Siyah Gözlere Önsözü: yani sıkıcı yazar notu
Önsöz, yani sıkıcı yazar notu
21 Mayıs 2024
Merhaba sevgili okur,
Eğer buraya ilk kez geliyorsan, ben Rahel. Seni kazanabilirsem, diğer tüm kitaplarımda da olacağı gibi önsözlerimden herhangi birini okuyorsun şimdi. Ve ben de sana Siyah Gözlere'nin doğuş öyküsünü anlatacağım. Dinlemek istemezsen de geçebilirsin, bu kısım yalnızca meraklısına :)
Kendimi bildim bileli, 1940-50'ler aralığında geçen, siyah beyaz bir filmi yönetmek istemişimdir. Ancak neydi bu kafamın içinde dönen filmin hikâyesi, hiçbir zaman oturup düşünmedim. Benim arzuladığım tam anlamıyla görsel bir şölendi çünkü. Hikâyelerin derinleştikleri vakit, insan tabiatı üzerinde ne denli kuvvetli olabileceklerini kafaya takmamıştım henüz. O zamanlar delirmemiştim de diyebiliriz buna.
Benim için yazmak, her daim bir film icat etmekle başlar. Çünkü bir film yaratabilmenin en ulaşılabilir, en ucuz yolu; bir kitap yazmaktır. İnsanlara doğrudan, bir hikâye anlatmaktır.
Kafamın içindeki o hikâyeyi bir filme dönüştüremez; sesini işitemez, sahnelerini göremez ve duygusunu bizzat ben hissedemezsem, o benim için henüz yazmaya değer bir hikâye değildir. İşin garip yanı, aklımdaki bu filmi daha önce bir yerlerden izlemiş, görmüş ya da duymuş değilimdir. Birinin filmi de değildir bu film. Tamamen yalın, saf bir şekilde kafamın içinde döner durur. Bana aittir. Benim dünyamda filizlenmiştir. Olağanüstü değildir, mükemmel ya da tahmin edilemez değildir.
Hayatın içinden, sahici, basit ama parıltılı bir hikâyedir bu film.
Okuyacağınız ilk tamamlanmış romanımı tarif edecek en iyi sıfat bence bunlardır. Amatörce ama sahici; gerçek ama parıltılı.
Siyah Gözlere'nin geçmişi tıpkı diğer kitabım Yerdeki Kargalar gibi lise dönemime dayanıyor. Şimdiden söylemeliyim ki bundan sonra okuyacağınız tüm kitaplarım, bizzat benim yaşadığım hayatın anılarından derlenip toparlanmıştır. Bu kız da bir rüya görüyor, bir şöyle hissediyor, bir böyle hissediyor kesin yalan söylüyor demeyin. Yemin ederim ki doğruyu anlatıyorum...
O vakitlerde delilercesine âşık olduğum bir ünlü vardı. Üniversite sınavına çalışmak yerine ona açtığım fan sayfamda editler yapıyordum... Bunalımdaydım, sınav senem yaklaşıyordu ve Yerdeki Kargalar, yani o zamanki adı ile Haru Haru, gibi olmayan, daha doğrusu kafamı yormayan, tamamen başka, çerezlik kitaplar yazmak istiyordum. Çünkü Yerdeki Kargalar'ı yazmak kimi zaman midemi bulandırıyordu.
O vakitler huzurla düşünebildiğim tek şey tıpkı tüm diğer genç kızlar gibi, aşık olduğum ünlüydü.
Öyle ki bir müddet sonra onu bir ünlü değil, tanıştığım ve kim olduğundan emin olduğum bir insan olarak görmeye başladım. Derken araya pandemi de girince ben iyiden iyiye kafayı sıyırdım. Hayalperest bir ergenin teki oldum. Kendimi sosyal hayattan izole ettiğim, sadece o ünlüyü düşündüğüm bir hayat, benden gerçek hayatım uğruna hayal kurma yetimi aldı. Artık sadece o kişiye ulaşabileceğim hayalleri, hayatları yaşamaya değer görüyordum. Üniversite tercihlerimi bile dilediğim şekilde seçemiyor, yalnızca hayatımın onunla kesişeceği ana hizmet edecek yolları seçmeye çabalıyordum.
Belki de 4-5 sene boyunca bu manyak fangirllik hayatım devam etti. Ancak beni, o ünlüye giden yoldan bağımsız hayallerimi yaşamaya cesaretlendiren bir şey oldu; kazayla başka birine, gerçek bir insana âşık oldum.
(Yazar notu: Bu kitap benim yaşadığımın aksine, hayallerinizi yaşama gücüne ulaşmak için yeniden birine âşık olmamanız gerektiğini anlatıyor. Hayallerinizi yaşamak için birinin aşkından kurtulmak veyahut ona kavuşmak zorunda değilsiniz. Bir hayali yaşamak için sahip olmanız gereken tek ama tek bir şey var; kendiniz. Yaşayın. En çok kendiniz için.)
Tabii ondan da ret yedim.
Kalbim kırıldı mı? Evet, ama yazar oldum.
İşte Siyah Gözlere, aslında benim fangirlliğimden doğan; acaba o ünlüyle evlenseydim, ya da acaba karşıma o ünlüyü unutturacak bambaşka biri çıksaydı aşk hayatım ve kariyerim nasıl olurdu düşüncesinin hikâyesi.
Başrol bendim, Rahel. Ve partnerim de o ünlüydü...
Bu güya benim paralel evrende ona kavuşma hikâyemdi. Çünkü neden olmasın bir daha nerede kavuşacağım...
Siyah Gözlere'yi ilk yazdığımda, ismi Mon Amour idi. Fransızca aşkım demek zannederim.
Kitap 1900'lerin başında, gayet iyi halli bir ailenin kızı olan Rehi'nin yaşadığı sınırları, üzerine düşen katı ailesini aşma hayallerini anlatıyordu. Kitapta Rehi, kendi memleketinden yükselmiş ünlü bir yazara âşıktı. Rehi ve arkadaşları bu yazarın edebiyat dergilerini alıyor, fotoğraflarını saklıyor ve imzaya geleceği günleri iple çekiyordu. Derken nihayet imzaya gelen bu bey, babası devlet adamı olan Rehi'nin evine ziyarete geldiği sırada ülkede yaşanan bir darbe sebebiyle Rehi'nin ailesi kaçmak mecburiyetinde kalıyordu. Çocuklarının canını düşünen baba herkesi birbirinden ayrı bir yere gönderirken, yazar beyden en küçük kızı Rehi'yi de yanında götürmesini rica ediyordu.
Gerisi ise tahmin edileceği gibi. Yolculuk, hayranlık duyduğun kişiyle aşk yaşamak, Paris'e kavuşmak ve mutlu son.
İşte böyle bir hikâyeydi.
Ancak ben bu hikâyeden çooook sıkıldım. Niye mi?
Bir kere ben olan Rehi ile o, olan ünlü bey arasında beni üzen bir şekilde asla kimya yoktu. Bir kere... Ben esasında onun gibi erkeklerden hiç hoşlanmıyordum ki? Onun gibi elit, onun gibi nezih, onca ülke görmüş, dünyayı tanımış, belki de içinde gerçekleştireceği hayali kalmamış biri ile ben ne paylaşabilirdim? Benim gibi hayata susamış, hayata aç bir kız nasıl olurdu da dünyaya doymuş biriyle sonsuza dek mutlu yaşayabilirdi? Benim, benim gibi olan birine ihtiyacım vardı. Sıcak bir yüreğe, benim ruhumla bir olacak açık bir zihne, merhametli bir benliğe ihtiyacım vardı. Hal böyle iken, başka bir karakterin doğuşuna sebep oldu bu hislerim. Yazar bey karakterimiz ise yazıda bile olsa benim dışa dönük, neşeli hallerime bir karşılık vermiyor, kendi yazdığım sözcüklerde bile benimle arasına mesafe koyuyordu. Hal böyle olunca ben de bu kitabı saldım.
Kitabı yeniden, yani bu günlerde, yıllar sonra elime alışımın sebebi ise Türk edebiyatına yeniden merak sarmamdır.
Geçen sene Yerdeki Kargalar'ı yazmaya başlayınca, elimde hep başka türden de bir kurgu olsun istemiştim. Öyle bir kurgu olsun ki hem ben beğeneyim, hem de okurlarım beğensin, kısa olsun ve uzun sürmesin, böylelikle insanların kalemimi tanıması için bir deneme olsun, istiyordum. Çünkü Yerdeki Kargalar'ın yolculuğunun çok uzun olacağını, kitabı planladığım sürede tamamlayamayışımdan anladım. O vakitlerde de Türk edebiyatı klasiklerine sarınca, 20.yy Türkiye'sinde geçen bir kitap yazmaya yeltenmek istedim. Bu ilk başta benim için sadece bir deneme olacaktı. Sadece o atmosferin içinde barınmayı deneyecektim.
Saf, gerçek bir aşkı anlatacak ve eski Türkiye'min sokaklarında yürüyecektim.
Ama işler öyle olmadı.
Öncelikle, asıl alanı korku-gizem-gerilim olan birine göre böyle bir aşk kitabına konu bulmakta çok güçlük çektim. Bir hikâyeyi dümdüz, süssüz bir şekilde anlatmak benim en beceriksiz hissettiğim yanım. O hikâyeyi kendime zorlaştırmadan yazamıyorum. Dallandırıp budaklanmak istiyorum. Haliyle uzun bir müddet bu kitaba resmen bir konu aramaya başladım.
Zaman belli, 1940-50'lerde geçecek. Mekân da belli, kesinlikle İstanbul'da geçecek. Ama ne olacak bu hikâyenin kendisi... Orası meçhul işte.
Derken hislerimi detaylı bir sorguya çektim. Kendime asıl şunu sordum; bu kitabın okurlarıma nasıl hissettirmesini istiyorum? Bu kitap bittiğinde nasıl bir hissiyat oluşmalı?
İşte bu soruyu kendime sorunca şaşırtıcı bir şekilde net, hızlı bir cevap verdim. Seyyan Hanım'ın Hasret şarkısı gibi hissettirmeli.
Bu şarkı benim hüzünlenme şarkımdır. Ne zaman üzülsem, içimden kana kana ağlamak gelse belki de ortaokul zamanlarımdan beri açıp bu şarkıyı dinliyorum. Çünkü sebepsiz bir şekilde bu şarkı bana kimsesizliğimi hatırlatıyor. Daha önce hiç yaşamadığım, ama yaşamış olduğumdan tüm detaylarıyla emin olduğum bir kimsesizlik.
Anlayacağınız üzere Siyah Gözlere esasında duygusal bir kitap. Bakın hüzünlü demiyorum, neşeli de demiyorum; yalnızca duygusal diyorum. Hayatın her yanını hissedebileceğimiz bir kitap benim nezdimde. Tabii belki benim anlatışımın acemiliklerinden hislenemeyebilirsiniz, ama dilerim yazarken benim hissettiklerimi mucizevi bir şekilde hissedebilirsiniz.
O şarkının bana hissettirdiklerine geri dönecek olursam, tam da bu noktada bu kitap reenkarnasyonun kapısını da çalıyor.
Ne demiştim? Daha önce hiç yaşamadığım, ama yaşamış olduğumdan tüm detaylarıyla emin olduğum bir kimsesizlik.
Böyle şeylere inanır mısınız bilmiyorum ancak ben neredeyse ilkokul ikinci sınıftan beri spesifik zaman dilimlerine karşı anlamsız bir aşinalık duyuyorum. Çünkü ait hissediyorum.
Ben çook küçükken, hemen hemen dediğim gibi ilkokul iki veya üçteyken, bir akşam babamla bir TRT belgeselini seyrediyordum. Televizyonun önüne oturmuş babama sorular soruyordum o da çay içiyordu ve beni dinlemiyordu, klasik. Sonra ekrana bir kadın çıktı. Görünümünü hayal meyal hatırlamakla birlikte bu kadının verdiği röportaj esnasında isminin altında Tarih Öğretmeni yazıyordu. Kadının arkasında green screen bir şekilde bir saray görüntüsü akıyordu; sarayın içi, koridorları, taşlık yolları... O an kendimi çok garip hissettim, çünkü yaşım çok küçük olmasına ve dediklerinden hiçbir şey anlamıyor olmama rağmen kafamın içi o saraya ait çok fazla görüntü barınıyordu. Bir kere odaların içini çok net bir şekilde görebiliyordum. Bir koridor var, kadınlar gelip geçiyor. Ve koridorun açık bir alana bakmayan tarafında, yani yapıya bitişik olan tarafta, bir oda var. Penceresi sürgülü gibi ama değil de. Çekince hem koridoru hem de dışarıyı görebiliyorsun. Ve ben o odada kalıyorum. Güya? Sonra ne pembeye benzeyen, ne de lilaya okşayan çiçekler anımsıyorum.
O belgeseli izlerken babam bir süredir konuşmadığımı fark edince çok şaşırdı çünkü bir ilkokul öğrencisi bir tarih belgeselini (buradan anlamışsınızdır ki bu bir Topkapı Sarayı belgeseli) izliyordu. Sonra babama, "Ben de tarih öğretmeni olacağım." dediğimi hatırlıyorum. (Sonuç: Sanat Tarihi okuyorum. Ama benim işler karışık, boş verin. Sonuç 2: Bir sene sonradan geliyorum, okulu yazar olmak için bıraktım. Sonuç 3: Yks'ye tekrar hazırlanıyorum, yönetmen olmayı kafaya taktım.)
O günden sonra bilgisayarda sürekli Topkapı Sarayı'nı araştırmaya başladım. Çünkü daha evvel bir şekilde orada yaşadığıma inanıyordum ben. Fakat nasıldı, kimdim, ne olmuştu bana, orası büyük bir bilinmezlik.
Büyüdükçe hissettiğim bu aşinalık daha da büyümeye başladı. Fakat bu kez sadece Topkapı Sarayı'na değil, İstanbul'a, Üsküdar'a, bilhassa Üsküdar'a aşinalık duyduğumu fark ettim. Hissettiğim garip hislerin tohumu sanki orada köklenmişti. Öyle ki Paris başkaları için neyse, benim için de bu sahil beldesi o demekti. Kız Kulesi'nden çok korktuğumu hatırlıyorum, hala daha kâbuslarımda görmekle birlikte bu kuleden sebepsizce çok korkuyorum. Ancak niye korktuğumu bilmemekle birlikte büyük de bir ilgi besliyorum. Zira ne pahasına olursa olsun o kuleyi görmek, benim için Üsküdar'da, yuvamda olduğumu bilme hissinin ta kendisidir.
Ama gelin gör ki ailemde hiçbir İstanbullu olmaması ile birlikte, ben tek bir kez bile İstanbul'a gitmemiştim.
Derken benim adıma tatlı bir mucize oldu. Bilgisayarımızda duvar kâğıdı yaptığım, düşlerimde oraya gittiğimi hayal ettiğim İstanbul'a sahiden gidebileceğim bir sebep meydana geldi. Dayım çok ani bir sebeple durduk yere İstanbul'a taşındı; hem de Üsküdar'a, sahile çok yakın bir mahalleye.
İstanbul'a ilk kez gittiğimde sömestr tatiliydi. 5. sınıftaydım ve öğretmenimiz tatil anılarımızı yazacağımız bir günlük almamızı, Çalıkuşu kitabını okumamızı, İstiklal Marşı'nın tüm kıtalarını ezberlememizi ve her gün tek tek o gün olanları yazmamızı istedi... Dayım bana Üsküdar'dan yeşil kapaklı, güzel bir günlük aldı. Ve marş ezberlemeli ıstırap dolu günlerimi de sayarsam, 15 günlük, kar ile dolu bir İstanbul Macerası yaşadım :')
Hayatımın en güzel anlarıydı, çünkü ilk kez bu kadar uzağa gitmeme rağmen sahiden evimde gibi hissediyordum.
İşin dürüst yanı, Üsküdar'a duyduğum sevgiyi İstanbul'un hiçbir yanına duyamıyorum. Sonra dayım başka semtlere taşındı, hepsinde kalmaya gittim ama üç gün bile dayanamadım. Biliyorum ki bir gün ben yine yuvama, Üsküdar'a döneceğim. Kız Kulesi'ni gördüğümde, "Aha işte evime geldim, şimdi huzurlu bir uykunun tadını çıkaracağım." diyeceğim.
Peki, niye bunları anlatıyorum? Çünkü bu kitabın konusunu benim bu çocukluk hislerim oluşturdu. İstanbul'a ilk gidişim, İstanbul'da yaşamış olduğunu hisseden ancak hiç oraya gidememiş bir kızı doğurdu. Kitap ise kendi kendini yazdı.
Önceki hayran kurgumun hikayesini baz alarak başladım bu kitabı yazmaya. Türkiye'ye uyarlayacaktım ve o kitaptaki Paris, bu kitapta İstanbul olacaktı. Kızımızın adı Rehi, fakat hiç değiştirmek istemiyorum ki... Düşündüm. Ne olsa da daha Türk bir isim bulsam? Sonra da kolaya kaçtım ve –ye ekledim. Ve böylece Rehiye doğdu. Yani anlayacağınız böyle bir isim yok, tamamen ben uydurdum. Varsa da bilmiyorum... Ruhiye, Rahiye gibi şeyler varmış ama sanırım.
Rehiye daha evvelki hiçbir yaşamında hiç reşit olamamış, çocuk ruhlu, neşeli, art niyetsiz, merhametli, cahil, İstanbul aşığı, Ankaralı bir genç kız. Hiçbir zaman kadın olamamış, hatırladığı tüm yaşamlarında hep çocuk yaşta ya da bir önceki yaşından bir yıl fazla olmak suretiyle, feci kazalarda ölmüş.
Fakat nasıl hatırlıyor bunları?
On üç yaşından beri gördüğü kâbuslarla.
Peki... Nerede geçiyor bu kâbuslar?
Hayallerinin şehri, İstanbul'da.
Peki, bu kâbuslara rağmen ondaki İstanbul aşkını mütemadiyen harlayan nedir?
Sonradan görme eniştesinin kendi çıkarları uğruna Ankara'ya getirdiği yeğeni, çocukluk arkadaşı. Yani Tarık. Üsküdarlı.
Diyelim ki Rehiye kâbuslarını bir işaret belleyecek ve pek yakında öleceğine hükmedip ölümü beklemek yerine, hayallerinin peşinden koşmayı yeğleyecek. Başında bunca akraba varken nasıl yapacak ki bunu?
Üsküdarlı'ya gidecek tabii. Ondan başka kim o yolları bilir, Rehiye'yi gezdirir ki? Başka İstanbullu tanımıyor ki bu kız?
İşte böyle bir hikâye Siyah Gözlere. Benim için bir külkedisi masalı.
Daha evvel hiç genç kız olamamış, bir yetişkin olmanın, kadın olmanın sadece fiziki değişimlerden ibaret olduğunu sanan cahil bir ruhun öyküsü Siyah Gözlere.
Büyüyüp kadın olmak isteyen bir genç kızın ve de çocukluğunu yaşayamadan bir adam olmak zorunda kalmış bir delikanlının hikâyesi.
Peki, kim bu Üsküdarlı? Niçin yazdım böyle bir karakteri? Elbette ki yaşadıklarım ilham oldu ona.
Bir zamanlar, yazdıklarım gibi olmasa da, benim de bir Üsküdarlı'm vardı.
Ben çok küçükken, yine ilkokul zamanlarında, çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Benden 4 yaş büyüktü. Esasında annemin kuzeni olmasına rağmen, annesine sürekli teyze dediğim için onu hep kuzenim bellerdim. Şimdi de abim, arkadaşım gibi gördüğüm biri. Ancak görüşmediğimiz için ben daha çok Üsküdarlı'yı yazmama sebep veren çocukluk anılarımızdan bahsedeceğim.
İkimiz de henüz küçükken, M isimli kuzenim pek haylaz, fazla akıllı, iyi kalpli bir abi, arkadaştı benim için. Bir gün İzmir'e, çok güzel bir köye taşındılar babasının işi yüzünden. Ve biz de her yaz onlara kalmaya gidiyorduk. Herkesin yetişkin olduğu evde benim tek vakit geçirebildiğim kişi M idi. Çünkü bisiklet sürmeyi biliyordu ve benim bilmediğim her şeyi bildiğinden bana sahip çıkıyordu. Yaşıma da yakın tek kişiydi. Sabah uyanır uyanmaz bisikletinin arkasına biniyor ve beni bildiği uzaklara götürmesini istiyordum. Şehirden geldiğim için köyde canım çok sıkılıyordu. Oraların yabancısıydım.
O da beni kelimenin tam manasıyla bildiği her yere götürüyordu. Terk edilmiş yatakhanelere, ormanın içine, köyün sınırına, caminin minaresine çıkan daracık merdivenlere, evin çatısına, yan komşunun balkonuna... Her yere onun beline sarılmış, bisikletine teslim olmuş bir şekilde gidiyordum. Çocukluk olduğundan bunu söylemekten çekinmiyorum, fakat o zamanlar M'ye hayrandım. İçimdeki hisleri tarif edecek en net kelime buydu. Çocukluk aşkı değil, hoşlanma değil.
Bir parıltı, bir hayranlık.
Onun yapabildiği ve benim yapamadığım her şeye hayrandım. Bulduğum dalları çakısıyla soymasına, oyuncak telsizimizle beni sabah uyandırıp bisikletine bindirmesine, beni gıcık edip ağlatışına ama yine de beni teselli edip gezdirişine, beni korumasına, beni yanından ayırmamasına, yaramaz olmasına rağmen kibarlık edip cebindeki bozukluklarla bana bir şey almasına, bana balı sevdirmesine, bana bilmediklerimi öğretmesine... Ona tam anlamıyla hayrandım. Bensiz oynadığında onu kıskanmayı bile çok seviyordum. Sahiden bensiz mi oynuyor, başka arkadaşlarımı var yoksa diyordum içimden. Beni sırtına alması için yüksek duvarlardan atlıyor, dizlerimi yaralıyordum. Onun benden daha olgun, daha aklı başında, bilge bir çocuk oluşu çok hoşuma gidiyordu. Ona abi diyordum ancak öyle bir abilik değildi bu. Kardeşim gibi görmüyordum. Ona hayrandım ben. Onu çok seviyor ve hep onunla vakit geçirmek istiyordum.
M, film izlemeyi çok severdi. Ne zaman denk düşsek annemden izin alır ve bana odasında bir sürü film izletirdi. Beni çok korkuturdu, ağlamaktan sinir krizi geçirirdim. Beni telsiziyle arayıp "M abini kaçırdık, eğer onu geri istiyorsan evin arkasına gel." diye kandırıyordu. Ben de ciddiye aldığımdan ağlıyor, enişteme söylüyordum onu kurtarması için. Fakat planları boşa gittiğinden bu kez de M bana kızıyordu. Çünkü sopa yemesine sebebiyet veriyordum.
Ve bana küstüğünde de, kelimenin tam manasıyla hayatın sonu geliyordu. Kendimi bahçedeki yüksek duvarların boşluğundan atıyor, baygın numarası kesip beni uyandırmasını ve kalbimin acısını dindirmesini istiyordum.
Ona sadece ben küsebilmek istiyordum. Benden başkasıyla oynadığı için, beni kızdırdığı ve ağlattığı için, camide erkekler namaz kılarken beni sırtına alıp imamın önüne bıraktığı için, yemesi gereken azarları hep bana yedirttiği için ona yalnız ben küsebilmek istiyordum.
Ama istiyordum ki o asla bana küsemesin. Bana küsmek, onun için günah olsun istiyordum.
Ve öyle de oluyordu. Beni her halükarda affedip, annesinden gizli akşamın karanlığında bisikletiyle gezdiriyordu. O mavi bisikletine binmek, başımı sırtına yaslamak beni en güvende hissettiren en yegâne histi.
Ben 10 yaşındaydım, o ise 14'tü. Tıpkı Rehiye ve Tarık gibi.
Bir gün İzmir'den ayrılacakken M, annemden izin aldı ve beni son kez gezdirmeye çıkarttı. Gün batımı olduğunu ve dışarıda çok oyalandığımızı hatırlıyorum. Köyün şehre giden yolunda hoşçakalın tarzı bir yazı vardı, yanında da bir bakkal vardı. Bisikletini park edip bana her zamankinden sütlü çubuk dondurma aldı. Annemin bana verdiği paraları uzattığımda kabul etmedi, kendi cebinden ödedi. Sonra da birlikte oturup köyden ayrılan arabaları seyrettik. Yan yana oturup dondurmalarımızı yedik.
"Bir gün seni bu çizgiden öteye de götüreceğim." dedi dondurma yerken. Sanırım şu üçgen dondurmalardan almıştı. "Daha uzakları gezeceğiz."
"Ama annem izin vermez ki..." dedim ben de üzülerek. Bakkal amcanın bahçedeki taburesine oturmuştum. O da bisikletinin üzerindeydi.
"Olsun, ben izin alırım." dedi.
Ve sonra da İzmir'den ayrıldık. Onun sonraki hayatında gittiği okullar, aldığı eğitimler sebebiyle aramız bayağı açıldı. En son onunla ne zaman yüz yüze görüştüğümü hatırlamıyorum bile. Fakat önemli değil, bendeki hisleri her zaman benim için çok kıymetli olacak.
Yollarımız ayrılmış olsa da ona karşı hissettiğim bu çocukluk anılarım aslında benim için Üsküdarlı'yı doğurdu.
Acaba o hayran olduğum çocuk şimdi benim tanıdığım haline değil de aklımda hayal ettiğim bir hale dönüşseydi ne olurdu, diye düşündüm. Sinir bozucu, umursamaz birine değil de; tıpkı çocukluğundaki gibi o parıltı üzerinde olsaydı, akıllı, olgun, merhametli, içine kapanık ve maceracı bir delikanlıya dönüşseydi ne olurdu?
Elbette ki Üsküdarlı olurdu.
Ben ise, en başından beri Rehiye'ydim. Benim dönüşmeye, değişmeye ihtiyacım yoktu. Ben hep aynıydım. Mutluyken de ağlar, mutsuzken de ağlardım. Tek bir özür dileyişinde affeder, bisikletinin arkasına geçerdim. Beni küstürmesine razı olur ama bana küstüğünde dünyaları kendi başıma yıkardım. Aslında ben her zaman kendimi yazıyordum. Rehiye'nin isminden, görünüşünden ve hayatından başka, bir farkımız yoktu.
Her şeyi nihayete erdirelim.
Karanlık bir gökyüzü hayal edin. Bulutların bir ucundaki yıldız, âşık olduğum o ulaşılmaz ünlü. Öteki ucundaki yıldız ise, çocukluk arkadaşımın paralel evrendeki hali. En ortada da ben varım. Beni bir ay olarak belleyebilirsiniz.
Tahmini güç değildir eminim ama şimdi sorabilirsiniz belki, acaba Rehiye hangi yıldızın yanına gidecek, diye. Acaba kimi seçecek? Acaba esas erkeğimiz kim?
Hayır, sevgili okurum.
Bu kitap yıldızlarla ya da erkeklerle alakalı değil. Bu kitap, sizinle alakalı.
Bu kitap bir hilalin, dolunaya dönüşmesiyle alakalı.
Ne gevezelik ettim, burada kesmem gerek.
Ama sizi kitaba uğurlamadan birkaç şeyden daha bahsetmeliyim, yoksa içim içimi yiyecek.
Ben romantik kitaplar yazmakta kendimi başarılı bulmuyorum. Benim bu kitapta gaye edindiğim unsur olağanüstü bir erkek karakter, inanılmaz bir çift yazmak değildi. Ben genç kızlığıma ithaf edeceğim, gerçekçi ama süslü bir kitabın peşindeyim. Her şeyden öte gerçekçi dünyalar anlatmayı seviyorum. Size sıkıcı gelen sahnelere pekâlâ olabilir. Fakat 1950'ler gibi bir dönemi ele alıp yalnızca şaşasını anlatamam. Ya da bir çifti ele alıp, onları yalnızca öpüştürüp seviştiremem. Dilersem yaparım tabii niçin olmasın, ama ben etkileyici ve vurucu bir hikâyeye hizmet etmenin derdindeyim.
İkinci ve bana kalırsa en önemli unsur, benim genel olarak yazmayı tercih ettiğim tetikleyici unsurlarla ilgili.
İ*tihar teması, ne yazık ki bu kitabın ana unsurlarından birisi. Yazdıklarımın hiçbirinin sizi tetiklememesi adına bunu şimdiden dile getirmek mecburiyeti hissediyorum ki: size kötü hislerle dolu bir paragrafı okutup, peşinden de sizi bu hislerle baş başa bırakamam. İyi ve kötü sonlara değil, etkileyici sonlara inanıyorum. Yani kötü bir şey anlattıysam, bilin ki bir yere bağlanacaktır. Bir kitabın kapağını kapattığımda, tamam duymam gereken buydu işte, demeyi seviyorum. Ve bunu yapabilen biri olmayı arzuluyorum.
Öte yandan bu kitabın içerisinde türlü çirkinlikler de yok değil. O dönemin cehaletini, baskısını, etik anlayışını, suçların göz ardı edilebilirliğini göz önünde bulundurursak bu kitapta pek çok tetikleyici unsur karakterlerimin köklerine işlenmiş durumda. Bunları güzellemek, normalleştirmek yahut affetmek adına değil; herkesin aynı derinlikte olmadığının ve bazı yaşanmışlıkların, bizlere farklı zafiyetler ve olgunluklar kazandırabileceğinin düşüncesiyle, tamamen karakterlerimi zenginleştirmek adına kullandım.
Bu kitaptaki tetikleyici unsurları savunmuyor, güzellemiyorum. Aksine, karşısında olduğum için kalemi elime alıyorum.
Buraya kadar okuduysanız, ya merakınızı cezbettim ya da bana âşık oldunuz- Tamam tamam, anladık. Sizi seviyorum.
Sonsözde görüşürüz :) Orada da çene çalacağım. Ben ne uzun yazıyorum ya..
Azize Rahel Katipoğlu
(gerçek Üsküdarlı ve gerçek Rehiye, 2011)
benim için çok kıymetlisin sanki ben yazdıklarını okumuyorum hissediyorum, içimde çok güzel hisler canlanıyor (cansu)
YanıtlaSil