni bir defter daha gönderecek bir mikrobu daha ilk gününde bertaraf edebilirdim. Lâkin ben oda arkadaşıma, hiçbir vakit unutamayacağı bir kötülük ettim.

Benim ve annemin bedeninin; bir yerlerde, birinin, hele ki bir adamın ellerinde, özgürce bakabildiği bir kopyasının olması fikri benim aşabileceğim bir şey değildi. Düşündükçe yediklerimi kusuyordum, düşündükçe bayılıyordum. Düşündükçe ağlıyordum. Sonra daha güçlü, daha açık fikirli biri olabilmek için kendimi kandırmaya çalışıyordum. Bunu bile umursamayacak, bedeniyle özgürleşmiş bir kadın olabilirsem belki de durumu kendi kafamın içinde normalleştirebilirdim. Ancak nasıl mümkün olabilirdi bu? Birinin bana, bedenime yaptığı bir ihlali nasıl normal sayabilirdim? Annem hiç değilse bu defterlerde giyinikti. Yapılan bir suç olsa dahi kendi rızasıyla bedenini sergilemekte özgürdü, alt tarafı giysileri kısa ve dekolteliydi. Ama ya ben? Ben büsbütün oradaydım.

Defterin geldiği günün ertesi, kendimi ve defteri vapurdan atmaya çalıştığım gündü. Gelecek hafta ikinci defteri teslim aldığımda, gecenin bir yarısı Sevda’nın ilaç kesesindeki tüm hapları ağzıma bocalayıp uyudum.

Kendime geldiğimde ufak bir hastane odasındaydım. Bir hafta geçmiş. Hatırlamıyorum bile. Midemi yıkayıp beni hayata geri döndürmüşler. Vitamin değerlerim çok düşmüş, kilo almam gerekirken otuzlu kilolara düşmüşüm. Annem de yanımda olmayınca, doktorum bir hafta hastane gözetiminde takviye almamı söylemiş. Bense yalnızca kâbuslarımı biliyorum. Uykuların yaratmadığı, gerçek kâbuslarımı.

Uyandığımda başımda tek bir kişi vardı. Saçlarındaki kırları görünce annem ya da arkadaşlarımdan biri olmadığına hükmetmek güç olmadı. Müdire Hanım’dı gelen.

“Nermin.” dedi dizlerini döve döve. “Ah Nermin…”

Saygıda kusur etmemek için yerimden doğruldum, ama onu bile yapmak nefesimi tüketmişti. “Özür dilerim.” diye fısıldadım. “Sizi endişelendirmek istememiştim-”

“Bir daha yurdumda böyle bir vaka görürsem, acımaz kovarım seni.” diye kesti lafımı. “İki çift lafım var, onu söyleyip gideceğim. O yurdu bugünlere getirebilmek için canımı dişime taktım ben. Yeni yetme bir kız ilgi çekmek için bir avuç hap yutsun da, herkes eteğine toplansın diye değil. Bayılmaların kâfi gelmedi herhalde. Senin yüzünden beş velim, öğrencilerimi yurttan aldı. Kızları özendiriyormuşsun. Güvende hissetmiyorlarmış. Bugüne dek tek bir kere bile yaşamadım ben böyle hadiseyi. Bir daha öğrencilerimi korkutursan gözünün yaşına bakmam Nermin, bilesin.”

“B-ben de...” diye uzattım serumlu elimi. “Güvende hissetmiyorum-”

“Bir haftadır yatıyorsun, yıkadılar mideni. Kırk kilo olmuşsun, salarlar yakında. Beslediler tabii seni. Ama sor bakalım kimin parasıyla? O soytarı annene söyle de kızına sigorta yaptırsın. Kiranı ödeyememene rağmen merhamet edip masrafını cebimden ödedim. Ödedim de ne uğruna? Yurdumun adı çıkmasın uğruna. Üzerine bir de bu bindi. Annene iletirsin artık borcunu. Hadi kızım, hadi selametle.”

Kapımı çarptı ve gitti. Ziyaretime bir tek Sevda ve Anjel geldi.

İyileştikten bir ay sonra, onuncu defterimi teslim aldığım gece yurdun tuvaletinde bileklerimi kestim.

Sürpriz.

Gene ölemedim.


𖣂


Ders bittiğinde, mezarlıktaki kavak ağaçlarının arasından yorgun bir akşam güneşi peyda olmuştu. Bir mezarın üzerine düşmek ve de sürüklendiğim mezarlıkları kovalamak haricinde, günüm işte aynen böyle geçmişti.

Bomboş ve manasız. Yine de ölümden bir basamak ileride. Bir basamak daha canlı.

"Duydun mu?"

Biri bana sesleniyor sandım. Konuşan burnu kemerli, esmerce bir kızdı. Kulaklarındaki halka küpelerden ve şakaklarına dek uzattığı bordo allıktan onu hemen tanımıştım. Benimle konuşmuyordu ama. Yanındaki bereli arkadaşının yüzünü olduğum yerden seçememiştim. Daha önce hiç yüz yüze gelmemiştik ama yurdun koridorlarında, hatta bizzat benim kaldığım katta ikisini kol kola gördüğüme emindim.

"Neyi be?" dedi bereli kız. "Neyi duydum mu?"

Etrafı kolaçan ettikten sonra küpeli olan yeniden konuştu. "Bu akşam Nermin'in annesi gelecekmiş yurda. Şu televizyondaki gezen kadın."

İsmimi ve benimle birlikte konuya dâhil olan annemi duymak, bana çok uzun bir vakittir midemde hissetmediğim tatsız bir ürpertiyi bahşetti.

Annem mi? Kasım’ın ortasında bir de? İyi de, annem hangi yurtta kaldığımı bile bilmiyor ki? Bir senedir ülkeye adımını bile atmadı.

"Hadi canım? Jale Hanım mı gelecekmiş?" dedi bereli kız. "Yurda niye geliyor ki?"

"Saf mısın kızım, boşaltacaklar ya odasını."

Nefesimi tuttum. Tuttum ki, duyduklarım bir hayal gibi gelmesin kulağıma. Kendi başıma açtığım türlü belaların, yalanların ve günahların cezasını tıpış tıpış çekeyim.

Ben beceremedim. Bari annem öldürsün bugün beni.

"Yazık. Bekliyorduk valla. Epey de vakit oldu. E bu saatten sonra geri dönüşü de yok. Boşaltmasınlar da ne yapsınlar? Ama bence borcunu ödemeye de geliyor olabilir. Hastane paralarını kadın kendi cebinden ödedi hep. E o da koskoca Jale Hanım. Ardında borç bırakacak değil en nihayetinde..."

"Üzüldüm ya... Ruh gibi de bir kızcağızdı." dedi bereli kız. Arkalarına saklanarak dinlediğim bu acıklı sohbet, aslında hiç umurunda değilmiş gibi: "Acaba dediğin gibi olursa beni geçirirler mi o odaya? Penceresi ön bahçeye bakıyor, baya havadar orası." diye de ilave etti.

Bu şuursuzluk beni çileden çıkarttı. Paltomun altındaki derimi kaşıyarak, sırtımı kalabalığa çevirdim. Gerisin geri, ardıma tek bir an dahi bakmadan yürüyüp gittim.

Mezarların başucundaki ziyaretçilerden kaçmak yerine, arazilerin daha da içine ilerleyip yanlarından geçtim. Hayatıma geri dönmek istemiyordum. Alnımı kaşıyor, saçlarımı kurcalıyor, ıslanan gözlerimi paltoma siliyordum. Belki biraz müzik dinlersem yaşanacaklara daha sakin bir gözle bakabilirdim. Belki yurda döndüğümde annemle nasıl karşı karşıya geleceğimi ve olup bitenleri ona nasıl daha aklı başında, daha etraflıca anlatacağımı düşünebilirdim.

Ellerimi cebime soktum. Fakat içlerinde bozukluklardan ve birkaç sakızdan başka hiçbir şeyim yoktu. Walkmanımı hissedemiyordum. Onu muhafaza edebileceğim ne bir çantam, ne de içi dolu bir başka cebim olmamasına rağmen tüm muhtelif ceplerimi ve bedenimi kolaçan ettim. Bir mezarın üzerine düşmüştüm. Olsa olsa o arbedede yitirmiş olmalıydım. Ama sırf Asuman Hoca'nın korkusundan neden ardıma bile bakmamıştım ki? Ben şarkı dinlemeden on adım öteye bile ilerleyemezdim. Walkmanım olmadan yurda nasıl geri dönmeyi planlıyordum acaba?

Parmaklarım kaşınan saçlarımda, kendi etrafımda döne döne mezarları yokladım. Hiç dert sahibi değilmişim gibi bir de bunca insanın arasında hangi mezara düştüğümü bulacaktım. Hiçbirine de dikkatle bakmamıştım ki. Hepsi bir yabancıydı. Hepsi bir garipti. Ne mezarları suluyorlar, ne de el açıp dua okuyorlardı. Düşündüm. Sınıf tepeyi tırmanırken Osman Hoca, kalabalığı sollarında kalan bir araziye sokmuştu. Peşlerinden bayırı inip yanlarına gelmiştim. Bir başıma gezinirken onların nerede olduğunu nasıl hissetmiştim ki? Seyrettiğim semayı kaplayan ağaçlar neye benziyordu? Arazilerin köşesinde hangi numaralar yazılıydı?

Aradığım, kesin olarak bir bayırdı. Uzun ağaçlarla sarmalanmış bir kubbe ve de kuytu köşeye çıkan bir bayır. Dolandım durdum. Belki de dakikalarca daracık kabirlerin mümkün kıldığı tüm yollara, köşelere, çıkmazlara saptım. Tam pes edip bir walkman bahanesiyle ağlayacaktım ki sol yanımda göğe uzanan o ağaçları ve dik yokuşu gördüm. Gözyaşlarım yerini sahiplenmeden, koşa koşa yolun köşesine yaklaştım. Osman Hoca'nın saptığı, küçük çeşmeden sola dönerek mezarların dizildiği araziye girdim.

Düştüğüm yeri tanıyınca içim ferahlamıştı. Lâkin vardığımda mezarın başında çoktan biri vardı.

Bir kadın.

Onu fark eder etmez, koşan ayak seslerimi büyük bir gürültüyle bastırdım. Nefesimi yuttum, ağzımı kapattım ve varlığımı hissettirmemeye çalıştım. Yüzünü göremiyordum. Sırtı, çıkarttığım onca gürültüye rağmen hâlâ bana dönüktü. Kahverengi kürk paltosunun altında benim boylarımda, belki de benim kilolarımda ince ve dik bir bedeni vardı. Ellerini önünde kavuşturmuştu. Küt, ince telli kabarık sarı saçları özenle buklelenmişti. Sağ omuzuna astığı deri çantası belinden aşağıya sarkıyordu. Bu denli özenli görünüşü, mezara doğru ilerleyip ilerlememek konusunda beni tereddüt içinde bıraktı. Benim gibi birinden haz etmeyeceğini düşündüm.

Orada olduğumu belli etmeme gayretiyle, bir adım geriye çekildim. Ne var ki kadın, ben tam kaçmayı tasarlarken arkasına döndü. Orada olduğumu yahut oraya geleceğimi biliyormuşçasına, çakır gözleri tek bir bakışta benim gözlerimi buldu.

Ve ben, çok garip hissettim.

Gördüğüm; sevimli, şefkatli ve de en mühimi hoş, zarif bir surattı. Yüz biçimine yakışan uzun, incecik, köşesiz sarı kaşları tüm ifadesini yumuşatıyordu. Uzun kirpikleri, badem şeklindeki koca çakır gözleri ve gözlerinin kenarlarında yaş aldığını belli eden ince kazayakları... Sütten ak, ipekten hallice suratı ve tebessüm dolu ince, kızarık dudakları bana bu suratı en son nerede gördüğümü düşündürdü. Olsa olsa otuzlu yaşlarında olmalıydı. Ya annemle yaşıt, ya da ondan biraz büyük. Fakat yüzündeki o dinginlik. O yumuşak, pak güzellik tüm bahar çiçeklerinden daha tazeydi.

Havaya kaldırdığı elini çok sonradan fark ettim. Bana bir şey gösteriyordu ama gözlerinden alamıyordum dikkatimi. "Senin mi bu?"

Aynı alıklıkla gözlerimi kırpmadan, “E-evet… Benim.” dedim, emanetimi geri almak için elimi uzatmayı akıl edememiştim.

Kaşlarını başıyla birlikte havaya kaldırdı. “Seninse, içinde hangi kasetin takılı olduğunu da biliyorsundur.” dedi. “Yanlış birine teslim etmek istemem.”

“Hümeyra’nın kaseti var.” dedim beklemeden. “Bana ait-”

“Latife ediyorum...” dedi kısık bir kahkahayla. Walkmanımı uzattı. “Alsana. Al hadi.”

Ona elimi uzattım. Biraz uzağımdaydı, botlarımı yeniden çamura geçirmek istememiştim. Walkmanımı almaya yeltenirken, paltomun kolları kıvrıldı. Bir anda gözleri, bileklerimdeki izlere takıldı; suratındaki tebessüm, kademe kademe soldu. Tanımadığım birini bile somurtmayı başarmıştım. Tıpkı Sevda gibi. Tıpkı yurttan ayrılmasına sebebiyet verdiğim tüm diğer arkadaşlarım gibi. Kendimi öldürmek istediğim için benden korkan fakat esasında benden değil, ölümün fikrinden korkan tüm herkes gibi. Bu kadının da tadını kaçırmayı başarmıştım.

Gözlerine bakmamak için başımı eğdim. Walkmanımı aldım, ellerimi büsbütün paltomun içinde sakladım ve aralık ağzımı kapatıp yanından gidecek cesareti aradım içimde. Kısacık bir an tepkisini ölçmek, ona göre gardımı almak üzere yüzüne bakma yürekliliği gösterdim. Bir eli cebinde, diğer eli çantasına tutunmuş bir vaziyette salına salına bana yaklaştı. Çizmelerindeki topukları fark edince şaşırdım. Ben botlarımla bile bu arazide yürüyemiyordum.

Bana nedenini sorabilmek için büsbütün bir yabancı olduğunun farkındaydı. Ama kelimenin tam manasıyla, beni kafasına takmıştı. Bu sebepten, “Mezarlıkta hep böyle şarkı dinler misin?” diye saçma bir soru sordu benimle sohbet edebilmek için.

Duruşumu düzeltip geçici bir yanıt aradım. “Mezarlıklara bu kadar sık gelmem.”

“Bence de gelmemelisin.” dedi. “Gelirsen dilediğin kadar şarkı dinleyemezsin. Orada müzik yok.”

Sinirlendim. “Bir şey olmaz.” dedim, tüm belalarımın kabahati ondaymış gibi. “Şarkı dinlemeden de yaşayabilirim ben.”

“Tabii… Ona ne hacet.” Gözlerini alayla indirdi. “Ama bir walkmansız yaşamıyorsun belli ki.”

Bir karşılık tasarlayacak takatim yoktu, içli bir nefes aldım. Yanından tam gidecektim ki:

Hümeyra.” dedi. “Biliyor musun, bir plakçıda keşfedilmiş Hümeyra. Üstelik şarkı mırıldanırken.” Walkmanımın kulaklığını başıma geçirdim. Onu dikkate almadan, fakat kalbini de kırmadan yanından gitmeye hazırlandım. “Bir plakçı demek de doğru olmaz şimdi, çalıştığı plakçıda diyelim. Aslında tasarımla uğraşan, tahlisini bu yönde alan alelade Ankaralı bir kızmış.”

Yavaş yavaş, bakışlarımı ona çevirdim.

“Kader işte. Ne de güzel, değil mi?” dedi. “Tahsil desen görmemiş, bir sınava hazırlanmamış, yani çalabiliyor ama bir enstrüman sayesinde de keşfedilmemiş. İşin ortasında öyle kendi kendine şarkı mırıldandı diye Hümeyra oluvermiş. Ne şanslı.”

Benim mi ağzım gevşekti, yoksa aklım mı okunmaya müsaitti? “Evet. Ne de şanslı.”

“Öyle.”

Aramızdaki sessizlik büyüdükçe daha da gerildim. Çünkü üzerimdeki bu bakışlar sanki bana bir şey demek istiyormuş fakat diyesi de pek yokmuş gibi bir hevesi gölgeliyordu içimde. Geriye attığım birkaç adımla kendimi kurtardım. Ona teşekkür etmeden araziden çıktım ve koşar adımlarla bayırı tırmanmaya başladım. Beni yargılamadığı için memnundum, ancak aramızdaki bu kısacık sohbet beni hayli huzursuz hissettirmişti.

Tepeye vardığımda, ondan kurtulmuş olmama rağmen niyeyse içimden arkama bakmak ve geride bıraktığım yolu kolaçan etmek geldi.

Mezarlığın zirvesinde, başımı ardıma çevirdim.

Orada kimse yoktu.


II. FASIL 

"Son Kötü Günüm"

Nermin K. Arıkan

İstanbul, 1996 Kışı



Hava karardığında, kaseti baştan sona üç kere bitirmiştim. Sarkan ağaç dallarının altında boş bir banka tünemiş, yurdumun bahçesinde celladımı bekliyordum.

En son annemi ne zaman görmüştüm?

Aklıma o yaz günü geliyor. Yelkenlide uzanıp karaya varmayı beklediğimiz o Ağustos günü. Beyaz teni, tam da istediği kıvamda yanmıştı. Omuzlarında bikinisinin izleri kalmış. Benden uzakta, sevgilisinin göğsüne güneş kremi sürüyor. Neden o günün devamını anımsamıyorum acaba? Yoksa başka bir gün mü görüşmüştük? Ya da daha kötü bir fikrim var. O günü ben uydurmuş olabilir miyim kafamda?

Kaseti durdursam mı, yoksa biraz daha mı oyalasalar beni. Karar veremiyorum. Bu şarkıları her dinleyişimde, bana hep bu anı hatırlatmalarından; annemin zehrinin, sevdiğim tüm şarkılara bulaşmasından korkuyorum.

Kemirdiğim parmaklarım, çalan kaseti durdurmak için walkmanıma uzandığında demir kapının eşiğinde onu gördüm.

Neredeyse tanıyamadım bile. Süslenip püslenmemişti. Boyası tazelenmemiş sarı saç dipleri yüzünden, kelleşmiş gibi duruyordu. Gözlerinde her zamanki mavi kalemi yok, çırılçıplak bakıyor. Kırmızı rujunu sürmemiş. Siyah ojesine ya hiç dokunmamış, ya da gelmeden evvel silmiş. Yalnızca yere uzanan siyah bir palto ve siyah converseleriyle çıkagelmiş. Yumrukları cebinde. Alacaklı gibi yürüyor. Demek bu denli kızdırmışım onu.

Sınavımın kötü geçtiğini bilmiyor. Bir devlet okulunda, unutulmaya yüz tutmuş bir bölümü bezginlikle okuduğumu bilmiyor. Gittiğimiz lokantanın karşısındaki markete ömründe hiç girmemiş. Orada çalıştığımı bilmiyor. Sapığımızı tanımıyor. Defterlerde kendini görmemiş. Görse de umurunda olmaz ki. Her gün onlarcasıyla uğraşıyordur o. İntihar etmeye yeltendiğimi bilmiyor. Müdire Hanım’a bindirdiğim yükü, borcumu, harcımı ve kızının kaç kilo olduğunu bilmiyor.

Belli ki kimse söylememiş. Ama neden her şeyi biliyormuş gibi bakıyor?

Niçin çatılı kaşları? Niçin bezmiş hayattan? Tatili yarıda kesildi diye mi? Yoksa sevgilisinden ayrıldı diye mi?

Ayağa kalktığımda, gözlerimizi birbirine değdi. Güvenlik kulübesinin önünden, ağaçların arasında saklanan bana baktı. Kıvrılan dudaklarından, çatılmış kaşları ve beyazı parıldayan masmavi gözlerinden tarttım bana beslediği kini. Düş önüme, dedi o gözlerle. Kabahatimi ve yalanlarımı kabullenmiş bir mağlubiyetle, yanına süzüldüm.

Topuklarını vura vura, beni beklemeden kaldığım bloğa yürüdü. Konuşmadı. Sormadı. Bileklerimdeki dikişler kabuk tuttu mu diye bakmadı. Yaşaran bir çift mavi gözün ardında, kızını bulamadı.

Çok geçmeden, tüm bunları konuşmuşuz ve acelemiz olduğuna ikimiz de kanaat getirmişiz gibi bir çabuklukla, binaya girdik. Annem, güvenliğin yanında bizi bekleyen müdireyi göstermelik bir saygıyla selamdı lâkin müdire beni görmezlikten gelmeyi, kendi refahı için daha sağlıklı buldu. Annemin ellerini tuttu ve sessizce, içli içli gözlerine konuştu. Ben ise utancımdan yine başımı eğdim. İntihar meselesinin patlak vermesini bekledim.

Ama annem beni şaşırtan bir ciddiyetle, "Kaçıncı katta odası?" diye sordu. Bir şeylerin ters gittiğini ilk o an anladım. Derhâl, eğdiğim başımı anneme doğrulttum. Öte yandan bu hayra alamet de olabilirdi. Ercan, hangi yurtta kaldığımı biliyordu. Beni iyileştirecek olan, belki de köklü bir terk edişti.

"Dördüncü katta Jale Hanımcığım." diye yanıtladı müdire. Sesindeki mahcubiyetin sahteliğini, onu biz öğrencilere hiç mi hiç göstermeyişinden anladım. "Ama önce bir masrafları mı ko-"

Annemin tek bir bakışı, müdireyi susturmaya kâfi geldi. Başına açtığım dertleri hiç merak etmiyormuş gibi bitkin, tahammülsüz bir hâli vardı. Yüzüne vuran floresanın ışığından, gözlerinin şiş olduğunu fark ettim. Uçakta uyuyamamış olmalıydı. "Gerisini ben hallederim. Zaten arabayla geldim.”

Odama doğru yola koyulduk. Annem soğuktan kızaran burnunu kaşırken, öbür eliyle de asansörün düğmesine bastı. Ojesiz parmakları öyle titriyordu ki çıkacağımız katın düğmesini iki kere ıskaladı. Demiştim. Garip, bitkin bir hâli vardı işte. Her zamanki eserekli tavırlarını bilmesem, ya sarhoş olduğunu ya da işiyle ilgili berbat bir haber aldığını düşünürdüm. Kasım ayında programının yeni bölümünü çekmesi gerekirdi. Peki ya yayından kalktıysa? Onun için mi bu hâldeydi?

Buraya kadar benimle konuşmadığı gibi, kabinin içine girdiğimizde ve hatta kabinden çıkıp katın koridorlarında odama yürürken bile bana bir izahatta bulunmadı.

"Anne." Mırıltım, üzerine basılan kuru bir dal çıtırtısı kadar sessiz ve kısıktı. Her ne kadar kendimi buna hazırlasam da, tüm olanları sebepleriyle ona açıklayacak yürekliliği kendimde bulamamıştım. Cesaretim, içimdeki odalara saklandı. Kapılarını üzerime kilitledi ve yatağının altına saklandı.

Önden ilerleyip ona odamın ne tarafta kaldığını göstermek istedim. Fakat o, benim sessiz varlığıma tahammül edemediğinden odamın nerede olduğunu koridorda aylak aylak dolanan kızlara sormayı tercih etti. Hayran hayran annemin etrafında dizilip ona yolumuzu gösterdiler. Varlığımdan utanmasalar kim bilir hakkımda daha neler söylerlerdi. Ancak susmayı yeğledi onlar da. Tıpkı annem gibi.

"Jale Hanım!" diye seslendi biri uzaktan. Annem kendi ismini işitince, oda arkadaşımın eşiğinde dikildiği kapıya doğru yöneldi. "Sevda ben. Nermin'in oda arkadaşıyım."

Annem hiçbir karşılık vermeden, arkadaşımın müthiş bir beklentiyle uzattığı elini havada bıraktı. Tutmadı. Selamlamadı. Şiş gözleriyle, dik dik ardındaki odaya baktı.

Koridora sinen gerginliği başımızdan savmak adına, "Sizinle hep tanışmak istemiştim..." dedi Sevda. "Ne yazık ki bugüne kısmetmiş. Siz haber edince ben Nermin'in eşyalarını toparladım. Her şeyi valizinde. Gönül isterdi ki-"

"Sağ ol. Eksik olma." dedi gözlerini yumarak.

"Şey... Jale Hanım?" dedi Sevda, annem tam ardına dönecekken. Gitmesini istemiyormuş gibi görünüyordu. Öte yandan ben, eşyalarımı bana sormadan toplamasını biraz içerlemiştim. Veda edeceksem bile bunu benim yapmam icap ederdi ama Sevda gözlerime bile bakmıyordu. "Yeri değil biliyorum. Ama ben… Programınızın büyük bir hayranıyım, ben de turizm okuyorum ve-"

"Ya… Ne hoş." dedi annem dümdüz bir sesle. O sırada, etrafımızda biriken kızların daha da kalabalıklaştığını fark ettim. "Benim acelem var da. Sen içerideki valizleri getirebilir misin buraya?"

İyi niyetinin karşılığını alamayan Sevda, annemle bir tatsızlık yaşamamak için teklifini kabul etti. İçeriye girdi ve benim yerime, tıka basa dolu iki valizimi annemin ayakucuna koydu. Bense âdeta yerin dibine girmiş, etrafımıza üşüşen kızlardan saklanabilmem mümkünmüş gibi annemin ardında onlardan kaçıyordum.

Annem cep telefonundan bir numara tuşladı. Birine buraya gelmesini emretti. Belki de bir iki dakika sonra koridorun başında annemin şoförü Rıza Abi belirdi. Lacivert takımını kuşanmış, kır saçlarını tertemiz taramış, elleri ceketinin düğmelerinde annemin karşısında dikildi.

"Rıza Bey." dedi annem uykulu bir sesle. İki kaşının ortasını ovaladı. Hiç mecali kalmamıştı. Kaşlarıyla valizlerimi işaret etti. "Sen bunları arabaya taşı."

"Emredersiniz Jale Hanım."

“Zaten fazla eşyam yok Rıza Abi. İstersen bir kısmını da ben-”

"Ay ama Jale Hanım..." diye seslendi Sevda arkamızdan. Üçümüz de aynı anda başımızı ona çevirdik. Sevda bir koşu odaya girdi, yanımıza geri döndüğünde tozlu gitar çantamı da peşinde sürüklemişti. O an tüm sabrımı ve sükûnetimi yitirip hüngür hüngür ağlamamak için kendimi çok zor tuttum.

Gitarımı nasıl unutabilirdim?

"Nermin'in gitarı." diye izah etti az evvelki seslenişini. Kayışlarından tutup tozlu gitar çantamı şoföre uzattı. "Onu unuttunuz da."

Annem gökten sabır dilercesine gözlerini yumdu, kızarık burnunu çekti ve yüzünü Sevda’ya çevirdi. Daha fazla sinirine dokunmamak için teklifte bulundum: "Ben taşırım anne-"

"Bir de şey..." diye böldü lafımı Sevda. Elinde başka bir şeyin daha olduğunu biraz geç fark ettim. Anneme, hediye kâğıdına beceriksizce sarılmış dikdörtgen bir paket uzattı. Ne çok büyük, ne de çok küçüktü. Paketi görür görmez, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ne bayılmak için, ne de kusmak için doğru bir yerde değildim. “Burada kalması doğru olmaz. Nermin’e ait. Zaten ona habire geliyor bunlar."

“Anne… Sakın ben alırım sen-”

Annem paketi benden önce kavradı. Her şey bitmişti. O paketi açacağı andan itibaren, ikimizin de başı beladan asla kurtulmayacaktı. Ancak o ısrarımı görmezden geldi; eşyalarımın hepsini şoförüne verdi ve evimle vedalaşamama izin vermeden, beni oradan uzaklaştırdı.

Bahçedeki arabamıza binene dek, aklımdan türlü senaryolar geçirdim. Bunların çoğu annemin, intihardan ziyade sapık meselesi konusunda kabahatli olduğumu düşündüğü oldukça talihsiz senaryolardı. Ama arabaya yerleştiğimizde, paketin bahsini bile aralayamadım.

"Nereye gidelim Jale Hanım? Hastaneye uğramak ister misiniz? İyi görünmüyorsunuz-"

"Hava almak istiyorum." Kapıdaki kolu birkaç tur döndürerek pencereyi sonuna kadar araladı. Ellerini şakaklarına dayadı, dünya üzerindeki hiçbir insana ve hadiseye tahammülü kalmamış gibi başını ovaladı. "Sen bizi eşyalarla bir sahilde bırak. Ben kendim döneceğim."

"Ama çok ağırlar, taşıyamazsınız efendim." dedi Rıza Abi. Annemin sessizliği, onda ikaz uyandıran bir mana bulmuş olacak ki muhabbeti uzatmamaya karar verdi. "Nasıl isterseniz Jale Hanım."

Birbirimizle hiç konuşmadan Küçükçekmece’deki yurdumdan, Eminönü taraflarına geçtik. Annem can sıkıntısından kucağındaki paketi kurcalamaya başlayınca, “Anne!” diye sıçradım yerimden. Gözlerimdeki yaşları tutamadım, önünde hiç bu kadar ağlamamıştım. “Anne ne olursun açma. Ben… Ben de bilmiyordum, yemin ederim. Çok istedim ama yapamadım, şikâyet edemedim. Kaldığım yurdu biliyordu, polise gitsem bile beni aynı yerde bulurdu. Kamerayı fark ettiğim için yaptı-”

Amma velâkin, tüm ısrarlarıma ve gözyaşlarıma rağmen annem fütursuzca paketimi yırttı. İçinden bir defter değil, ismini okuyamadığım eski bir kitap çıkınca ağlamayı kestim. Sayfalarının arasında, ön yüzünde siyah beyaz eski bir Kız Kulesi çizimi olan bir kartpostal vardı. Arkasında ise bir şeyler yazıyordu fakat arabanın bir hayli içi karanlık ve hareketli olduğundan, ancak bir sokak lambasının yanından geçtiysek okuyabiliyordum.

Annem benim aksime yazılanları okumuş olmalı ki yerinden kalkarak kartpostalı şoförünün görüş alanına soktu. "Bu ne demek sence?" diye sordu adama.

Gözlerini yoldan ayıramadığından, "Okuyamıyorum ki. İsterseniz-" dedi Rıza Abi.

"Anne, bana verir misin-"

"Bu muydu yaşam?" dedi arkasına yaslanarak. Merakını dindirebilecekmiş gibi kartpostalın iki yüzünü biraz daha kurcaladı. "Pekâlâ, o zaman bir kez daha. Üsküdar'a gel. Öğdül Sokak."


"Öğdül Sokak mı?" dedim kendi kendime. Rıza Abi de benimle birlikte, "Öğdül Sokak mı? Orada ne var ki efendim?" diye sordu.

"Bilsem sana mı sorarım Rıza." diye tersledi annem de. "Niye verdi ki bu kız bunu bana? Nermin'le ne ilgisi olabilir?"

“Nermin’e hediye almıştır belki de. Yaş günü de yaklaşıyor ya.”

"Anne! Bana bir verir misin, yakından bakmak istiyorum artık-"

"Yaş günü.” dedi annem kartpostalı incelerken. Merakını yatıştırınca paketi bana verir sandım, hiç beklemediğim bir hamleyle kartpostalı pencereden dışarıya attı. “Boşuna almış o zaman.”

Böyle bir durumda belki de kendi hakkımı müdafaa etmem, hususi bir eşyamı gasp ettiği için anneme karşı çıkmam gerekirdi. Gelin görün ki ne ben böyle biriydim, ne de biz öyle anne ve kızlardandık. Arabanın arka camından, uçup süzülen kartpostala, peşinden de annemin ekşi suratına baktım. Durmadan kaşınıyor, paltosunun altındaki boğazlı kazağının örgülerini oradan oraya çekiştiriyor, nefesini dizginlemeye çalışıyordu. Fikrini değiştirip Rıza Abi’ye ilerlemesini ve otele geçmesini emretti. O da arabayı diretmeden Galata Köprüsü'ne doğru kırdı. Ama annem ondan da vazgeçti sonra. Köprüde durmasını, az ileride onu beklemesini, biraz nefes almaya ihtiyaç duyduğunu söyledi.

İyi hissetmediğini ta en başından beri anlamıştım. Lâkin yanı başında olmama rağmen ne ara böylesine fenalaştığını idrak edememiştim. İşin en acı yanı da, bunun sebebini bana anlatmadığı müddetçe hiçbir zaman bilemeyecektim. Bizim telepatik güçlerimiz yoktu.

"Anne?" İnmek için yarattığı gürültü sebebiyle duymadı beni. Sesim, arabanın içindeki hışırtıların arasında kaybolmuştu. "Bir dinlesen? Her şeyi baştan anlatsam hak vereceksin-"

Arabadan çıktı ve kapıyı üzerime kapattı.

Benden haz etmediğini, ona yalnızca yaşanıp bitmiş cehalet dolu pişmanlıklarını anımsattığımı bilmeme rağmen bu çok ağrıma gitti. Onu seven bir anneyle büyümemişti ve ben, ondan beni kabul etmesini ya da kendine dert edinmesini beklemiyordum. Ama hiç değilse diğer insanlar gibi oturup konuşamaz mıydık? Ben neden durmadan annemin yaşadığı kayıpların, acıların onu nasıl birine dönüştüğünü hesap etmek ve ona göre gardımı almak zorundaydım?

Hazırlıksız yakalandığım bu paranoyak hâli, benim de üzerime sirayet etmekte gecikmedi. Paltomun içinde kaşınmaya, tıpkı onun gibi kederimin hıncını tenimden çıkartmaya başladım. Ama bir baktım, annem bagajı boşaltıyor.

Elindeki gitar çantamı görmemle, arabadan fırlamam bir oldu.

Ne pahasına olursa olsun, bugün ona her şeyi izah edecektim. Baştan, sona. Yaptığım ahmaklıkları kabul edecek fakat her birine cehaletimden değil, çaresizliğimden başvurduğumu itiraf edecektim. Öte yandan şu akıl almaz vaziyetini de soracaktım ona. Neler olduğunu, neden sinirlendiğini ve bunun eşyalarımla ne ilgisi olduğunu öğrenecektim. Neden hava kalmak istediğini, neden bana olanları merak etmediğini ve yaşadıklarıma rağmen hâlâ hayatta olabildiğim için neden benimle gurur duymadığını bilmeye hakkım olduğuna inanıyordum. Benimle yüzleşmek mecburiyetindeydi.

Bu gün, o gündü.

Bugün anne olma sırası ondaydı. Bende değil.

Valizlerimi, Galata Köprüsü’nün korkuluklarına yasladı. Birine küsmüşçesine alıngan, bir o kadar da saldırgan ve sabırsızdı. İçinde öfkesini alevleyen bir şeyi pompalıyor gibi kıpkırmızı kesilmişti.

Geriye kalan dakikalarda uzaktan onu seyrettim. Tıpkı bir filmin en sessiz, en repliksiz sahnesi gibi. Hikâyeye hiçbir katkısı olmadığı hâlde kesilip atılmayacak kadar da özenle çekilmiş, durgun bir sahne. Yaşanması gereken bir manasızlıktı bu. Peki, sorularımın cevapları nerede saklıydı?

Bir başınaydık. Balıkçıların olta attığı korkuluklardan denizi seyrediyorduk. Hepsi gitmişti. Köprüden geçen araba sayısı bile bir elin parmağını geçmezdi. O, ben ve İstanbul. Bizden başka kimse yoktu. Beni yok sayışını sürdürmekte kararlı olacak ki, ağır ağır ilerleyip dirseklerini korkuluklara yasladı. Parmaklarını saçlarına geçirdi, ayaklarını salladı ve birkaç sıkıntılı nefes aldı.

Bir sorun olmalı. Fakat ne ki sebebi? Benim gamsız, tasasız annem neden bu kadar dertliydi bu gece? Neden yerinde duramıyor, kendisini zapt edemiyordu? Onu kışın ortasında Türkiye’ye geri döndüren neydi?

"Anne." diye fısıldadım sabırla. Ona, temkinli ve insanüstü bir anlayışla adım atmaya bilhassa gayret gösterdim. "Anlatıyorum. Dinlemeyecek misin?"

Bir yanıt vermedi. Aksine benden saklanmak istercesine; yüzünü, korkuluklara dayadığı kollarının içine gömdü. Ve birden, tıpkı bir deli yahut gökten boşanan kızgın bir yağmur bulutu gibi gözlerimin önünde ağlamaya başladı. Annemin dedemden başka bir şey için ağladığını, ilk kez gördüm.

Bir şey mırıldanıyordu. Ne diyordu ki? "Niye..." diyordu sanki. Bu iniltilerin arasından birkaç kelime seçebiliyordum. Bu kelimeler, şayet üzerlerine düşersem bir cümle ediyordu ancak. "Neden... Neden hep ben! Bunu neden hep bana yapıyorsunuz! Neden hep geride ben kalıyorum!"

"Anne..." diye fısıldadım. Fakat içimdeki kinden midir, dokunmayı bilmemekten midir; omuzunu sıvazlamayı içim kaldırmadı.

O ne vakit benim gözyaşlarımı silmiş yahut içerlemişti? Ne vakit benim ağlayıp ağlamadığımı merak etmiş, bir kızı olduğunu hatırlamıştı? Ne vakit ağladığımda yanı başımda durmuş, açılan yaralarıma merhem sürmüştü? Annem beni en son ne zaman ağlarken görmüştü?

Lâkin zayıfım ben. Anca birkaç dakika dayanabilirim. "Anne." diye seslendim gene. Tek bir seslenişimle, patlamaya hazır bir dağ püskürdü yüzüme. "Neden! Neden!” İki eliyle kafasını hapsetmiş; vuruyor, cırıyor, tırnaklarıyla toplu saçlarını yoluyor, köprünün demirlerine yumruklar savuruyordu.

Duyduğum hayretten, yalnız etrafımı kolaçan edebildim. Ne yapacaktım şimdi? Annem, onu daha evvel içinde hiç görmediğim feci bir hâl ile savaşırken onu nasıl teselli edecektim? Gözyaşlarını, öfkesini nasıl dindirecek, onu sakinleştirecektim?

Derdini nasıl öğrenecektim? Anneme, nasıl bir anne olacaktım?

“Anne… Anne! Yapma! Yapmasana, dur lütfen, ne oldu! Anne lütfen korkuyorum, yapma artık!”

Beni neden dinlemiyor? Yanı başında bu kadar bağırmama rağmen, beni duyamayacak kadar nasıl dellenebilir? Keyfinden kati surette ödün vermeyen annem, herkesin onu tanıyacağı bir köprüde neden yoluyor saçlarını, demirleri dövüyor, isyan ediyor göğe?

Yanıtlarıma kavuşmak, ne yazık ki mümkün olmadı. Annem, ona dair içimde kalan son merhamet kırıntısını da yok edecek bir hamle yaptı.

Kararan gözleriyle beni hiçe sayıp valizlerime çullandı. Bir deli kuvvetiyle fermuarını açtı ve içindeki giysilerimi nefes nefese köprüden aşağıya, denize fırlattı.

"Anne… Anne!" diye çığırdım, yalvardım. "Ne yapıyorsun! Bırak eşyalarımı! Neden atıyorsun! Ben ne yaptım ki sana!"

Kollarına uzandım. Ama onu her kavrayışımda, sanki hiç tutamamışım gibi kayboldu ellerimde. Valizlerimden dökülen giysilerimi yerden toplaya toplaya denize attı. Yakalamaya çalışsam ne yazar? Ne eşyalarımı tutabildim, ne de gözyaşlarımı.

"Anne..." dedim son kez. "Ben sana ne yaptım? Neden-"

Kendi gözyaşlarını silerken, nefesi tıkandı; her öksürüşünde dikkati, az ötede duran gitarıma takıldı.

"Hayır, hayır sakın..." Ellerimi gitarıma uzattım. Sanki kavrayabilecekmişim gibi. "Asla. Onsuz yaşayamam ben. Ne olursun dokunma! Her şeyimi al, tamam al, al at hepsini. Ama bırak, yemin ederim onsuz yaşayamam-"

Gitarımı denize atmadı. Onu köprünün korkuluklarında kırdı.

Ona mani olmaya yeltenen ellerim öylece havada asılı kalmışken; benim son yaşama hevesim, annemin öfkesini kusabileceği herhangi bir şeye dönüştü.

Kendimi o denizin dibine gömmeye, gitarımı gördüğüm son saniyede kafama yerleştirdim.

“Jale Hanım! Ah Jale… Dedim ben sana! Yalnız kalmamalıydın!”

Annem sendeleyerek, babası bellediği Rıza Abi’nin kollarına girdi. "Hepsi onun yüzünden.” dedi bir çocuk gibi zırlayarak. Salyaları birbirine karışmıştı, perişan görünüyordu. “Hepsi. Her şey, onun bencilliği yüzünden.”

“Gel hadi. Hastaneye gidelim-”

“Kendime ant içiyorum.” İşaret parmağını göğsüne bastırırken gözünden bir damla yaş düştü. “Ben… Ben annemi asla affetmeyeceğim. Asla.”

Peki, ya ben seni affedecek miyim anne?

Gözlerimin önünde kayboldular arabalarına binip. Yaşam benim için o dakikalarda durmuştu. Beni orada bıraktılar. Tek başıma, annemin yarattığı enkazı ve o enkazda mahsur kalan kalıntılarımı seyrettim. Bedenim köprüdeydi. Ama biri sorsa, denizde yüzen o eşyaların da cesedimin birer uzvu olduğuna ant içebilirdim.

Filmlerin mutlak surette böyle bir sahnesi olur.

Hafif bir müzik, fiyakalı bir açı. Biri yıkılır, biri bertaraf eder. Muhakkak konuşurlar ama. Son kez, veda eder gibi bir cümle söyler yıkılan. Kinini kusar, uzun bir monolog girer araya. Film berbat geçtiyse bile, o monoloğun içindeki birkaç afili cümledir filmi kurtaran. Belki benim yaşamımı okumak da böyle hissettirmiştir. Bomboş, dümdüz ve tek vasfı çok uzun olmak.

Kötü haber. Benim filmim, en başından beri sizin izlediğiniz o filmlerden değildi.

Ben öyle bir başkahraman değilim.

Ben bu hikâyeye, ilk bölümünde ölmek için geldim.

Kulaklığımı başıma geçirdim. Bana veda etmesi için kasetin ilk şarkısını açtım, ama hiç beklemediğim şarkı gürledi. Ayrılanlar İçin. Bu kaseti ne ara cebime atıp bir de walkmanıma yerleştirmiştim ki? Hümeyra’nın kaseti nereye kaybolmuştu? Korkuluklara tırmandım. Köprünün öteki yüzüne geçtim, sanki her gün yaptığım bir egzersizmiş gibi.

Gidilecek yol kalmamıştı. Geri dönüş yoksa bilet iptal edilmeliydi.

Bu kez ağlamadım bileklerimi kestiğim günkü gibi. Büyük bir olgunlukla veda ettim kendime. Birkaç dakika sonra var olmamayı, kendi iyiliğim için seçtim bile isteye. Sonumda ne yazıyor olursa olsun, en azından güzel bir manzaranın huzurunda yok edecektim kendimi. Ne de güzel. Karşımda Adalet Kulesi parıldıyor şimdi. İstesem böyle güzel bir sahneyi ne resmedebilirim, ne de şöyle hoş bir fotoğrafını çekebilirim. Zaten daha ne yaşayabilirim ki? Kaderimde bir ümit varsa bile, onu bulacak yüreğe sahip değilim ben. Zorluk görmeyedurayım; ya bayılırım, ya kusarım, ya da yatağımdan çıkmaz zırıl zırıl ağlarım. Bu saatten sonra bir şey de olmaz benden.

Peki, başka bir ihtimal var mı acaba? Düşündüğümden değil, çoktan ikna oldum gitmeye. Ama misal diyorum. Acaba diyorum. Bu gece, bu köprüden sağ çıkabilmemin bir ihtimali var mı?

Ne yapabilirim kendimi hayatta tutabilmek için? Cebimde param da yok ki gideyim bir yere. Diyelim param var bu gecelik, ne giyeceğim üzerime? Yarın ne yapacağım? Ondan sonraki gün ne olacak? O. Beni gene saklandığım yerde bulacak mı?

Kendime o kadar tahammül edemedim ki, gözlüklerimi denize fırlatıp hepten çaresiz kalmak istedim. İnsem bile, dünyayı göremeyecektim. Fakat bir güç, belki de içimdeki yaşama güdüsü, gözlüğümü son anda denize değil ardımdaki yola fırlattı.

Işıklar buğulandı, deniz yok oldu gözlerimde. Kıyıdaki tekneler ufaldı. Parıltısız, zayıf bir yıldız kümesine dönüştü. Geceleri koca teyzemin terasında seyrettiğim benekli gökyüzü, bana veda edebilmek için başıma toplandı bu kez. Elveda Nermin, dediler. İçimdeki korkuyu, tereddüttü karşıma çekip gizli gizli ikna etmeye çalıştım onları. Demeyin öyle, dedim içimden. Başka bir şey deyin.

Ve o an, biri beni belimden kavradı.

Her kimse, belime sarılmış ağlıyordu. Bu iniltilerin sesini anneme benzettim, onun geri dönmüş olabilme ihtimali canlandı aklımda. Onu, sesini tek bir duyuşumla affettim. Benim için sarf ettiği tek bir gözyaşıyla.

Çünkü annemdi o benim. Onu affetmezsem bu gece kime sığınabilirdim?

Sırtımda titreyen o ses, "Gitme." dedi.

Başımı müthiş bir düş kırıklığıyla çevirdim. Mahvoldum. O, annem değildi ki.

O, mezarlıktaki kadındı.

"Sakın..." diye inledi sırtımda. Işıldayan çakır gözleri yaş içinde, siyah makyajı ince ince yanaklarına akmıştı. "Sakın böyle bir şey yapayım deme!"

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi, nasıl bir tepki vereceğimi bilememiştim. O anın sarhoşluğuyla hiddetlenip onu kolundan ittim. "Bir de beni mi takip ettiniz!"

"Dilediğin kadar kız bana, ama sakın böyle bir şeyi yapma... Yalvarırım." Sahiden benim için mi ağlıyordu? Bu gözyaşları benim için miydi yani? "Niye yapıyorsun bunu? Yaşamak varken niçin olmamayı tercih ediyorsun? Yaşamaktan neden bu kadar çabuk pes ediyorsun? Neden?"

Belimdeki ellerini çözmeye çalışırken benim de gözlerim taşmıştı. Sakin sakin öfkemi yutup ondan kurtulmayı diledim. Buradan beni indirse bile ona hiçbir şey anlatmayacak ve kimse görmeden, mümkünse başka yerde kendime veda edecektim.

"Yaşamak ne kadar güzel… Farkında değil misin!" Ağzını her açtığında, zırvaladığı saçmalıklar yüzünden kendimi parçalamak istedim. "Kötü şeyler yaşadık diye hemen pes edemeyiz ki... Bu yol burada bitmiyor! Neden yürümeye devam etmiyorsun? Lütfen, in aşağıya... Sana yalvarırım, yok etme kendini. Yaşa."

Yaşa. Sinirime haddinden fazla dokundu bu kelime. Eylemlerimin neticesini düşünmeden tıpkı annem gibi hıncımı birinden çıkartmak istedim.

Tabiatımda hiç böyle çıkışlar, öfkeli başkaldırışlar yoktur. Belki de bir yabancıyla kurduğum bu ansız yakınlığı başımdan defedebilmenin ümidiyle, "Yaşa mı?" diye bağırdım. Ellerini belimden itip köprüye tutuna tutuna bedenimi ona çevirdim.

"Yaşa… Nasıl bu kadar kolay söyleyebilirsiniz! Birine öl demek ne kadar güçse, ona yaşa demek de aynı güçlükte değil midir? Beni tanımıyorsunuz bile. Ben sizin gibi değilim. Bileklerimdeki izleri gördünüz diye kahramanlık taslamaya gelmişsiniz. Yaşa... Demesi sizin gibi tasasız bir hanım için ne kadar kolaydır şimdi. Ama kimse bilmiyor. Basit bir hayatı yaşarken bile ne kadar güçlük çektiğimi kimse bilmiyor. Ben kimim onu bile bilmiyorum ki? Daha kendimi bile keşfedememişim. Nasıl yaşarım, nasıl dertlerimi unutur diğerleri gibi devam ederim? Kimse duymuyor sesimi. Üstelik ben konuşmayı dahi bilmiyorum. Yetmiyor, hayatımı sonlandırmak istediğim için bile azar işitiyorum. Her gün kendimi kusuyorum. Her gün kendimi gömüyorum. Aynada bakamıyorum kendime. Sokağa çıkamıyorum. Ama ne hikmetse kendimi hep sokakta buluyorum. Ben daha fazla yaşayamam. Bitti, yok ilerisi. Göremiyorum ki zaten. Yaşamak benim harcım değil. Savaşabilenler yaşasın. Ben bırakıyorum.”

Aramızdaki dipsiz sessizliği, uzaktaki bir vapurun düdüğü deldi. "Yaşamayı, yaşayanlardan daha fazla isteyenler çıkar bu köprüye." dedi. “Senin istediğin ölmek değil.”

Gözlerimi yumup başımı iki yana salladım. Yüzümü ondan saklayamadığım için gözyaşlarımı görüyordu. Ama ben onu yeterince iyi göremiyordum.

“Ben, intihara yeltenenlerden daha çok yaşamak isteyen hiç kimseyi tanımadım. Hiç kimseyi. Onlardan daha hayat dolusunu, daha hoşgörülü, daha akıllı, daha duyarlı, daha düşünceli kimseyi tanımadım. Sen de onlardansın. Ölmeyi değil, acını dindirmeyi istiyorsun. Gitmek isteseydin, hâlâ buralarda dolanmazdın-”

"Çirkin bir dünya uğruna fazla şairane düşünüyorsunuz." dedim. "Beni bu köprüye çıkaran, benim. Beni bu köprüye çıkaran, annem. Beni bu köprüye çıkaran, Müdire Hanım. Beni bu köprüye çıkaran… Patronum… Herkes. Beni hepiniz çıkarttınız bu köprüye. Şimdi de utanmadan sebebimi sorguluyorsunuz. Yaşamak istemiyorum, diyorum, istemiyorum. Nesi zor da anlayamıyorsunuz? Size ne ki! Gidecek yerim, kuracak hayalim kalmadı. Bırakın da ne hâlim varsa göreyim!"

Kadın beklediğim bir anda, aldığı yenilgiyle belime doladığı kollarını çekti.

Gözlerime baktı.

Tek bir sıcak bakış, bir çift çakır göz, sanki tüm İstanbul'u ısıttı. Tıpkı benim gitmek için can atan yüreğimi de ısıttığı gibi.

"Bir gece daha dayanabilir misin?"

“Ne-”

"Ciddiyim." dedi. “Tek bir gece daha kendini öldürmeden durabilir misin?

Gözlerim yeni yaşlara gebeyken, yere fırlattığım gözlüğümü yüzüme geçirdi.

"Benimle Üsküdar'a gelir misin?"


III. FASIL

"Bir Gece Daha"

౨ৎ

Nermin K. Arıkan

Üsküdar, 1996 Kışı



Ahşap bir köşktü. Sahilin tam göbeğinde, Kız Kulesi’nin karşısındaki bir tepedeydi. Köşke ulaşmak için ya köftecinin sırtındaki merdivenden, ya da az ilerdeki yokuştan tırmanmanız gerekiyordu.

Sahili seyreden, cılız bir sokak lambasının altındaydım. Altın dallarla sarmalanmış, karanlık göğe bakıp uzunca bir süre neden ona yenildiğimi düşündüm.

Ne garip. Nereden baksam Üsküdar’ın tam ortasındayım ama bu köşke daha evvel hiç dikkat kesilmemişim. Olduğum tepeden hem kuleyi, hem de şehrin öteki ucundaki tüm diğer kuleleri ve kubbeleri görebiliyorum. Öyle aman aman bir tepe de değil. Daracık, apartmanlarla çevrili, içlerinde yalnız bir tanesi geleceğe yetişebilmiş eski yüksek bir mahalledeyim denize bakan.

“İsminiz Nergis mi?”

“Efendim?”

“İsminiz diyorum. Nergis mi?” Kapının kilidi nasıl paslanmışsa, bir türlü açamıyordu. Ona, bahçenin taş duvarındaki posta kutusunun üzerinde yanıp sönen metal tabelayı gösterdim. Yazıların bir kısmı, karanlıkta okunmuyordu. “Nergis Hanım Konağı yazıyor da.”

Gölgeli yüzünün kuytularında, alaycı bir kıkırtı işittim.

Tabelada yazmasa buranın bir konak olduğu kanaatini getirmek için bin şahit gerekirdi. Kutu kadar dar bir sokakta konak mı olur hiç? Besbelli köşktü işte. İki girişi olan, bahçeli bir köşk.

Kapılarından ikisi de, sokağın aynı yüzüne bakıyordu. Biri direkt evin cephesindeydi. Biraz alçakta, tozlu ve tokmaksız oluşundan, daha evvel hiç kullanılmamış izlenimi veriyordu. Öbürü, yani bizim önünde kilidini açmayı beklediğimiz kapı ise ötekinin hizasında, on adım uzaklıktaki taş bahçe duvarının içindeydi. İki kanatlı, bir arabayı içine alacak büyüklükte, demir bir kapıydı.

Köşkü belki de bir konak yapan, dokunduğunuzda yıkılmayacak kadar ihtişamlı görünüşü olabilir. Dört katlıydı. Ahşap cephesine aldanırsak, Üsküdar’ın nemine rağmen bugünlere gelebilmesi tam bir mucizeydi. Üst iki katından dışarıya iki çıkıntı uzanıyordu. Çatı katındaki çıkıntı zarif bir balkon ile tüm İstanbul'u selamlarken, bir alt kattaki çıkıntı ise kapalı pencerelerle bağlanıyor, denizi yalnız mahsur kaldığı ağaç dallarının arasından seyredebiliyordu.

Kapının eşiğinde beklerken, içimi gıdıklayan bir huzursuzluk hissettim. Aynı anda hem tasalı, hem de kedersiz olmak gibi dengesiz bir histi.

Nerede görmüştüm ben burayı? Sokağından geçmediğime, iskeleye yanaşan bir vapurdan tepesindeki balkonla göz göze gelmediğime eminim. Derste filan mı işledik acaba? Resmini bir kitapta mı gördüm? Bir gazetede mi? Nerede?

Ben bu evi, nerede gördüm?

Birlikte, içeriye bir adım attık. Bahçenin ortasında şadırvandan hallice, yedi-sekiz köşeli bir çeşme havuzu vardı. Ortasından; elindeki bir şeyi üfleyen, çıplak bir melek heykeli yükseliyordu. Yeşilliklerin arasında kurumuş, belli ki esas aydınlık rengini yitirmiş ve yer yer yosun tutmuştu. Akmıyordu. Havuzun içi, kenardaki ağaçlardan dökülen bayat yapraklarla doluydu. Kasıtlı olarak içine doldurulmuş gibi değildi. Yapraklar düşmüş, tabiata boyun eğmiş, ancak sahibi gelip de toplamamış gibiydi. Gele gele en az benim içerim kadar ölü, en az benim kadar renklerini yitirmiş, kupkuru bir yere gelmiştim.

Köşk, bahçenin sol kenarında; evin küçük bir yavrusu gibi duran, tek katlı müştemilat binası ise sağ kenarındaydı. Aralarında on beş, yirmi adım duran bu iki evin arasındayken durmaksızın nerede olduğumu düşündüm. Ne köşkün, ne de ufak dairenin içerisinde bir ışık parıltısı vardı. Karanlık pencereleri taze bir yaşamın izlerinden uzak, tamamen perdesizdi. Binanın varlığı ta buradan bile unutulmuşa benziyordu. İçinde hiç yaşanılmamış gibiydi. Kadın, köşkün iç kapısını kurcalarken peşinden basamakları tırmandım. Dışarıdan gördüğüm ikinci kat, aslında evin girişiydi. Bahçeden biraz yüksekte kalıyordu.

"Epeydir uğramıyordum." İki büklüm, kilidi açmaya çalışıyordu. Havuzun ardında kalan tek katlı daireye son bir kez daha baktım. "İçerisi muhtemelen tozludur şimdi. Lütfen kusuruma bakma. Temizlemeye vakit bulamadım."

Kapı, bir antreye değil; geniş, mutfaklı, karanlık bir salona açıldı.

Perdesiz pencerelerden sızan sokak ışığıyla; tezgâhı kolilerle dolu pembe çiçek işlemeli mutfak dolaplarını, hemen solunda bir sınıf dolusu insanı doyuracak devasa uzunluktaki yemek masasını gördüm. Neredeyse yirmi, otuz kadar sayabileceğim alçak iskemleleri ters çevrilmişti. Masanın kapıdan uzaktaki ucu, muhtemelen salona açılan kalın, kabartmalı bir kemere uzanıyordu. Olduğum yerden üzerleri gelişigüzel çarşaflarla örtülmüş kanepeleri seçebiliyordum. Mutfağın pencereleri bahçeye ve yan sokağa bakarken, salonun pencereleri sokağın ön cephesine; doğrudan Salacak Sahili’ne bakıyordu.

Kimin yanında olduğumu bilmiyordum. Ancak şu anda ya da değil, bir vakitler benden daha kalabalık bir aileye sahip olduğu belliydi.

"Buradan gel, dikkat et düşme. Işık yok." Birlikte sağımızdaki portmantonun köşesinden spiral merdivenleri çıktık.

Basamakları döve döve üst katları dolandık. İkinci katta seçebildiğim en belirgin şey, uzun pencerelerin önüne hizalanmış koca bir tuvalet aynasıydı. Manzaradan nasibini alamayan bu ayna, tek bir kişiye ait olamayacak kadar büyüktü. Zira bir yatak odasına değil, kare şeklindeki holün tam merkezine konumlandırılmıştı. Bununla birlikte, katta en az dört oda daha vardı. Kapıları ise, aynanın iki yanında, birbirlerine bakar vaziyetteydi.

Merdivenler, ikinci katta bitti. Az ileride, kısa bir duvarın dibinden geçip daha dar bir merdivene yöneldik. Ve bir kat daha çıktık. Karanlığın içinde basamakları tırmandıkça duvarlar birbirine yaklaştı ve biz yan yana değil, art arda ilerlemek zorunda kaldık. Gidebilecek başka bir yerimiz kalmamıştı, gizli bir mahzene sürükleniyor gibiydim.

En nihayetinde kadın, merdivenin ucunda hareketsiz kaldı. Son durağımıza varmış olmalıydık; basamaklar bizi adım atacağımız yeni bir salona değil, daracık izbe bir kapıya çıkarmıştı. Bir basamak ötemdeki gövdesinden nereye ilerlemem gerektiğini göremiyordum. Kapıyı tek bir dokunuşuyla açtı. Simsiyah bir girdaba daldırdığı eli, bulunduğumuz çatı katını duvardaki tek bir düğmeyle aydınlattı.

Bir ışığın olmasına sevinmiştim. Bu, köşkün, sandığımın aksine terk edilmemiş olduğuna dair umut verici bir işaretti. Nerede olduğumu seçebiliyordum. Burası diğer katlardan bağımsız, şahsi bir daire olmalıydı. Tavanı epey yüksek olduğundan buraya tam anlamıyla bir çatı katı diyemezdim, pekâlâ bir çatı dairesi olabilirdi ama.

Bulunduğumuz kapının eşiğinden geçtiğinizde, tam karşı hizada yeni bir kapı beliriyordu. Bu iki kapının arasında -muhtemelen karşı kapı bir banyoya açılıyordu, çünkü çok ufak bir alana sahipti- altın gramofonlu bir pikap, çiçekleri kurumuş seramik sarı bir vazo ve kapağı tozlu dergilerle kaplı dantelli bir şifonyer vardı.

Bunun dışında, dairenin büyük bir kısmı; geniş, balkonlu bir salondan ve arkamızda kalan açık, ufak bir mutfaktan oluşuyordu. Şifonyerin önünde dikilirken başımı sağıma çevirdim. Karşı duvarda yan yana duran iki kapı daha vardı. Kapılardan sağda olanı, köşedeki mutfağın bitişiğindeydi. Solda kalan ise üzeri örtülü karşılıklı kanepelere, onların ardında tavana yükselen içi karmakarışık bir vitrine daha yakındı. Salon, birkaç kişiyi misafir edebilecek genişlikteydi. Ortadaki yuvarlak sehpa tozlu ve boştu; üzerindeki kristal kâsenin içi ise hiç dokunulmamış, paketli şekerlerle doluydu.

O an her ne olduysa, içimde bir yerlerde, bu köşkle olan alakamı sorgulatan yine dengesiz bir his midemi kurcaladı.

Nice koliler ve beyaz çarşaflarla esas çehresini saklamış bu evi tanımaya yeltenirken, aklımdaki kuşkuyu bastıracak birkaç hatıranın peşinde yolumu kaybettim. Köşkün içinde hissettiğim aşinalık, kesin olarak dışının bana hissettirdiklerinden katbekat kuvvetliydi. Ama gelin görün ki, dilimin ucundaki kelimeleri ve gözlerimin ardındaki gaiplere süpürdüğüm anılarımı bir türlü buraya getiremiyordum.

Şayet birkaç adım ötemdeki o balkon, dikkatimi çelmeseydi ve ben, belki biraz daha kurcalasaydım hatırımı; muhtemelen buraya yolumun ne vakit düştüğünü yahut buraya benzer bir evin içinde en son ne vakit bulunduğumu kendime hatırlatabilirdim.

Paltomun düğmelerini ilikleye ilikleye, kanepelerin ardındaki balkon kapısına yürüdüm. Köşkün ölü gelinini, kirli duvağını kaldırarak tozlu esaretinden kurtardım. Kapısını iki elimle gıcır gıcır, sonuna dek araladım.

Saçlarım savruldu, nefesim olduğum yerde kesildi. Kendimi ve bir ihtimal ömrümün geri kalanında sarf edebileceğim tüm diğer nefeslerimi, gördüğüm manzaranın huzurunda hiç düşünmeden feda ettim.

İstanbul’un seyredilesi bir şehir olduğunu biliyordum. Ama iki elim o balkon kapısında asılı kalmışken, şehri ilk kez görmüşüm gibi taptaze bir hissin akıntısına kapıldım.

Vapurdan sarsıla sarsıla, kirli bir motor dumanının arasından boğazı seyretmek gibi ezberlenmiş bir his değildi. İstanbul hareket etmiyordu. Keza ben de değildim bu kez hareket eden.

İkimiz de, olduğumuz yerde dikilmiş birbirimizin gözlerine bakıyorduk. Karanlığın göbeğinde, uykuya henüz dalmamış şehrin ve de uslu uslu iki yaka arasında mekik dokuyan vapurların ışıkları ateş böcekleri gibi göz kırpıyordu. Kız Kulesi, bu manzaranın sol köşesine resmedilmişti. Elimi uzatsam, bir ihtimal dokunabileceğim kadar yamacımdaydı. Adalet Kulesi ve Galata, tıpkı ben ve Kız Kulesi gibi birbirilerinin gözlerine dalıp gitmişti. Her şey hem uzakta, hem de buradaydı sanki. Böyle bir yerde yaşamanın yahut böyle bir köşke evim diyebilmenin herkese nasip olmayacak bir nimet olduğunu düşündüm. Bazı insanlar ne de şanslı doğuyor. Ben yaşadığım yurttan deniz havası alabilmek için bile dört vesait yol çekiyordum.

"Ne o?" diye seslendi arkamdan. "Beğenmedin mi yoksa evimi?"

Gözlerimi manzaradan zar zor çekebilmiştim. Kadın kürklü paltosundan kurtulmuş, arkamdaki küçük kanepelerin tozlu çarşaflarını kaldırıyordu. Her yeni çarşafta, daire ince bir toz tabakasıyla sarıldı. İlgimi yeniden bu tanıdık manzaraya yönelttim. Kendimle hesaplaşmamı gerektiren bu aşinalığa bir mana, bir çare, bir sözcük bulmak ve beni yeniden canlı hissettiren bu dünyaya, içimdeki karmaşanın sebebini sormak istedim.

"Balkonu da açmışsın, iyi oldu bak toz da çıkmış olur evden. Diliyorsan sen de çık balkona biraz. Temiz hava her şeye iyi gelir."

Teklifine inat olduğum yerde, eşiğin gerisinde kalmayı tercih ettim. Nazik olmaya çalıştığının farkındaydım. Ama adım atamıyordum işte. Köprüde şahit olduklarının ardından, onunla hiçbir şey yaşanmamış gibi konuşmak hususunda kat etmem gereken epey yol vardı.

“Bu manzarayı o kadar seviyorum ki... Ne zaman daralsam yere bir minder serer, korkulukların arasından sahili seyrederim. Yaz, kış. Hiç fark etmez. Bilhassa seher vakti ama. Vaktiyle sırf manzarası yüzünden ne müthiş paralar teklif edildi, hiçbirini kabul etmedim. Bak. Hâlâ dimdik ayakta." Beni şöyle bir süzdü. "Ya da neyse, vazgeçtim. Balkona yaklaşma. Bu gece seni bir daha kurtaramam."

Bana aç olup olmadığımı sordu. Uzun zamandır yemek yemekte güçlük çektiğimi, canımın bir şey istemediğini üstü kapalı bir şekilde söyledim. Yine de mutfakta bir şeyler hazırlamakta ısrarcı oldu. Ondan uzakta, az evvel çarşafını indirdiği büyük kitaplığı kurcaladım. Aslında yakından bakınca pek de kitaplık denilemezdi. Raflarında kitaplar vardı var olmasına, ama daha çok incik cıncıkla doluydu. Sıkılınca vitrinin önüne geçtim. Cam dolapların ardında siyah beyaz fotoğraflarla kaplı birçok antika çerçeve, yazıları benim gölgem sebebiyle seçilemeyen nice ödüller, plaketler, kâğıda sarılı solmuş çiçekler, mektuplar, dergiler ve de çerçeveletilip rafa sığmadığı için yan konulmuş Fransızca gazete kupürleri vardı. Ne kadar odaklansam da, yazıları bir türlü okuyamadım.

O mutfakta sırtı dönük bir şeyler anlatıyordu bana. Bense yeniden kitaplığın önünde eşyalarını isteksizce karıştırıyor, onun ilgi ve alakasından kurtulmaya çabalıyordum. Kalın, kadife ciltli mürdüm bir kitabı seçip okumaya yeltendim. Rengi çok hoştu. Cildinin kenarları soyulmuş, sayfaları ise asırlardır gün yüzü görmemişçesine sararmıştı. İçindeki damgaya bakılırsa, bir kütüphaneden kiralanmıştı.

Böğürtlen Dalları.

İlk sayfasında bir kabarıklık hissettim. Belki kurumuş bir çiçeği yahut bir mendili, ayraç niyetine sıkıştırmıştır diye düşündüm. Ama ilk sayfada, fotoğraf kabininde çekilmiş eski bir fotoğraf şeridi vardı. Resimdekilerin yüzü bir hayli yıpranmıştı, dikkatli baksam dahi yüzlerini seçemiyordum. Zaten kitabı azıcık araladığımda bile sayfaları o kadar dağılıyordu ki, kapatıp yerine geri koydum.


Sonra biraz daha salındım; bir sağa, bir sola. Raflardaki resimleri, sahibinin gözüne batmamak için yalnızca içimden kurcalayabildim. Bakır işlemeli antika çerçevelerin içinde sergilenen fotoğraflar tahminimce ya bu köşkte yaşayan birine ya da henüz bana ismini bahşetmeyen bu kadına ait olmalıydı. Fakat sorun, bu kadının da zaten pekâlâ genç oluşuydu. Fotoğraflar, onun için fazlasıyla eski işi gelmişti bana.

Elime bir çerçeve aldım. Fotoğraftaki kadın eli çenesinde, bembeyaz askısız bir elbisenin içinde, sanırsam şık bir mekânın masasında tek başına oturuyordu. Sarı saçları uzun ve bukleliydi. Önündeki tabaklar ve kadehler boştu. Etrafındaki insanlar masadan kalktıkları an kadraja yakalanmışken; kadın oturduğu yerde, sıkılgan bakışlarını kameradan uzaklara kaçırıyordu. Sanki canı sıkılmış da bu fotoğraf ondan habersiz çekilmiş gibiydi. Bembeyaz teni ve sapsarı saçları karanlık fotoğrafı göz alıcı bir biçimde aydınlatıyordu.

Çerçeveyi dikkatle yerine bırakırken, gözüme takılan bir başka çerçeveye uzandım. Hangisini elime alsam avcumda bıraktığı ağırlık sebebiyle, onları düşürmekten ve de tanımadığım bir kadınla huzursuzluk yaşamaktan korkuyordum.

Elimdeki fotoğrafın, çerçeveye hayli küçük gelen kenarları yırtılmıştı. Aydınlık, sisli bir Paris sabahında çekilen bu fotoğrafta kadın Eyfel Kulesi'ni arkasına almış; bir korkuluğa yaslı, daha gündelik, gösterişsiz kıyafetlerle uzaklara bakıyordu. Parlak sarı saçları, bigudilerinden henüz kurtulmuşçasına bukleliydi. Gözaltları karanlıktı, yüzünde sıkıntılı bir ifade geziniyordu. Paris’te olsam katiyen surat asamazdım, diye düşündüm.

Çerçeveyi yerine bırakıp bir ötekine geçtim, stüdyoda çekilmişe benzeyen bir portre fotoğrafıydı. Yüzünde hiçbir kırışıklık yoktu. İri gözleri, içi saf bir korkuyla dolu bakışları uzaklara dalmıştı. Çerçevenin içindeki bu tanıdık gözleri izlerken, kendi gözlerimin yansımasında takılı kaldım. 




"Bu gece seninle bir oyun mu oynasak?" Neredeyse çerçeveyi düşürecektim. Varlığını resmen unutmuştum. Elimdeki resmi görünce bir ona, bir de bana baktı. Tebessüm ediyordu, ama ben yine de eşyalarını kurcaladığım için derin bir suçluluk duymuştum. "Korkma. Seni yemeyeceğim. Diyorum ki sen de müzik seviyorsun, ben de seviyorum. Sen bana seninkilerden bir şey dinlet, ben de sana benimkilerden. Orta yolda buluşalım. Ne dersin?"

“N-ne…” diye kekeledim. Çerçeveyi rafa bırakana dek teklifini aklımda birkaç kez döndürdüm. “Ha… Tamam bana uyar, ama... Ben kaset filan getirmedim yanımda. Size nasıl dinleteceğim ki?”

Ayağıyla bir koliyi hafifçe tekmeleyip, ellerini ince beline koydu. “Cihangir’deki dükkânlarımdan birini bir plakçıya kiralamıştım bu yaz. Senin gibi öğrencilerdi. Kiraya zam gelince firar ettiler. Dükkânı biraz hırpalamışlardı. Depozito da almamıştım. Ben de karşılığında plaklarına el koydum.” Ayağıyla birkaç tanesini bana iteledi. “Bence sendekilerden de vardır burada. Bir göz at bakalım, ben de çaya bakayım.”

Yerde bağdaş kurup kolileri kurcaladım. Neredeyse on beş, yirmi, hatta daha fazla koli tıka basa sıfır plaklarla doluydu. Plakların bir kısmı oldukça eski, hatta ismi bile olmayan, yalnızca kayıt şirketiyle etiketlenmiş 45’lik, 90’lık plaklardı. Neyse ki içlerinde sevdiğim, kasetlerini satın aldığım birçok kişiyi bulabildim. Ancak plakların hemen hemen hepsi, benden bile yaşlıydı. En yeni diyebileceğim albümün bile, 70’lerde çıktığını biliyordum.

Birbirimize dinleteceğimiz birkaç plak seçtik. Ben daha çok Cem Karaca, Frank Sinatra, Elvis Presley, Cilla Black gibi isimleri seçerken o sadece Zeki Müren plakları seçmişti. Sevmediğimi söylesem de elime büyük ricalar karşılığında elime bir fincan ıhlamur tutturdu ve kaşla göz arası, salona oturulabilir bir şekil verdi. Kanepeler kenara çekildi ve ahşap parkelerin üzerinde, balkon kapısının hemen önüne yerleşip derin bir sohbete daldık.

“Ee? Plak takmayı unuttum ben!” Daha demin oturduğu yerden fırlayıp, sehpaya dizdiğim plakları tek tek havaya kaldırdı. “En sevdiğin şarkı hangisinde? Ona göre takacağım.”

"Adsız." Demek binlerce şarkının içinden, en çok bunu seviyormuşum. Tek bir saniye bile düşünmedim. Neden? Benim gibi yetim diye mi? Yoksa benim gibi adsız diye mi? “Ay pardon, şey... Sarı gömlekli olduğu kapak.”

Yanıma çömeldiğinde, Adsız köşkün duvarlarında çoktan yankılanmaya başlamıştı. Kısa bir an için, bu şarkının İstanbul’a ne kadar yakıştığını düşündüm. “Demek Cem Karaca hayranısın.”

Başımı salladım. "Ya aslında gizli saklı, bilinmeyen bir kimse değil tabii. Ama doğru, seviyorum baya. Çok kuvvetli, haşmetli bir sesi var. Hoyrat, hırçın bir denizi hatırlatıyor bana hep. Benim, onun aksine pek sesim çıkmaz şarkı söylerken. Benim bağıramadıklarımı, o bağırıyormuş gibi hissederim. İçim rahatlar.” Dizlerimi katlayıp kollarımı kendime sardım. Onun bahsini etmek canımı yakacaktı. Ama vazgeçmedim. “Annem hep nine diyor bu yüzden bana.”

Nine mi?” Güldüğü için aldığı yudumunun bir kısmı halıya sıçradı. “İnsan kızına nine der mi hiç?”

Omuzlarımı silktim. “Bebekliğimden beri öyleymişim ama. Eski kafalı olduğum konusunda epey inatçı.” dedim. “Annem çok şey biridir benim aksime… Nasıl derler? Yaşadığı çağa ayak uydurur yani. Modernlikle kafayı bozmuş biri. Benim sevdiğim çoğu sanatçı onun ergenliğinde de meşhurdu ama o, o zamanlarda bile sevmezmiş hiçbirini. Zaten görseniz, annem olduğuna bile inanamazsınız. Benden genç.” Bakışlarındaki şefkati hisseder hissetmez bu tavrını başımdan defetmek istedim. Ben acıklı bir şey anlatmıyordum. “Öyle işte. Metalcinin teki o zaten. Yaşlanmamak hamurunda var.”

Bir süre konuşmayı bırakıp şarkının dinmesini bekledik. Göz göze gelmekten kaçındığım her an, perdenin ardındaki puslu şehir manzarasına sığındım.

“Adsız.” dedi gözlerime bakarken. “Senin adın ne? Kendinden sıkıldığını düşündüğüm için seni boğmaktan çekinmiştim. Ama zannediyorum tanışabiliriz artık. Adın ne? Kaç yaşındasın?”

Onun da benim sorularıma yanıt vereceği ümidiyle, "Nermin." diye bahşettim adımı. "Bunu dediğime inanamıyorum ama 21 Aralık’ta yirmi yaşıma gireceğim."

"Nermin... Güzel isim." dedi. "Neden bunu dediğime inanamıyorum dedin?”

Biraz kem küm etmekle birlikte bileklerimdeki dikiş izlerini gösterdim. “Doğum gününün bahsini edecek en son insanım bence.” dedim alayla. “Sizin adınız ne?”

Yorgun gözlerini, gözlerimde gezdirdi. Derin bir tebessümün nihayetinde, “Meryem.” dedi.

“Güzel isim.”

Kırk dört yaşında olduğunu öğrenince hayretimi güçbela sakladım. Türkiye’de pek sık kalmazmış. Fransa’da yaşıyormuş, gençliğinde birkaç amatör filmde yer aldıktan sonra çok uzun bir müddet film okullarında akademisyenlik yapmış. Eşi de kendi gibi bir sinema tutkunuymuş. Çektiği bir sürü filmi varmış. Kendini bildi bileli Fransa’dan hiç ayrılmamış. İki çocuklarıyla birlikte, on sene evvel Fransa’daki bir taşra kasabasına taşınmışlar. Ama burada da başka evleri ve başka mülkleri varmış. Sık sık memleketlerine uğrayıp, diğer ülkelerine geri dönüyorlarmış. Patavatsız bir şekilde nasıl bu kadar zengin olduğunu sormak gibi bir hata yaptım. Buna çok güldü. Peşinden sorumu, beni nasıl bulduğuyla değiştirmeyi düşündüm. Ama konunun oralara gelmesi canımı sıkacağından, sessiz kaldım.

Bu sefer benim gözlerim, onunkilerde gezdi. Hayatımın son akşamı olacağından ne de emindim. Sonra bir baktım, bir yabancıyla derin bir sohbete dalmış kendimi anlatıyorum. Yüzüme esen keskin rüzgârı korkusuzca ciğerlerime çektim. Kar çiselemeye başlamıştı. Bu kez şarkı dinletme sırası yine ondaydı. Pikaba bir Zeki Müren plağı taktı ve benimkilerin aksine, sesini sonuna dek yükseltti. Pikap neredeyse patlayacaktı.

“Şey, sesini biraz kıssak mı-”

Gitme, sana muhtacım. Gözümde nursun, başımda tacım. Muhtacım. Beni öldür öyle git, yaşamak için senin sevgine muhtacım.

Bacaklarını kıvırıp yerine geri oturdu. Ricamı duymamış olmalıydı. “Gidecek miydin sahiden?”

“Efendim?”

“Gidecek miydin?” diye yükseltti sesini. “Bu kadar çok mu istedin gitmeyi?”

Şimdi bomboş ellerim. Seni çağırır, yaşlı gözlerim. Muhtacım. Beni öldür öyle git. Yaşamak için senin sevgine muhtacım.

Sıkıntılı bir nefes verdim. “Herkes neden aynı şeyi soruyor benim gibilere?” diye sitem ettim. “Gitmeyi istemekle, kalmayı istememenin aynı şey olduğunu mu zannediyorlar acaba?”

Lafın ucu ona da dokunduğundan başını mahcup bir edayla, dizlerine yasladı. “Ben olsaydım kalırdım.”

“Ne?” Sesi plaktan duyulmuyordu.

Başını kaldırıp bu kez çenesini dizlerine yasladı. “Ben yerinde olsaydım, ne pahasına olursa olsun kalırdım.”

“Benim yerimde olmayı kimse istemez.”

Uykuya dalar gibi gözlerini yumdu. “Ben isterdim-”

“İstanbul’un göbeğinde, denize sıfır bir köşkünüz var.” Bu naif rahatlığına giderek sabırsız kalıyordum. “Ben bu gece kiramı ödeyemediğim için yurttan atıldım. Cihangir’de kiraya verecek dükkânlarınız varmış. Ben o dükkânlardan bir şey alabilmek için ya harçlık biriktirmeliyim, ya da gün boyu mesaiye kalmalıyım. Bu dediğime alınmayın ama hiç de müşkül durumda görünmüyorsunuz. Asıl ben sizin yerinizde olmak isterdim.” Ardıma bir bakış atarak vitrinleri işaret ettim. “Bu resimdekiler kim bilmiyorum ama belli ki sefil bir hayattan gelmiyorsunuz. En basiti miras bile kalmış olabilir size. Mirası geçtim, benim kalacak akrabam bile yok. Kabul. Annem ikimize yetecek kadar çok kazanıyor, üstelik tanınıyor da; ama yok işte. Burada değil. Yanımda değil. Bir anne değil. Sizin bir anneniz var mı, sizi sevdi mi bilmiyorum. Maksadım dert yarıştırmak da değil. Ama benim yaşamam gereken hayatı kendine yaşatmak için yırtınan; geçip giden gençliğini, yirmili yaşlarını telafi etmek uğruna kendi kızının gençliğini yakan bir kadına anne demenin ne kadar zor olduğunu bilmiyorsunuz. Sizin aileniz size bir miras bıraktı diyelim. Benimkisi on dört yaşımdan beri peşimde sürüklediğim valizlerimi köprüden aşağıya fırlattı. Yetmedi tek meşguliyetimi, tek avuntumu, gitarımı parçalara ayırdı. Ben on sekiz yaşındayım daha. Her gün kaybettiğim yirmili yaşlarımı düşünüp ağlıyorum. Yaşamadım bile daha onları. Niçin alamadığım yaşları, elimin uzanamadıklarını daha şimdiden yitirmiş gibi hissediyorum?”

Nasıl başardı bilmiyorum, ama kendimi intihar gerekçelerimi ona bir bir anlatırken buldum. Mezuniyetimi, kilisedeki kızları, harika geçtiğini sandığım sınavımı, bayılmalarımı, yurt arayışlarımı, parasızlığımı, çalıştığım marketi ve abi bellediğim insanın nasıl annemin ve benim sapığım çıktığını. Soru, sorunun kapısını çaldı. Ağzımdan baklalar döküldü ve ona büsbütün, eksiği gediği olmadan yaşamımı anlattım. Her şeyi. Ve her şeyi.

Ama işler, ikimiz için de rayından çıktı.

Ne kadar vakittir anlatıyordum bilmiyorum. Denizin kucağında gezinen vapurlar, artık yuvalarına geri dönmüştü. Gece yarısı olmalıydı. Zeki Müren plağından, Elbet Bir Gün Buluşacağız parçasını dinliyorduk. Tabii sadece o. Ben artık tüm bu şarkılardan sıkılmıştım, sıra asla bana gelmiyordu.

“Yaşadıkların için çok üzgünüm.” dedi. “Ama ben yine de senin yerinde olmak isterdim.”

Sinirden saçlarım kaşınmaya başlamıştı. “Hangi gerekçeyle?” dedim. “Anlattıklarımı dinlemediniz mi? Yaşadıklarımı duydunuz, hangisine katlanabilirsiniz? Patronum resimlerimi-”

“Nermin.” Her yeni cümlemizde o anlayışlı, yumuşak yanlarımızı sırayla yitiriyorduk. “Henüz çok gençsin. Yaşadıkların hafif meseleler değil, ancak yine de bir yolu vardı-”

Bir yolu vardı mi?” dedim. “Nasıl söyleyebilirsiniz böyle bir şeyi?”

“Nermin.” dedi dudaklarını bastırarak. “Madem kızışıyoruz, acı konuşuyorum o zaman.”

“Geç bile kaldınız-”

“İntihar etme cesareti göstereceğine, annenle konuşma cesareti göstermeliydin.”

Böyle bir şey diyeceğini beklemiyorum.

“Sana kızsa bile ona gerçekleri söylemeliydin. Annen de senden kaçıyor ama farkında değilsin. Hâlbuki en çok sana ihtiyacı var.”

“Annem bana nasıl ihtiyaç duyabilir ki!”

“Anneannen intihar etmiş Nermin.” Kollarımı birbirine kovuşturup sessizce sabır diledim. “Ona kızmadan evvel, onun nasıl bir genç kızlık yaşadığını anlamalıydın. Sen on sekiz yaşında istediğin okula gidemediğin, annene kendini anlatamadığın, borç içinde sıkıştığın için intihara yeltenmişsin. Sapık meselesine sana hak verdiğim için değinmiyorum, ama yine de kabahat sende değildi. Kendini değil, seni o hâle sokanı cezalandırmak için kullanmalıydın gücünü. Annen senin yaşındayken ne idüğü belirsiz bir öğrenciden sana hamile kalmış Nermin.” Bakışlarımı balkona saldım, sıcak yaşlarımı elimin tersiyle sildim. “Seninle ilgilensin, ilgilenmesin. Senden hiçbir zaman pes etmemiş. Anlatsaydın, anlardı. Anlamak zorunda çünkü. Çaresizliğin ne demek olduğunu, bir erkek yüzünden hayatının altüst olmasının ne demek olduğunu biliyor olmalı-”

“Annemin yaşadıklarından bana ne!” diye bağırdım en sonunda. “Yaşadı bitti gitti! Kocaman kadın oldu artık o. Genç kız değil, çocuk değil. Resmen anne! Benim erkek arkadaşım bile olmadı. Kaldıramayacağı yükün altına girip bana hamile kalmasaydı o zaman! Onun yaptığı aptallığı ben zaten nefes alarak ödüyorum. Beni dünyaya getirsin diye ben mi kapandım ayaklarına? Vaktiyle acı çektiyse de çekti, şimdi sefasını o sürüyor. Bense burada acı-”

“Çünkü intihar etmiyor.” dedi. “Hayatta kalmaya çalışıyor.”

Dişlerimi, onları kırmak pahasına sıktım. “Keşke beni doğurmak yerine intihar etseydi.” Bacaklarımı sallarken akan yaşlarımı sildim. “İkimiz de birbirimizden kurtulmuş olurduk.”

“Nermin.” dedi ikaz eder gibi. “Çok yanlış düşünüyorsun-”

“Böyle düşünmeyi ben seçiyorum.” dedim ona yaklaşarak. “Yanınıza geldim diye intihar etmekten vazgeçmedim. Kalacak yerim yoktu. Uykuya daldığınızda, kendimi balkonunuzdan atmayacağımı nereden bilebilirsiniz? Ruhunuz duymaz. Beni kurtardınız diye kendinizi kahraman bellemeyin. Aynı şartlarda yaşamıyoruz. Sizin derdiniz, benimkine denk olamaz.”

Beni, düşünmeden söylediklerimle baş başa bırakan bir sessizliğe terk ettiğinde onu ne kadar kızdırdığımı anca idrak edebilmiştim. Dediklerimden tetiklenmiş bir edayla ayaklandı, önce balkonun kapısını, sonra ise çatı dairesinin kapısını kilitledi.

“Bir dakika?” Onunla birlikte ayaklandım, elindeki anahtarı her nereye sakladıysa bir türlü göremiyordum. “Bunu yapamazsınız? Bu… Suç bir kere! Beni alıkoyuyorsunuz-”

“Ölmek istiyorum, dedin. Öl o zaman.” Odalardan birinin kapısını araladı, eşiğinde dikilirken hızla bana döndü. Bakışları, duman tüten gözlerimi tek bir hamlede yutmuştu. “Yatacak yer yok. Çok uykun gelirse yanıma kıvrılırsın. Ha illa öleceğim, size kulak vermeyeceğim diyorsan da seç kendine bir yer otur bekle. Zaten fazla vaktin kalmadı. Aldın istediğini. Otur, kutla.”

Kapıyı gürültüyle yüzüme kapatıp odanın karanlığında kayboldu.

“O ne demek öyle?” Girdiği odaya koştum. Kilitli olmadığını bilmeme rağmen içgüdüsel bir dışarıda kalmışlık hissiyle kapısını yumrukladım. “Ne demek oluyor şimdi bu? Gideceğim ben. Anahtarları verin bana!”

Seslendim, haykırdım, kolilerini ayaklarımla tekmeledim. Arkada hâlâ Zeki Müren çalıyordu. Kadına değildi belki de öfkem, fakat o kadar kendimde değildim ki pikabı yumruklayarak kendimi rahatlatmak istedim. Ne yaptıysam, ne kadar kendimi paraladıysam da pikap susmadı. Plak bozulmadı. İnatla aynı şarkıyı çalmaya, kafamın içine kazımaya devam etti. En nihayetinde kabullendim esaretimi. Önümü göremiyordum. Balkon kapısına sırtımı yasladığımı ve kirli perdeyle bedenimi sarıp kendimi boğmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sahiden onca dakika nefessiz mi kaldım, yoksa sinirden aklım mı eridi bilmiyorum; gerisi gözlüklerimi takmadığımda beni bulan sarhoşluk hissinden farksızdı.

Elbet bir gün buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.” Perdenin içinde şarkı söylüyordum. Pikap susmuştu. Ya da belki de en başından beri hiç çalmamıştı. “İkimizin de saçları ak, öyle durup bakışacağız.

Gözümden ne vakit bir damla yaş aktı; kapısını aralayıp içeriye girdim. Ayrıntıları buğulanan, sınırlarını yitirmiş, belirsiz bir resmin içinde gibiydim. Aklım giderek karıncalanıyordu. Geniş bir karyolanın üzerindeydi. Dimdik oturmuş beni bekliyordu. Çamurlu pabuçlarımı odanın dışına koydum. Birkaç saat evvel soyduğumu anımsadığım yeşil paltomun düğmelerini çözdüm.

“Nihayet. Ben de olsam kalmak isterdim.” dedi. “Bir kere deneyeyim mi?”

Tuhaf ve yersiz bir ricaydı. Bezgin bir teslimiyetle paltomu ona uzattım. Emekleyerek yanıma geldi. Benden kalın bir bedeni olmamasına rağmen, giymekte biraz zorlandı. İçine sığmayı başardığında gardırobun önündeki boy aynasından yansımasına baktı. Omuzlarındaki sarmaşıkları okşadı, elleriyle belinin ölçüsünü aldı.

"Nereden aldın bunu?" diye sordu. "Ben de böyle bir şey arıyordum. Mezarlıkta seni gördüğümde de hoşuma gitmişti-"

"Bilmiyorum." dedim yatağın köşesine kıvrılırken. "Hep evimizdeydi. Teyzemin evinde yani. Onun gençliğinden kalmadır muhtemelen."

Yansımasını seyrederken kendi kendine bir şeyler geveledi. "O böyle şeyler giymez ki..."

Ben kapıya yakın tarafa, o da pencere kenarına denk gelen sol tarafa uzandı. Böylelikle ikimiz de tavanı seyredecek dimdik bir vaziyette, tarifi mümkün olmayan gergin bir sessizliğe daldık. Paltomu hala çıkartmamıştı. Gözlerim bu kadar ağırlaşmasına rağmen niye şimdi uykuya dalamıyordum? Neden göğsüm böylesine sıkışıyordu? Neden hem güvende, hem de tehlikede hissediyordum?

“Bana kızgın mısın?”

Gözlerim kapalı. “Kızgın olmak için yeterince tanımıyorum sizi.”

Cevap yok ama kıkırdadığını, en azından ağzından bir homurtu çıkardığını işitebiliyorum. Konuşmakta istekli değil gibi. Her nedense beni vazgeçirmeye çalışıyor. Kafasına takmış. Sanki yok benden büyük derdi.

“Nerede olduğunu bilmiyor musun?”

Dudaklarım kendi kendine kımıldıyor. “Üsküdar’dayım.” diye fısıldıyorum onu başımdan savmak için, canımdan can gitmiş sanki.

“Tabii.” İçeriyi karanlığa bürüyen buğulu bir karaltının üzerime çöktüğünü hissediyorum. “Bugün hiç biriyle konuştun mu?”

“Evet. Sizinle?”

Kısa bir sessizlik. “Benimle.” diye yineliyor.

Ne tepki verdiğimi bilmiyorum. Bir düş gördüğüme inanıyorum çünkü.

“Benden başkasıyla konuşmadın mı?”

İçimde ne alaylar ediyorum onunla. Ama bir düşünüyorum. Yok. “Konuşmadım.”  

Konuşmadın mı?” diyor. “Yoksa seni kimse duymadı mı?”

Gözlerimi dehşetle karanlığa aralıyorum.

Mezarlıktaki kızları düşünüyorum ilk. Düştüğümde bana el uzatmayan arkadaşlarımı. Gözlerime bakmayan müdireyi. Eşyalarımı bana sormadan hazır eden Sevda’yı.

Annemi. En mühimi de bana tek bir kelime bile sarf etmeyen annemi düşünüyorum.

“Bileklerini kestiğin gün.” diyor. “Bugüne ne kadar da çok benziyor. Her gün, aynı sabaha uyanmak gibi.”

Dudaklarımdaki tüm kan çekiliyor.

“Sadece sonu farklı ama.” diyor. “Annen o gün burada değildi. Yurttan henüz atılmamıştın. Walkmanını kaybetmemiştin. Benimle hiç tanışmamıştın.”

Bir şeyler oluyor. Yere iğne atsam duyulur sesi. Ne mahalleden ses geliyor, ne de İstanbul'dan. Bir tek biz varız. Sadece ikimiz. Söylenilmeyen kelimeler. Bahsi edilmeyen, açığa çıkamayan saklı sırlar var.

Tek bir ses duyuyorum.

Bir kadın mırıltısı. Çok uzaklardan geliyor önce. Yankıları yan yana yürüyor içeride. Odanın eşiğine gelince, bir araya gelip topaklanıyor. Kilisedeki kızlar, el ele bana bir ninni tutturuyor. 


Hep doğsun, ölmesin. 

Kaybolmasın, gezsin. 

Benim bebeğim, güzel Rehiyeciğim. 

Biri tutsun elini, silinmesin ardındaki izleri.


Hatıralar berraklaştığında, bir mezarlıktaydım. Ahşap bir köşktü.

Odaları boş, eşyaları kimsesiz, koca bir mezarlık. Balkonun penceresini araladıkça burnuma eski bir diyarın, ömrü tükenmiş bir kederin kokuları geliyor. Yaşamış birileri bu mezarlıkta.

Görüyorum. Kanıtlarım da.

Her yerde asılı resimleri. Kilitlemeyi unutmuş, terk etmiş evini. Bir Kız Kulesi yaratmış, canavarlardan saklamak için kendini.

“Hatırlamazsan, uyanamazsın. Uyanamazsan, bir daha doğamazsın."

O yok. Ben yokum. Bir köşk yok.

Biz varız.

Bir anne ve bebeği.

Bu kez anne, bebeğini tutmuyor kucağında. Sallamıyor beşiğini.

Anne, beşiğin içine giriyor.

Yasını tuttuğu gençliğine, bir ninni mırıldanıyor.

"Nermin." diyor bir kez daha. "Annen bugün çok fena bir şey öğrendi."

Muhakkak içerimdeyim şimdi. Peki, nasıl çıkacağım dışarı?

"Bugün yine kalbin durdu Nermin."



𖣂


Sevgili Günlük,

Zannederim sana uzunca bir vakittir yazmıyor oluşumun bedelini en ağır şekilde ödüyorum. Söz. Bir dahakine gördüğüm tüm kâbusları sana anlatacağım, yemin ederim.

Sabahın dördü. Köşkte benden başka kimse ayakta değil. Firuze Abla şimdi yamacımda horul horul uyuyor. Karyolası pencere kenarında ya, kendi gürültüsünden duymuyor böyle anlarda benimkini. Öteki kalfaların odasına da göz ucuyla baktım, hepsi uyuyor. Üst kata çıkamadım ama muhtemelen halam, eniştem ve kızlar Allah bilir kaçıncı rüyasını görüyordur.

Ben de bir rüya gördüm. Ve rüyamda, gene ölüyordum.

Aklım az biraz yerinde, lâkin yine de tartışacak kuvveti kendimde bulabilmem kabil değil. Şayet öyle olsaydım sana ilk evvela, bir insanın en fazla kaç kere ölebildiğini sual ederdim. Zira ben öldüğüm anları saymaktan, kaç yaşına gireceğimi bile unutuyorum kimi zaman.

Velhasıl, yine o kâbuslardan birini gördüm. Gerçi, sen nereden bilebilirsin? Sana bahsini doğru dürüst edemedim ki…

Ben… Ben? Of, dile dökemiyorum ki işte! Düşlerimde işittiğim şarkıların güftelerini kâğıda geçirebiliyor, lâkin gördüklerimin izahatını kendime veremiyorum.

O kızı gördüm gene. Ağustos’tan beri rüyalarıma giren hani.

Aslında ben onunkilere giriyorum demek en makulü olur. Onu görebilmem için, ondan başkası olmam icap eder çünkü. Bense onun gözlerinin, yüreğinin içinden görüyorum her bir şeyi. Zannederim rüyalarımda ben oyum, o da ben.

Aynı kişi miyiz biz şimdi?

Sana onu nasıl anlatacağım bilemiyorum. Daha evvelinde de böyle tarifsiz rüyalar gördüğümü ve bu rüyalarımın feci ölümlerle nihayet bulduğunu biliyorsun. Demiştim. Kimse inanmıyor bana, lâkin ben bu dünyaya on kere, yüz kere, bin kere geldim. Yani yalan olmasın şimdi ama üç-beş kere filan kesinkes gelmişimdir. Bu da onlardan biriydi herhalde. Ancak bu kez gördüklerimin izahı yok, çünkü hiçbiri benim dünyama ait değildi. Kafam resmen allak bullak oldu! Hiçbir şeyi kâğıda dökemiyorum. Olanları ifade edebileceğim hiçbir emsal yok ki! Neyse. Her ne olduysa oldu, bu kız bana yeni şarkılar öğretti ve canına kıyıp gitti. Hepsi hatırımda, hepsini güfte defterime kaydettim, öyle yazıyorum şimdi bunları sana.

İçimi her zamankinden farklı bir pus kapladı. Bir dosta veda etmiş gibi hissetmem normal değil mi?

En nihayetinde onu ve yaşamını, daha doğrusu ‘yaşamımızı’ ne vakittir aralıksız görüyordum. Beni mektebine götürüyordu, sokakları gezdiriyordu, en mühimi de İstanbul’da yaşamanın ne manaya denk geldiğini ben bu kızla öğrenmiştim! Beni Ankara’dan kurtarıp, İstanbul’u gezdiriyordu bu kız. Üstelik içindeki beni bilmeden, görmeden. Çırpınışlarıma, nasihatlerime kulak vermeden.

Peki, ne oldu ona? Gitti kendini öldürdü.

Söyle bana sevgili günlük. Rüyaları da son bulursa; bu zavallı, biçare Rehiye nasıl gidecek İstanbul’a?

Ya da dur, söyleme. Bilmek istemiyorum. Mümkünse kaderimin dipsiz çukurlarından bihaber tökezleyip yolumu bulmak istiyorum. Hele ki düşünmem gereken onca şey varken.

Sana bir şey diyeyim mi? Yarın ilk işim paltomu fakire fukaraya vermek olacak. Yeni aldım diye başucumdan ayırmıyordum, al işte, şimdi de kâbuslarıma sıçradı güzelim paltom. Ben bir daha nasıl giyerim onu! Of, of! Beni bir kerecik daha gezdirip öyle ölse olmaz mıydı? Bir insan neden öldürür ki kendini, zaten öleceğiz! Saçmalığın daniskası! Olan da bana oldu. Keşke bir kerecik daha binseydim o vapura. Bir kerecik daha o çirkin yosun kokusunu içime çeksem, bir kerecik daha baksam o aydınlık semaya.

Sadece tek bir gece için, beni bir kez daha Ankara’dan kaçırsaydı olmaz mıydı?

Garip olan bir şeyler daha var. Bugüne dek tüm esrarlı yaşamlarımda daha genç bir yaşımda öldüğümü biliyorum. Yani senin anlayacağın dilden, daha önce öldüğümde hep kendimden birer yaş küçüktüm. Hani bacağım ezildi demiştim ya… Zannederim olsam olsam on üç filandım. Sonra doğdum. On dört oldum, gene öldüm. Bir daha doğdum, on beş oldum, gene yaşadım ve gene öldüm… Ne yaşadığımı hatırlamak, kim olduğumu bulmak kabil değil ama nasıl öldüğümü, ne hissettiğimi biliyorum ben. Rüyalarım gösterdi bana.

Gel gelelim bu kıza. Ben henüz on yedi yaşındayım. Bu kız ise benden büyüktü sevgili günlük. On dokuz yaşındaymış öldüğünde. Diyelim ki o benim, ben de o. Bu benim pek yakında, yeni yaşımdan gün alır almaz öleceğim manasına gelen esrarlı bir işaret değildir de nedir?

Ama bu haksızlık. Çıldırmama, ağlamama, kendimi sokaklara atıp kâbuslarımdan kaçmama değer bir haksızlık! Bu resmen on sekiz yaşımda öleceğim manasına geliyor!

Sevgili günlük. Şimdi sen ağla benim hâlime.

Maalesef ki, üç ay kaldı hasretle beklediğim on sekizime.


Rehiye Ağaçlıtepe

20 Eylül 1951, Ankara


౨ৎ

Bölümü bitiren herkesi tebrik ediyorum :)

Zaten ilk taslağını okumuştunuz ama bu versiyonu okuduysanız yaptığınız fedakarlık için gerçekten çok teşekkür ederim. Bugün Üsküdarlı'nın doğum günü -17 Temmuz- ve kitaba bu tarihte sıfırdan bir başlangıçta bulunmak istedim.

Siyah Gözlere'yi geçen sene Nisan ayında ilk taslağını bitirmek suretiyle, direkt Mayıs'ta yayına sokmuştum. O zamanlarda Tiktok'taki bir videom 100k izlenmişti -benim için 1m- ve yorumların gazına gelip taslağın demlenmesini beklemeden bodoslama dalmıştım ilk beş bölüme. Derken Wattpad'e erişim engeli geldi ve ben hepten düzenimi, hevesimi yitirdim. Ama iyi haber, hikaye hakkında çok derin düşünme fırsatı buldum bu süreçte ve bu konuda artık anlattıklarıma daha çok güveniyorum.

Bakalım ileriki bölümlerde neleri değiştirmişim?

(Yazım hataları kendini imha edecektir...)

Bana ulaşmak için *-*,

Instragram: rahelkatipoglu & azizerahel

Kendinize iyi bakın, seviliyorsunuz <3


Yorumlar

Popüler Yayınlar